
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Nazan Bekiroğlu’nun geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından yayımlanan yeni romanı Kehribar Geçidi, MS. 300’lü yıllarda Roma’da geçen, okuru tarihin en çalkantılı dönemlerinden birine götüren, insanoğlunun sürekli kazanmakla kaybetmek, var olmakla yok olmak arasında geçip giden mücadelesine tanıklık eden bir eser.
Kehribar Geçidi’nde birbirinden oldukça farklı sosyal ve ekonomik çevrelerden kahramanları kendisine merkez alan Nazan Bekiroğlu, söz konusu bu şahıs kadrosuyla Roma İmparatorluğu’nun sınırlarını bir ucundan diğer ucuna kuşatır. Azatlı köle Vitalis, lahit kopyacısı Efesli Linus, yazıcı köle Simonides, tapınak kandilcisi Feliks, uykusuz çoban Fazelis, gezgin Al-Mina, barbar Yüzbaşı Geta ve boynunda beyaz madalyonuyla Kehribar’ın hikâyesine odaklanan eser, bunca farklı insanın hangi ve ne şartlar altında bir araya gelebileceğine dair de ayrıca özel bir yapı kurar. Bu çerçevede inanç, devlet, güç tutkusu, kişisel hırslar gibi birçok konu tartışmaya açılırken her bir karakter aracılığıyla insanoğlunun farklı bir zayıf noktasına işaret edilir.
Tarihsel söylem bakımından oldukça zengin bir yapıya sahip olan Kehribar Geçidi, bu anlamda bir tür “tarihi yeniden yazma” veya “bir hikâyeyi tarihsel söyleme oturtma” konularıyla bağıntılı olarak da ele alınabilir. Bu çerçevede Kubilay Aktulum’un “Romanesk Söylemin Tarihselleştirilmesi ya da Tarihi Yeniden Yazmak” başlıklı makalesinde “tarihsel roman”a dair söyledikleri, bu roman çerçevesinde de işlenebilecek önemli veriler sunar: “‘Tarihsel roman’ sözbilimde ‘zıtlaşma’ (oxymore) olarak adlandırılan bir kullanımı akla getirmektedir. Birisi (tarih) tümüyle ‘gerçek’, öteki (roman) ‘kurgu’ (ya da gerçeğe benzerlik) arayışında olan iki ayrı uğraş konusunun yan yanalığı söz konusu zıtlaşma düşüncesini hemen başından doğurmaktadır. Böyle bir zıtlaşma düşüncesi aynı zamanda iki ayrı uğraş alanı arasında bir dizi alışveriş bulunduğu düşüncesine de gönderme yapmaktadır. İki disiplin arasındaki alışveriş tarihte romanın/romansalın ya da tersine romanda tarihin kullanımı, postmodern metin kuramcılarının diliyle söylersek, bir yeniden yazma işlemine karşılık gelmektedir.” Tümüyle gerçek olan “tarih” ile gerçeğe benzer bir yapıya sahip olan “roman” veya “kurgu”, “tarihsel roman” bağlamında iç içe geçtiğinde yazar iki disiplinden de farklı şekillerde yararlanır. Öte taraftan her ne olursa olsun, kendi içerisinde belirli bir tarihsel tutarlığa sahip olsa da tarihsel roman nihayetinde bir kurgudan ibarettir; ne kadar gerçeğe yakın olursa olsun onu kaleme alan yazarın hayal gücü, vermek istediği mesaj veya dile getirmek istediği, sorguladığı olaylar kurguyu oluşturan ana unsurlar olur.
Nazan Bekiroğlu’nun Kehribar Geçidi, MS. 300’lü yıllarda, İmparator Diocletianus dönemi Roma’sında geçen bir eserdir. Bu romanda tarihsel gerçeklikten uzaklaşmayan yazar, ele aldığı kahramanları da bu tarihe ve bu tarihin gerektirdiği sosyal, ekonomi, inançsal ve kültürel değerlere yakın bir yere konumlandırır. Sözgelimi şifacılar da din adamları da köleler ve efendiler de zamanın şartları nasıl gerektiriyorsa ona göre davranır; birlikte var oldukları dönemin kurallarına riayet ederler. Bekiroğlu’nun tarihsel söylem konusunun ilk ayağı olan “tarih” bağlamında iyi bir araştırma yaptığı, eserde yer verdiği detaylardan rahatlıkla fark edilebilir. Sözgelimi okuyucuları Roma’nın geniş caddelerinde, dar sokaklarında, kalabalık meydanlarında uzun bir yolculuğa çıkaran yazar, Forum ve Colosseum gibi abidevî mekânları da tüm çıplaklığı ile resmeder. İmparator Diocletianus çağını tüm tarihsel gelişimi ve şartlarıyla birlikte işin içerisine dâhil eden Bekiroğlu’nun böylelikle tarihsel bir zeminden kurguya/romana doğru hareket ettiği söylenebilir.

