Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Her metin kendini tamamlarken böylesine sıcak bir iklim sunsaydı yükseliş daimi ve kaçınılmaz olurdu. Yalçın Tosun’un Bir Nedene Sunuldum[1]’u okuyucuyu hem metnin kendi bütünlüğü hem de her parçanın kendi dinamiğiyle sürükleyen bir kitap. Sürekli yükselip alçalan bir tempoda akan öyküler okuyucunun belleğine sirayet etmekte.
Her kitap, aynı zamanda yazarın bir tasarımıdır. Bu tasarım, sadece metinlerin oluşturulması değil, aynı zamanda onların belirli bağlam ve bütünlükler içinde sunulmasıdır. Her öykü ayrı ayrı yazıldığı süreçler kadar bir araya gelip bir bütünü oluştururken de yazarın tasarımına göre ön plana çıkan bağlarla birbirine tutunur. Bu anlamda Yalçın Tosun’un Bir Nedene Sunuldum’unun aynı zamanda bir tasarım olduğu ve yazarın kimliğini yansıttığı söylenebilir. Tosun, klasik öykü formunda değişiklikler yapmış, biçim olarak çeşitli denemelere gitmiştir. Böylelikle art arda sıralanan öykülerden ziyade belli bir eksende birleştirilen ve düzenlenen metinler söz konusu olmuştur.
İlk olarak kitabın düzenleniş biçiminin bir tasarım olduğu söylenebilir. Beş bölümden oluşan kitabın her bölümü farklı yaş kategorisindeki insanlara ayrılmıştır. Birinci bölümde orta yaş aralığındaki insanlar, ikincisinde çocukluk dönemi ve cinselliğin keşfi, üçüncüsünde yaşlı insanlar ve yitmeye yeni başlamış cinsellik, dört ve beşincide ise kaybedilmiş cinsellik ve cinselliğini kaybetmiş insanlar söz konusudur. Bu metinlerde erotizm ve cinselliğin sürekli hissettirilerek öykülerin merkezine yerleştirildiği söylenebilir. Tosun, daha önceki kitaplarında yer alan metinlerine paralel olarak Bir Nedene Sunuldum’da da yıllardır kurduğu öykü evrenini aynı temel üstüne farklı çatılarla devam ettirmiştir.
Çocukluk, ergenlik, orta yaşlar, yaşlılık… Hepsinin kitapta izdüşümü var. Bunlar bir bütün olarak ele alındığında, her ne kadar bu bir öykü kitabı olsa da, ortaya farklı devirlerin kendine özgü sorunları ve bunlara yaklaşımlar çıkar. Özellikle erotizm ve cinsellik çevresinde. Merkezde yer alan bu duyumsamanın etrafında her şey farklılaşır. “Zigon Sehpanın Üstü”nde olanla “Mevhibe Yaren’in Siyah Jartiyeri” aynı anlamlara farklı biçimlerde işaret eder. Aynı tasarımcının odağına yerleştirdiği cinsellik ve erotizm etrafında ördüğü farklı öyküler söz konusudur. Bu konu salt kadın erkek bağlamında değil, farklı kimlikler üzerinden de işlenir. “Kutucuklar”da farklı, “Siyah Külot”ta daha farklı biçimlerde yine cinsellik söz konusudur. Bu anlamda cinsellik ve erotizmin her hâlinin işlendiğinden söz edilebilir.
Bir Nedene Sunuldum’daki öykülerin etkisi kitabın ismiyle beraber başlar. Yalçın Tosun’un kitapları arasında şiirsel düzeyi en fazla olanı budur dense, yeridir. Daha önce yayımlanan öykü kitaplarına bakıldığında da dildeki ritmin özellikle bu kitapta giderek arttığı söylenebilir. Bu konuda birçok örnek verilebilir. Şiir, sürekli düzyazıyı kırma eğilimi göstermektedir. Neredeyse bütün öykülerde bunun için düzyazı formunda meydana getirilmiş kesiklikler/kesintiler vardır. Şiir ve şarkı sözü de yazan Tosun’un bu üç farklı türü metinlerinde kimi zaman doğrudan kimi zamansa dolaylı yoldan birbirine yakınlaştırdığı söylenebilir. Örneğin;
“Koyult küskünlüğünü.
Biraz ağla.
Elinin kararsız bir hareketiyle kapat sonra pencereyi.”[2]
veya;
“Çünkü herkes biraz hayal kırıklığıdır.
