.

Aka Gündüz’ün Bilinmeyen Romanları-3 “Ocaklılar”

Serdar Soydan

Aka Gündüz’ün, 1931 yılında Hakimiyet-i Milliye gazetesinde 36 gün boyunca tefrika edilen ve bugüne kadar kitaplaştırılmamış bu romanı hem politik açıdan hem de gelecekte geçiyor oluşuyla ilgi çekici.

Evet, Ocaklılar 1931 senesinde yazılmış ama 1962’de geçen, yani 30 sene sonrasını hayal eden bir roman.

Roman, “Bir Gönül Bestesi” başlıklı bölümle başlar. Burada ben-anlatıcı, kendi anılarını okuyuculara anlatır. Aka Gündüz’ün hayatıyla neredeyse birebir örtüşmektedir bu anılar. Yani şunu diyebiliriz: Romanına başlamadan önce Aka Gündüz okuyucuya hitap eder ve onu romana, anlatacağı hikâyeye hazırlar.

“Benden sonra gelenler ve siz­den sonra gelecekler…

Eserime başlamadan önce size şu gönül bestesini vermek istedim.

Sazımın gövdesi artık körükleşen bağrım, telleri artık ak­laşan saçlarım ve sesi hiçbir vakit eksilmeyen öz heyecanlarımdır.

Sizin de göğüsleriniz bir gün gelecek benimkileşecek. Teessüre değmez, yalnız içindeki mukaddes alevin azalmamasına çalışınız.

Sizin de başlarınız bir kar fır­tınasına tutulacak, ne gam! İki şa­kaklarınızın arasında çarpışan de­mir fikirlerin kuvveti yumuşama­sın.

Hayatta iki şeyden korkunuz. Ruh yorgunluğundan ve heyecan yoksulluğundan.”

Biraz kıssadan hisse mantığında kurulmuş bu bölümün ana teması düzenden rahatsız olmak ve onu değiştirmek için harekete geçmek, bir şeyler yapmaktır. “Ben yarım asra yakın, büyük bir inkılap girdabının içinde ve bi­raz da o girdabın bir parçası olarak yaşadım. Ne başım döndü, ne ate­şim söndü,” diyen Aka, kâh bir inkılapçı, kâh bir ihtilalcidir.

Giriş bölümünü yine okuyucularına seslenerek bitirir:

“Ey, benden sonra gelenler!

Ve ey sizden sonra gelecekler!

Hayat vardır, hayat. O sizindir. Onu siz kurun ve siz kullanın.”

Hayatı kurmak… Bir hayat kurmak… Aka Gündüz de romana bir gelecek kurarak başlar.

Türk Ocakları’nın ellinci yıldönümü kutlamalarından hemen önce başlar roman. Burada bir parantez açıp Türk Ocakları’ndan bahsetmek gerek. Vikipedi’den alıntılıyorum.  

“Türk Ocakları, Türkçülük düşüncesi etrafında İstanbul merkezli olarak 1912’de kurulan ve 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’na devredilene dek bu yönde faaliyetlerde bulunan cemiyet. Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyet döneminde iyiden iye görünür olan kimlik probleminde Osmanlıcılık karşıtlığı ve Türkçülük düşüncesi etrafında birleşen çevrenin Türk Derneği (1908) ve Türk Yurdu Cemiyeti (1912) ile örgütlenmesi Türk Ocakları ile devam etti. Her ne kadar siyasi alana dahil olmama gayesi güdülse bile Türkçülüğün siyasal alana evrilmesiyle ilkin İttihat ve Terakki daha sonra ise cumhuriyet ideolojisiyle program ve amaçlar belirlendi. Devlet ve devletçilik ile olan organik bağı Türk Ocakları’nın büyümesinde önemli bir rol oynadı. Ağırlıkla 1925 yılı sonrasında Cumhuriyet devrimlerinin savunucusu, koruyucusu, çağdaşlaşma düşüncesi ve Türkleştirme politikalarının bir parçası oldu. 1927 yılı gücünün zirvesine giden sürecin ilk eşiği olmakla beraber kapatılmasına giden sürecin de başlangıcı oldu. Türk Ocakları bu tarihte CHF siyasetinin resmî olarak bir parçası oldu ve partinin denetimine girdi. 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ortaya çıkışı ve içerideki gelişmeler Türk Ocakları’nın kapatılmasına giden sürecin belirleyicisi oldu. 264 şubesi, 30 binden fazla üyesi ve geniş mal ve menkul varlığıyla önemli bir sivil toplum kuruluşu olan Ocaklar, Türkiye’de tek partili dönemin sivil ve toplumsal yaşama olan müdahalesiyle kapatıldı, tüm varlığı ve üyeleriyle partiye devredildi.”