Tarihsel bir zemin üzerine inşa edilen Kehribar Geçidi’nde kurgu, farklı sosyal ve ekonomik sınıflardan insanlar ile birbirine bağlanır. Burada yalnızca kişilerin ait oldukları sosyal ve ekonomik koşullar değil, aynı zamanda birlikte var oldukları siyasal düşünceler de ayrıca dikkat çeker. Tam da bu noktada işin içerisine dâhil olan tarihsel söylem, Bekiroğlu’nun romanını yasladığı tarihsel düzene işaret eder. İmparator Diocletianus gibi yaptıklarıyla Roma tarihine geçmiş, düşünceleriyle yalnızca Roma İmparatorluğu’nu değil, belki de bütün bir imparatorluk düşüncesini değiştirmiş oldukça çarpıcı ve baskın bir kişilik, tüm bu çalkantılı dönemin içerisinde kendisini bütün ihtişamıyla gösterir. Sözgelimi Roma sokaklarında koşuşturan Roma vatandaşlarının imparatora dair söyledikleri de senatörler arasında geçen konuşmalar da işin içerisinde aynı zamanda tarihe yön verecek denli güçlü, önemli bir siyasal sürecin olduğuna işaret eder. Kendi içerisinde aynı zamanda bir tür “güç gösterisi”ni belirgin kılan bu durum, insanoğlunun güç elde etmek ve iktidarı sağlamak için neler yapabileceğini gözler önüne serer. Bekiroğlu’nun tüm bu meseleleri romanında ele aldığı devir ve kahramanlar üzerinden metne dâhil etmesi de onun tarihsel romanın/tarihî romanın şartlarını/olanaklarını/ayrıksılıklarını ne denli incelikli bir şekilde kullandığını görünür kılar.
İmparator Diocletianus dönemi, devlet yapılanmasında olduğu kadar dinsel bakımdan da oldukça çarpıcı bir süreci içerisinde barındırır. Hristiyanlığın henüz yeni yeni yerleşmekte ve kendisine alan açmakta olduğu bu dönem, toplum nazarında da aristokratlar nazarında da kendisine farklı bir yer edinir. Roman kapsamında ise devreye, bu noktada farklı karakterler ile ifade edilen farklı görüşler girer. İnanç, kişiye vadettikleri kadar akıl karışıklıklarıyla da insanlara yön verir. Kimi bu konuya mistik bir açıdan yaklaşırken kimi için ise dinler veya inançlar ancak kişiyi felakete sürükleyen, kendi içerisinde bir tutarlılık sergilemekten dahi âciz düşünsel yapılardır. Kehribar Geçidi’nde de bu durum, lahit kopyacısı Efesli Linus ve tapınak kandilcisi Feliks gibi karakterler üzerinden tartışmaya açılırken beliren ruhban sınıf, dini yapıların ne denli hızlı kurumsallaşabileceğini de gözler önüne serer. Bu aşamada devreye giren yedi uyurlar da, Hristiyanlığın ne derece hızlı yayıldığını gösterirken kendisine güçlü bir yapı kuran ruhban sınıfının dini kendi ellerinde nasıl da bir güç gösterisi olarak kullanabileceğine örnek oluştururur.