Çünkü benim ellerimden aktı bu yüz.
Öpülmemişlikten.
Yoksa neden aksındı?”[3]
kısımları öykülerin arasında dolanan şiirler değil midir? Bu, aynı zamanda farklı tür olarak tanımlanabilecek (şiir, şarkı sözü gibi) metinlerin aynı tasarımın içinde eritilmesidir. Bu erimeyle ortaya çıkan yapının, yazarının karakterine işaret ettiği düşünülebilir.
Yazmaya başladığından beri öyküyü düşünen, işleyen ve hep odağına sâdık kalarak yazan Yalçın Tosun’un giderek derinleştiği söylenebilir. Öykülerindeki sarsıcılık ve yeri geldiğinde sert hamleler yapan yapısı bu derinleşmenin önemli ipuçlarındandır. Örneğin daha ilk öyküde (“Kiraz’ın Kokusu”) okuyucu, tekil birinci şahsın ağzından bir aşk öyküsü okuduğunu düşünürken olay bir anda bambaşka bir boyuta geçer, olaya yasaklar, engeller, vicdan azabı gibi unsurlar girer ve ensesti işleyen bir anlatı ortaya çıkar. Okuyucu aslında bunun Yalçın Tosun’un öykülerinden beklenebilecek bir hâl olduğunu bilse de burada bir ânda hazır olmadığı bir duvara çarpar. Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’den itibaren Tosun’un benzer konular etrafında dolaştığı söylenebilir. “Kiraz’ın Kokusu”nu duymalı mıyız, yoksa başımızı mı çevirmeli? Hangi yüzyılda olunursa olunsun hâlâ aşılamamış ve aslında kişinin sadece çevresiyle değil kendisiyle de yüzleşmesini gerektiren bu türlü bir aşkın varacağı nokta, özlemi, büyüklüğü, arzusu yasaklılığıyla orantılı mıdır; bu bilinmese de karmaşası üst düzeydedir.
Beş bölümden oluşan kitapta hep başka şeylerin içinden/üzerinden geçer okuyucu. Bunun en önemli nedeni yazarın tasarımıdır. İlk bölümde kokunun büyüsüne kapılınırken (“Kiraz’ın Kokusu”, “Fesleğenler”) ikincisinde dehlizlere, karanlık “yerler”e dalınabilir (“O Mahrem Dehliz”, “Bir Berber Hikâyesi”), bir başkasında nesnelere, ötekinde kişiliklerin geliştirdiği yüzlere (“Kutucuklar”, “Zigon Sehpanın Üstü”). Merkez aynıdır ancak görünüm sürekli değişir. Bu anlamda Tosun’un bir yazar olduğu kadar “tasarımcı” olduğu söylenebilir. Özellikle modern anlamda tasarımların metinlere kattığı boyut düşünüldüğünde kitabın değeri daha da artar. Bu anlamda James Joyce, William Faulkner, Jorge Luis Borges gibi isimler anlatının formunu kırıp ondan yeni şeyler çıkarmalarıyla ön plana çıkmaktadır. Yalçın Tosun da kitabında öykülerin formunda değişikliklere gitmiş, anlatıda farklılıklar meydana getirmiştir. Bunda anlatım tarzının değişkenliği ipuçları vermektedir. “O Mahrem Dehliz”de andığı Albert Gleizes de bu konuda değerlendirilebilir. Paul Cezanne’la tanıştıktan sonra izlenimcilikten sıyrılıp farklı biçimler denemeye başlayan Gleizes kendine has bir yapı kurmayı başarmıştır.
Öyküde form her zaman önemli bir konudur. Bir Nedene Sunuldum’un özellikle son bölümü bu anlamda farklı bir değer taşır. Burada öykülerin formundaki farklılıklar hemen göze çarpar. Örneğin “Yardımcı Erkek Oyuncu” adlı öykü üç koldan akar; bunlar normal akan metnin dışında italikle ve parantez içiyle devam eder. “Annem elimden tutmuş seçmelere götürmüş. Onca çocuk arasından ben seçilmişim.”[4] Ana karakterin anlatımından sonra italikle anlatıcı sözü devralır: “(Ne seçmesi ne kurulu yahu. Yapımcı Adnan Bey babamın dükkân sahibiymiş.)”[5] Hemen ardından tüm bu yaşananların düşünüldüğü âna gidilir, bunlar italikle ayrılır: “Otobüs gene ağzına kadar dolu. Her binen önce bir bakar…”[6]
“Dili” öyküsü tek bir blok hâlinde kesintisiz veya anlatının kendinden başka bir şeyin girmeyeceği biçimde akar. “Bir Med Cezir Yokluğu” ölüyle diriyi birleştirir, bir yandan onları konuşturur, üstelik ölüm tüm şiirselliğiyle konuşur.