Türk Ocakları’nın çok değil, romanın tefrika edilmesinden bir buçuk ay sonra kapatıldığı, daha doğrusu CHF’ye devredildiği, ayrıca 1930’dan itibaren konumunun ve varlığının sorgulandığı, kritik edildiği göz önünde bulundurulduğunda Aka Gündüz’ün romanı daha da derinleşiyor.

Zira yukarıda da söylediğim gibi Aka Gündüz’ün romanında Türk Ocakları kapatılmamıştır ve 1962 senesinde, ellinci kuruluş yıldönümünü kutlamaktadır. Üstelik roman Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yarı resmi yayın organı sayılan ve parti politikalarını yayan gazetede tefrika edilmiştir. Kafa karıştırıcı.

“Türk Ocağı’nın ellinci yıl dönü­mü yarındı.

Bütün ocaklarda, bilhassa ‘Ocaklılar Sarayı’nda baş döndüren bir çalışma, bir hazırlık vardı.

Radiyofot Türk Anonim şirketi başka başka tulü mevcle daha beş verici postası kurmuştu.

Her taraf ve herkes kendi ek­ranlı cihazlarından hem bütün ses­leri, sözleri dinleyecek, hem bütün manzaraları görecek.

Birçok yerli, yabancı fen adam­ları günlerden önce Ankara’ya gel­mişlerdi. ‘Gün Işıkları’nı çok me­rak etmişlerdi.

Gün ışıkları, Özcan adında genç bir elektrik mühendisinin keşfiydi. Güpegündüz bütün bir beldenin havasını istediği renge boyuyor ve nesimin tabii mahiyetine halel gel­miyordu. Eğer bu keşfini gece ka­ranlığına da tatbik edebilirse, dünyada tenvir meselesi kökünden hal­ledilmiş olacaktı. Özcan şimdi ay­dınlık nesimi istenilen renge boyadığı gibi, bir de güneşsiz nesimi aydınlık renklere boyamaya çalışı­yordu. İlk tecrübeler çok ümit ve­riyordu.

Bu yıl dönümü şerefine Eskişe­hir tayyare fabrikası ilk defa radyo motorlu bir filoya havadan al­dığı elektrik cereyanıyla nümayişler yaptıracaktı. Benzin külfeti kalk­mak üzereydi.

Hisarın tepesine konan üç bu­çuk milyon mumluk bir elektrik cihazı bütün Ankara’yı sabaha kadar gündüzletecekti.”

Roman boyunca görüntülü telefonlar, hava tramvayları, süper hızlı uçaklar, ‘Gün Işıkları’ gibi türlü fütüristtik fanteziyle süsler romanını Aka Gündüz. Gelecek kurgusu büyük oranda gerçekleşmiştir yıllar içinde.

Tek tahmin edemediği kadın erkek eşitliği konusunda alınan yol olmuştur belki de.

“Haklar, bütün haklar tamamen müsavidir. Haklar müsavi olunca fiiller, vazi­feler de müsavi olur. İşte bakınız şu sol köşeye! Orada gördüğünüz güzel genç kız bir hafif makineli tüfek bölüğünün takım zabitidir ve muhafız kıtaları kumandanı İs­mail Hakkı Paşa’nın kızıdır.”