Kehribar Geçidi’nde ele alınan önemli olaylardan birisi de yedi uyurlar efsanesidir. Yedi Uyurlar Efsanesi’ne göre, çok tanrılı dinsel yapılara inancın azaldığı, bunun aksine tek tanrı inancının giderek arttığı MS. 2-3. yüzyılda geçen hikâye, zalim imparatorları nedeniyle dinlerini diledikleri gibi yaşayamayan ve bu nedenle bir mağaraya sığınıp orada asırlar boyunca derin bir uykuya dalan yedi kişinin ve onlara eşlik eden bir köpeğin hikâyesini anlatır. Mağarada 309 yıl uyudukları söylenen söz konusu bu 7 uyur, bilinen ismiyle “Eshab-ı Kehf”, daha sonra “Yedi Uyurlar Mağarası” olarak anılan yerden çıkar, karşılarında yeni bir dünya, yeni bir çağ ve yeni bir “Hristiyanlık” bulur. Çok tanrılı dönemde, tek tanrıya inandıkları için eziyete uğrayan, Hristiyan inancından olan Yemliha, Mekseline, Mislina, Mernuş, Sazenuş, Tebernuş ve Kefeştetayuş adındaki bu yedi genç, o dönemin imparatoru Dakyanus tarafından sorguya çekilir. Özellikle Hristiyanlığın ilk dönemlerinde sıkça işlenen önemli bir hikâye olan Eshab-ı Kehf, daha sonra Hristiyan dünyada önemini yitirirken İslam inancında “Kehf” suresi aracılığıyla yeniden işlenmiş ve önemini korumuştur.


Yedi uyurlar hikâyenin en eski versiyonu, kayıp bir Yunanca kaynaktan aldığını söyleyen Süryani rahip Suruçlu Yakup’a aittir. Hikâyenin çerçevesini Tours piskoposu Gregorius ve Paulus Diaconus Historia Langobardorum’da çizer. En iyi bilinen Batı sürümü Jacopo da Varazze’nin Legenda aurea (Altın Efsane) eserinde yer alır. Yedi uyurlar etrafında şekillenen bütün bu hikâyeyi farklı şekillerde kitabına dâhil eden Nazan Bekiroğlu, İslam’da da sıkça bahsedilen bu kişilikleri açıkça resmeder. Bu noktada işin içerisine romanın başlığında da kendisine yer verilen “Kehribar”ın da dâhil edilmesi, bir romancı olarak Bekiroğlu’nun duyarlılıklarına da işaret eder. Efendilerindne ayrılamayan, bu nedenle Tanrı tarafından onlarla birlikte uykuya daldırılan Kehribar da birçok Hristiyan tarafından “kutsal varlık” olarak anılmış, âdeta önemli bir dinsel motif hüviyeti kazanmıştır. Eshab-ı Kehf’in asırlar sonra uyandıkları derin uykudan sonra karşılaştıkları dünya, onları oldukça şaşırtır. İsa’nın adının anılmasının dahi yasak olduğu bir dünyaya karşılık Hristiyanlığın giderek kendisine daha geniş bir yer bulduğu, belirli bir ruhban sınıfının olduğu ve insanların inançlarını farklı şekillerde yaşadıkları bir dönem söz konusudur artık. Sözgelimi bu durum romanda şu cümlelerle dile getirilir bir anlamda: “Yine de bu hayat, evet yaşıyordular, ama onların hayatı değildi. Her şey değişmiş bir onlar değişmemişti. Zihinleri ve kalpleri 309 yıl önce karlı bir gecede bir mağaranın kuytusunda gölgelerin arasında uykuya dalmadan önce nasılsa bugün de öyle. Daha dün gibi. Dün kaldıkları yerden bugün başlamışlardı. Yaşlanmadan, değişmeden, aynı beden aynı hafıza aynı zihinle aynı duyguyla. Sanki hiç yaşamamışlar gibiydi. Bir anda kaybolmuştu bir dünya, geri dönmemek üzere. Sadece şu gökyüzü kalmıştı geriye 309 yıl önce onları gören ve onların gördüğü, bir de Tiber. Bir de şu Kehribar Geçidi.” Bekiroğlu bu tarihsel geçişleri romanında çeşitli olaylar vesileyesiyle işlerken inanç ile ilgili kimi tartışmaları da gündeme getirir. Romanın yaslandığı tarihsel süreçte bu, dinin kurumsallaşması ve beraberinde bir ruhban sınıfını meydana getirmesi üzerinden okunabilir.
