.

‘Küçük’ Yaşamlar, Tortulaşmış Dertler

Ali Bulunmaz

ABD edebiyatında gezginliğin ve yersiz-yurtsuzluğun şairane anlatıcısı yazarlar sayıldığında Thomas Wolfe’un adı ilk anda akla gelmeyebilir. Fakat 1900’de doğup 1938’de ölen ve Güneyli köklerini hiçbir zaman unutmayan Wolfe; ülkesindeki boşlukları ve oralarda salınan insanları anlatmayı seçmişti.

Küçük ayrıntılara kulak kabartan, etrafındaki insanları gözlemleyen, sunulan mutluluklardan çok, ihtimalleri ve tanık olduğu karamsarlıkları dikkate alan, aşka da şiddete de sırt çevirmeyen, sessizliklerin anlatıcısı Wolfe, yurdundayken kendisini sürgündeymiş gibi hissedenlerden yana zar atan bir yazardı. Metinlerinde yoğun ve boğucu atmosferler yaratan Wolfe’un bu anlamda önemli kitaplarından biri de Yalnızlığın Anatomisi’ydi. Öykülerinde tek başına olanları, trajik bir yaşam sürenleri, arzu ve tutkularının peşinden gidenlerle birlikte, sıradanlığıyla öne çıkarken sıra dışı olduğunu fark etmeyenleri anlatıyor yazar. 

Thomas Wolfe

‘Hafıza denen kanserli bitki’

Yalnızlığın Anatomisi’nde Wolfe, sürükleniş hâlindeki, zaman zaman avareliğin akışına kapılan, sıkıntılı günler geçiren, hatırlayan ve unutmak isteyen kişilerle buluşturuyor bizi. Onlardan biri, “kibrin mutlak çaresi yalnızlıktır” önermesinin gerekçesini, yalnız insanın diğerlerine göre kendisinden daha fazla şüphe duyması olarak açıklıyor.

Boşa düşen ya da boşlukta yaşayanları; geniş düzlüklerin ıssızlığını tadan ve “bulanık aydınlık”ta yol alanları anlatıyor Wolfe. İhanete uğramanın ve yaşamın ritminin düştüğünü hissedenlerin penceresinden bakan yazar, yalnız insanı tarif ediyor: “Hafıza denen kanserli bitkiyi içinde besler; tüm yaşamı bir rüya gibi tuhaf ve gerçek dışı görünene kadar yüzlerce unutulmuş yüzü, binlerce ziyan olmuş günü hatırlar. Zaman bir nehir gibi yanından akıp gider ve o, küçük odasında kötü bir büyünün esir ettiği bir yaratık gibi bekler. Uzaktan, dünyanın homurtularını duyar ve unutulduğunu, zaman akıp giderken gücünün tükendiğini ve tüm hayatının boşa geçtiğini hisseder.”

Yalnız insanın trajedisinin, aynı zamanda yaşam sevgisi ve neşe barındırdığını söylüyor Wolfe’un öykü karakterlerinden biri. Bunun çelişki değil, birbirini tamamlayan koşullar olduğunu da hatırlatıyor. Akıp giden zaman misali, dokununca ufalanan güzellikle beraber tek başınalık ve ölümün varlığı, Eyüp gibi onu da “trajik, şanlı ve değerli bir neşeye” sürüklüyor.

Bir başkası ise Şair’in ve yaşamın şiirinin peşine düşüyor. Gündelik tutku ve arzularla yaşamın dizeleri arasında ayrım yapıyor. Hayatı, durmaksızın çalışmak ve “çetin günleri yaşamak”tan ibaret saymaya başlıyor bir noktadan sonra. Kasvetli sessizliğin tadını çıkarıyor.