“Ocaklılar” romanı için kısa tanıtım yazısı

Bu gelecek düşünde, 1962 yılının Türkiye’sinde ekonomik sınıflar gibi cinsiyet ayrımı da yoktur. Kadınlar her alanda kendisini göstermiştir. Kadınlar ve erkekler ‘boks’ müsabakası bile yapmaktadır. Aka Gündüz ataerkil düzenin iktidarından vazgeçmek istemeyeceğini, kendisini mutlaklaştırmak ve kadınları geri planda bırakmak adına çaba sarf edeceğini öngörememiştir.

Ancak irticanın, ‘dincilerin’ başa bela olacaklarını ya da başa bela olmaya devam edeceklerini doğru tahmin etmiştir. Eserin başkarakterleri Dikmen, Maral ve arkadaşları Ocaklılar Bayramı’na giderken geçtikleri caddelerde şu manzarayı görürler.

“Her taraf donanmış, mağazalar kapalı, yalnız her caddede beş on dü­kkân, mağaza açık, birkaç apartman donanmamış.

Dikmen göz ucu ile bayrama iştirak etmeyen bu mağazaların lev­halarını okuyor: Hacı Bedrettinzadeler… Şal, kuşak , misvak, kına ve rastık ticarethanesi.

Elhaç Hafız Kutbullah Biraderler… Yeni harflerle basılmış eski kitaplar ve kırtasiye mağazası.

Nakşibendi torunları ve şeriki süfera-yı saltanat-ı seniyeden Emcet Behlülzade Mennan Behlül… Hacıyağı, misk ve amber, kremiş yağı ve sair envaı türlü ıtriyat ti­carethanesi.

Hafız kızı hacı Naile Hanım ve şeriki Dervişzade Abdülgafur… Lohusa eşyası, kadın çarşaflıkları ve yeldirmelikler.

Serbest gençler pazarı… Mest, lapçın, galoş kundura mağazası.

Daha birçok açık yerler…”

Dikmen bu manzara karşısında sinirlenen arkadaşlarını teskin etmek için sazı eline alır.

“Bugün Türk Ocağı­’nın ancak ellinci ve Türk inkılabı­nın da ancak otuzuncu yıl dönümündeyiz. Ne sandınız? Otuz sene içinde bütün memleketi inkılapçı, elli sene içinde bütün milleti milli­yetçi mi yapmak niyetindesiniz? Babalarımız da bu hoş kuruntuda olmasalardı şu otuz senede beş al­tı otuz senelik mesafe ilerlemiş olurduk. Fakat onlar daha ilk se­nesinde bütün memleketi cumhuriyetçi sanmışlar ve saf saf iddia­larında ısrar etmişler. Kubilay’ın baş verdiği ikinci Menemen vakasından…”

“Birincidir o vaka.”

“O halde sen inkılâp tarihini dikkatle okumamışsın. Birinci Menemen vakasını istiklal mahkeme­si hal ve birçok kişiyi mahkûm et­miş. Mahkeme reisi de şimdiki ‘Yardımcı Kubilay Ordusu’ kuman­danının babası Afyon mebusu Ali Bey’miş.”

“Ay! Koca Reis bizim genç kumandanın babası mı?”

“Öyle ya. Daha o zamanlardan beri fırka grup reisidir. Sözümü kesmeyin canım. Ne diyordum? İkinci Menemen vaka­sından sonra daha on iki vaka ol­muş. Evvelki sene sekizinci genç isyanına biz­zat biz şahit olmadık mı? Bizim anlayacağımız şudur: Fertlerin ya­şı seneler, milletlerin yaşı asırlar­dır. Beyazıt Darülfünunu’nu yirmi beş otuz sene evvel lağvedeceğimize da ha geçenlerde lağvettik.”

Evet, İstanbul Üniversitesi de kapatılmıştır Aka Gündüz’ün 1962 Türkiye’si düşünde. Peki ne olacaktır böyle? Nasıl mücadele edilecektir gericilerle? Cevabı yine Dikmen verir.

“Ee, bu gidişle ne olacak?”

“Gayet basit; çarpışacağız. Onlar her ilk fırsatta bizi ezmeye çalışacak. Biz her ilk fırsatta onları kılıçtan geçireceğiz.”