Roma ve yedi uyurlar teması üzerinden inanç, güç, iktidar, gösteriş ve ihanet gibi birçok tema Kehribar Geçidi’ne dâhil olurken tüm bu tartışmaların ortasında yer alan insanoğlunun değişen ruhsal durumları, kodlanmış davranışları ve vicdandan yoksun tutumları da roman boyunca ortaya önemli bir yapı çıkarır. İmparator Diocletianus, Forum ve Colosseum’a yön veren, dolayısıyla bütün bir Roma’yı biçimlendiren senatörlerin birbirleri ile olan mücadelesi, romanda kendisine önemli bir yer açar. İnsanoğlunun hırsları dolayısıyla neler yapabileceklerinin de görünür kılındığı bu bölümler, gücün insanı giderek olduğu kişiden uzaklaştırarak nasıl da farklı bir karaktere bürünebileceği konusu etrafında şekillenir.

MS. 300’lü yıllar Roma’sının dini ve siyasi atmosferine dair oldukça geniş bir tablo çizen Kehribar Geçidi, Roma İmparatorluğu’nun üzerine inşa edildiği temelleri, İsa’nın büyük bir yoksulluk ve yalnızlıkla kurduğu/kurmaya çalıştığı dinin “saf/öz” inancıyla İmparator Diocletianus döneminin kurumsallaşmış Hristiyanlığı arasındaki çatışmayı da merkezine alır. Pagan inançlarla Hristiyanlığın çatışmasından doğan bu karmaşık yapı, inancın da ne derece “pazarlanabilir”, “kontrol edilebilir” ve “güç uğruna kullanılabilir” bir konu olduğuna işaret eder. Romanda ruhban sınıfına mensup karakterlerin dile getirdikleri söylem de ana hatlarıyla bu düşünce üzerine kuruludur.
Romanda dikkat çeken konulardan birisi de Bekiroğlu’nun “halka”lar üzerine kurduğu romanın her bir bölümünde farklı bir dil geliştirmesi, anlatı içerisinde farklı denemelere yer vermesidir. Kimi bölümü doğrudan bir karakterin diliyle, kimini ise dışarıdan bir gözle işleyen yazar, böylelikle çok sesli ve karakterlerinin açıkça kendilerini de ifade edebildikleri bir yapıya yer verir. Bekiroğlu’nun romanda sık sık kullandığı bu geçişler, romanı zenginleştiren bir unsur olarak tanımlanabilir. Sözgelimi romanın ilk halkasını meydana getiren ilk bölüm azatlı köle Vitalis’in ağzından anlatılır. Bir senatörden bahsedilerek giriş yapılan ikinci halkada ise daha dışarıdan, daha uzak bir mesafeden bir anlatı söz konusudur. Romandaki diğer bölümler de bu duruma paralel şekilde ele alınır ve bütüne bakıldığında Bekiroğlu’nun Kehribar Geçidi’nde oldukça iç içe geçmiş, katmanlı, zengin bir dilsel yapı/içerik sunduğu görülür. Roman boyunca tartışmaya açılan konuların zenginliği ve kendisine yer verilen karakterlerin çokluğu da düşünüldüğünde bu durum oldukça anlaşılırdır. Kimi karakter kendisine has derdi, tasayı, acıyı, inancı kendi diliyle ifade ederken kimilerinin ortak dertleri dışarıdan bir gözle işlenir. Böylelikle kişisel olanla evrensel olan, şahsa ait olan ile herkese, bütün bir toplum ve insanlığa ait olan farklı örgülerle iç içe geçirilir.
Kehribar Geçidi’nde tarihsel bir söylem ile İmparator Diocletianus, yedi uyurlar, ruhban sınıfına mensup karakterler ve senatörlerden yola çıkarak bütün bir toplumu meydana getiren tüm elementleri yoğun bir şekilde işleyen Nazan Bekiroğlu, eserde söz konusu edilen tarihsel süreci dışarıdan herhangi bir müdahalede bulunmadan ve var olduğu doğal şartlar çerçevesinde kaleme alır. Bekiroğlu’nun diğer romanlarından farklı olarak daha antik çağlara yönelen ve yer yer Anadolu coğrafyasından uzaklaşarak farklı bir iklimi merkezine alan Kehribar Geçidi, tarihsel söylem bağlamında da incelenmeye müsait bir eserdir.
James Wood (1907). “Seven Sleepers”, The Nuttall Encyclopædia.
John Sanidopoulos, The Historicity of the Seven Sleepers of Ephesus.
Kubilay Aktulum (2015). “Romanesk Söylemin Tarihselleştirilmesi ya da Tarihi Yeniden Yazmak”. Bilig, (73), 1-16.
Pieter W. van der Horst, “Pious Long-Sleepers in Greek, Jewish, and Christian Antiquity”.