“Bir taş atımı uzaklıktaki” veya öyle olduğunu düşündüğü dünyayı aslında hiç bilmediğini ve tanımadığını anlayanların hikâyesini anlatıyor Wolfe. Geçmişte yanılgılar içine düştüğünü fark etmeyen ve zamanın geri döndürülemeyeceğini acı biçimde kavrayan kişiler onlar. Karmaşık hisleri ve savruluşları da yaşamlarının ayrılmaz bir parçası: “Uyandığında, donuk bir heyecan ile kaplıydı içi. Karlı, kül rengi bir kış günüydü ve bir şeyin olmasını bekliyordu. Fransa’nın kırsal kesiminde çokça kapıldığı bir hissiyattı bu: Kimsesizliğin ve evsizliğin, içindeki manevi boşlukla neden orada olduğu sorusunun ve ne bulacağını bilmeden hissettiği anlık neşenin, umudun, beklentinin yarattığı tuhaf ve karmaşık bir his.

Geri dönmeyecek insanlar ve sözler

Wolfe, öykülerin satır aralarında ABD tarihinden kesitler de sunuyor. Anlattığı hikâyeler, başta yetiştiği topraklar olan Güney’in muhafazakârlığını, daha sonra da başka diyarlarda kendi hâlindeki insanların yalnızlığını, umudunu ve isyanını kapsıyor. Kırsaldan şehirlere göçen, gelirken eski alışkanlıklarını ve dertlerini de yanında getirenlerle; “mağlup olsa da kayıplara karışanlarla” yüzleştiriyor bizi. Bahsi geçen dertlerin başında ise hasret geliyor: “Evine dönemezsin; çocukluğuna, kaybettiğin babana, zamanın ve hafızanın avuntusuna dönemezsin. Evet, hatta sanata, güzelliğe ve sevgiye de dönemezsin.”   

Yalnızlığın Anatomisi, Wolfe’un gezginliğine uygun biçimde bir ufuk ve coğrafya turu âdeta. ABD’yi kerteriz almakla birlikte Avrupa’ya da göz kırpan yazar, farklı noktalardan çeşitli insan hikâyeleriyle çıkıyor karşımıza. Eski zamanlarda, ormanlarda, tarihî mekânlarda, karanlığın ve sessizliğin içinde, tren vagonları arasında, suskun ve kulak kesilmiş insanlarla geziyor. Bunlardan bazıları bekliyor: “Karanlığın içinde, geri dönmeyecek tüm arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz için bekliyor, bekliyor, bekliyorken bir kez daha gelmeli, gelmeli, gelmeliler.

Hikâyelerin öznelerinden bazıları, saygı ve incelik dolu selamlamaları arıyor bazıları ise çoğunlukla farkında bile olmadan “zamanın muazzam akıntısına” kapılıp gidiyor. Bir başkası da “kayıp kelimelerin ve unutulmuş yüzler”in nerede olduğunu, ne zaman yaşamımızdan çıktığını soruyor ve tatmin edici bir yanıt bulamıyor. Diğer dertli insanlardan biri ise çocukları ve babaları anlamaya uğraşırken suçluluk duygusu ve öfke arasındaki salınımı düşünüyor: “Zamanın başlangıcından beri, dünyadaki tüm iyi insanların, tüm iyi çocukların hissettiği, ruhu hasta eden o suçluluk duygusunu hissetti. Suçluluk duygusunun kabaran dalgasında öfke bile bastırılmıştı.”

Yalnzılığın Anatomisi’nde Wolfe, geniş bir insan yelpazesiyle çıkıyor karşımıza; her meşrepten, feleğin çemberinden geçmiş ya da henüz geçenler, hem tek başınalığını hem de dünyayı anlamaya çabalarken bir şekilde yaşamını sürdürüyor. Kendi sıradanlığı içinde sıra dışı bir hayat paydasında buluşuyorlar aslında; “küçük” yaşamların, büyük ve tortulaşmış dertler taşıdığını, zamanın tuhaf ve acı mucizesi diye bir şey olmadığını, geçip gidenlerin geri gelmeyeceğini gösteriyorlar hepimize.

Yalnızlığın Anatomisi, Thomas Wolfe, Çeviren: Bülent Ayyıldız, Holden Kitap, 112 s