Aka Gündüz’ün romanı kan dondurucu bir hunharlıktadır. Az sonra “Buhara’da softaların kesildiği meydanda yaptığımız alafranga musiki mektebinin radyo-piyanosu”nun gönderilmediğini de öğreniriz. (Alafranga musiki… Tabii ki erken dönem Cumhuriyet rejimi gibi Ocaklılar da yüzlerini batıya, Frenk’e dönecektir.) Ocaklar ve ocaklılar çözümü karşı görüştekileri kılıçtan geçirmede bulmuştur.

Ocaklılar Bayramı başlar. Sayısız devletin tebrikleri okunur. Ardından Ocakların önde gelenleri geçen elli yılın bir dökümünü yapar. Bu döküm pek çok açıdan önemli ve ibretlik. Ancak hepsini alıntılamak, eğitim politikasına, kültür programına dair değerlendirmeler yapmak bu yazının sınırlarını aşar. Sadece aşağıdaki üç cümleyi alıntılıyorum.

“Edebiyata, ilme, tarihe ait altı bin Türkçe eseri İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca, Rusça ve Japoncaya tercüme ve neşrettik.

Edebiyatta, ilimde beynelmilel şöhret bulmuş yüz on dört vatandaşımız vardır. Bunlardan sekizi Nobel mükâfatı almışlardır.”

Kutlamalar gece de sürer. İrticacılar bir bombardıman uçağı ile olay çıkarmak istese de uçak son teknoloji savunma mekanizmaları sayesinde düşürülür. Hem de düştüğü bina yine kendi merkezlerinden biri olan eski bir Nakşibendi tekkesidir. Uçaktaki ve binadaki mürteciler patlamanın etkisiyle yahut yanarak can verir.

Ölenlerin hüviyetleri saptandığında bunun bir darbe girişimi olduğu, muvaffak oldukları takdirde mürtecilerin yönetimi ele geçirecekleri anlaşılır.

Tehlike savuşturulduktan sonra o ana kadar romanda yer almayan ‘Gazi’, Mustafa Kemal Atatürk belirir ve bir konuşma yapar. Aka Gündüz bu konuşmayı Gençliğe Hitabe’ye bağlar. Gazi Cumhuriyet ve hürriyeti gençlere emanet eder.

Ertesi gün Anadolu Ajansı, Ankara’da kutlama yapılırken yurdun çeşitli yerlerinde yapılan ve bazısı oldukça kanlı sona eren ayaklanmaları, protestoları aktarır. Ayaklanmaları başlatan ve protestoları idare eden irticacılardır.

Ülkenin pek çok yerinde ocak ideallerinin yeterince anlaşılmadığını gören Dikmen ve Maral, birlikte Kakavaneli vilâyetinin merkezi olan Odunoba şehrine gitmeye ve kenar memlekette büyük Türk inkılabı ve şahısları için çalışmaya karar verirler.

Maral, İzmir’e, kısa süre önce nişanlandığı kız arkadaşını görmeye giderken Dikmen doğruca Odunoba’ya doğru yola çıkar. Romanın ikinci kısmı bu şehirde geçer.

Dikmen burada kadınlara dikiş, nakış eşyası, makaradan, ibrişimden tutunuz da bu işlere yarayan ne varsa onları satacağı bir dükkân açar. Kısa sürede şehirdeki kadınları dükkânına çekmeyi de başarır. Fakat kadınlar bir türlü adını belleyemez. Dikmen adı onlara yabancı gelmektedir. Bu yüzden, tek başına geldiği için ona ‘Yalnız Kız’ adını takarlar. Dükkânın tabelasına da kısa süre sonra Yalnız Kız ibaresini ekler Dikmen.

Maral da gelir ve bir ayakkabıcı açar.

Kısa süre sonra Odunobalıların Cumhuriyet ve inkılaplara düşman olduğunu anlar ve bunun önüne geçmek için gizli bir cemiyet kurarlar. Bir memleket dolusu cumhuriyet düşmanı içinde iki Cumhuriyetçi gizli çalışacak, gençliğe müspet bir aşı verecektir.

Hikâyeye Odunoba’ya yakın bir köyde muallimlik yapan ve Dikmen ile Maral gibi ocaklı olan Demiroğlu da girer. Bu zavallı genç adam köyün imamı ve vali tarafından pek çok haksızlığa uğrar. Vali ve imam gibi mürteciler ilerici, aydınlık bir öğretmeni orada barındırmamak için her şeyi yaparlar. Fakat Maral ve Dikmen bu genç adamı canları pahasına korurlar.

Dikmen, Maral ve etraflarında toplananlar bu geri kalmış, gerici kalmış şehri dönüştürmeye çalışırlar. Bir yere kadar başarılı da olurlar. Ancak içten içe bilenen irticacılar günün birinde şeriat ilan eder.

“Bugün şeriat günüdür. Hiç kimse dükkânını açmasın. Bütün ümmet silahlanıp bizimle beraber gelsin. Gelmeyenin boynu vurulacak, kanı helaldir. Arkamızda daha yedi kere yetmiş bin ümmet-i saliha var, melaike-i kiramlar hep bizimledir. Memalik-i mahruse-i şahanenin her tarafında bugün sancak şerifler çıkacak. Bidatcılar kılıçtan geçirilecek.”

Bir anlamda kılıçtan geçirilme sırası Ocaklılara geçmiş, rüzgâr eken fırtına biçmiştir.

“Arka sokaklardan cumhuriyet abidesinin bulunduğu yere geldiler. Vaziyet apaçıktı. İsyan başlamıştı. Binlerce kişi büyük caddenin sonundan bu tarafa doğru geliyordu.

Bir iki tanıdık çocuğa rast gelip yavaşça birkaç kelime konuştular. İsyancıların bin bir çeşit bayrakları vardı. Binlerce kırmızı fes, külah, kavuk birdenbire başlara geçirilmişti. Türkçe levhaları parçalıyorlardı. Halk Okuma Yurdu’nun camlarından kapılarına varıncaya kadar hepsini kırdılar, kitapları pencerelerden fırlattılar.

Köpürmüş bir kara sel halinde geliyorlardı. Büyük kafile yaklaştıkça daha iyi görülüyordu. Eski şeyhler kıyafetlerini kuşanmışlar, teberleri almışlar. Ellerde eğri kılıç, pala, yatağan, kubur, tabanca, uzun tüfek, çifte mavzer ve daha bin yüz türlü silahlar…. Başlarda sarıklı, sarıksız, arakıyeli, yazmalı, püsküllü püskülsüz fesler… Yıka kıra, döke saça geliyorlar.”

Dikmen ve Maral bombaları ve silahları olsa da iki başlarınadır. Buna rağmen bu kalabalığa karşı çıkarlar.

Romanın bu son sahnesi oldukça grotesk, yine çok kanlı. İsyancılar Maral’ın kafasını kopartır. Dikmen onu ararken kafayı bulur, saçlarından kaldırıp bir elinde Maral’ın kafası, bir elinde bomba mürtecilerin üstlerine saldırır. Mürteciler ateş etse de Dikmen, Malkoçoğlu’na bağlar. Ona, kurşun falan işlemez olmuş. Ve Maral ile emek verdikleri şehir çocukları, inkılaba gönülden bağlanan, Atatürk’ün de vatanı emanet ettiği gençler yardıma gelir. İrticai isyan, şeriat getirmek için ayaklananlar bozguna uğratılıyor.

Yüzlercesi kurşuna dizilir, birbirlerine astırılır, balık istifi şehir meydanına cesetler dizilir.

*

Aka Gündüz romanını şu cümlelerle bitiriyor.

“Küçük bir kroki olan bu eserimi vatanımın çocuklarına ithaf ediyorum. Ben ölünce, Fatiha yerine bunu okusunlar.”

Bu yazıyla umarım ortaya koyabilmişimdir… 1960 darbesini, o darbeyi hazırlayan süreci, 12 Eylül’ü, hatta bugünü de düşününce… 1931’de yazılmış, 1962’yi, bizim için dün olmuş bir yarını anlatan Ocaklılar çok önemli bir roman… Aka Gündüz külliyatının belki de en dikkate değer metinlerinden biri.