“Sevişmediğinden de ölür mü insan?
Ölür elbet.
Ben öldüm.”[7]
“Nedir, zaten evdeki hiçbir şey eskimemiştir.
Boz ışıkta hep aynı köşeden, aynı şarkıyı söyler.
Dalga geçer, yüzüme yüzüme vurur gibi…
Hiçbir şey eskimez, evet bu evde.
Bir benden başka.”[8]
Yalçın Tosun, eseriyle kendini “bir nedene sunar”. Peki, bu neden nedir? Kitabın adından itibaren bu düşünceyle yola çıkmak gerek. Yazar, kendini hangi nedene sunabilir? Öykülere bir de neden-sonuç ilişkisi içinde bakıldığında her birinin işaret ettiği şeyler bulunabilmektedir. Sözgelimi “Yardımcı Erkek Oyuncu” öyküsü. Burada metin iki koldan akmaktadır. Birincisinde olmamış, düşte kalmış ve sadece arzulanmış bir gelecek anlatılmaktadır. Metin böyle başladığından okuyucu hemen buna odaklanır ve bu tozpembe düş içinde kendini gökyüzünde bulur. Oysa biraz sonra yazar okurunu başka bir atmosferle karşılaştırır. Asıl durumun ne olduğu anlaşılır. Meğer anlatılan karakter dibe vurmuş, toplumun içindeki herhangi birine dönüşmüş bir oyuncu eskisidir. Yıldızı parlamadan sönen onlarca, yüzlerce, binlerce kişiden biri. Yıldızının hiç parlamayacağı bilinen belki de. Bu, öykünün ikinci kolunu meydana getirir. İşte burada, yazarın “neden”i üzerinde durulmalıdır. Neden bu hâle gelinir? Bu sorunun ontolojik, psikolojik, sosyolojik birçok nedeni olabilir. Öykü karakterinin sınıfsal durumu ortadadır. O hâlde bunun cevabı hangi katmandan verilebilir? İşte burada yazarın kimliği ortaya çıkar ve okuyucuyu hiç yadırgatmayacak bir biçimde her şey gözler önüne serilir. Yazar, okuyucusunu anlattığı “şey”e inandırmayı başarır. Baştan beri anlatılan kişi, bütün yönleri, düşünceleri, hayalleri ve buna taban tabana zıt gerçekliğiyle sunulur. Yazarın gerçeği ve nedeni, aslında olduğumuz ve olmak istediğimiz veya olmayı düşlediğimiz kişi arasındaki ilişki, durumdur. Biz, bir yandan olmak istediğimiz kişi olmak için mücadele ederken alttan alta birçok şeyle de mücadele ederiz. Bu mücadele, bizi gerçek hayat ve şartlarla karşılaştırır. Bu noktada ise aslında kimi zaman savaşı kaybeder, çıldırır veya hayallerden ördüğümüz başka bir gerçeklikte yaşamaya koyuluruz. Tosun da işte tam bu noktayı kendisine merkez seçer ve bu “neden” üzerinde durur. Gerçeğin diliyle hayal perdeleri birbirini yalanlar ve yazar burada niyetini gerçekleştirir. Düşünülen/düşlenenle yaşanılan farklıdır ve çoğu zaman bir sarmal hâlinde olup birbirine karıştırılır.
Yalçın Tosun, öykülerinde okuruna gül bahçesi vadetmez. Tam tersine, onu hiç bilmediği bir vadide dikenler arasında bırakır. Bu anlamda onu okumaya başlamakla beraber hissettiklerimizle düşündüklerimiz arasında tasarlanan çeşitli kuralların/yasaların çelişeceği de kabullenilmiş olur. Kitapta yer alan öyküler insanoğlunun asırlardır süregelen tutumlarına farklı cephelerden hücum eder, tabular yıkılır. “Mevhibe Yaren’in Zifaf Jartiyeri”nde evliliğin ilk gecesine dokunulur, “En Uzak Dağ”da konuşulmaktan çekinilen siyasi konulara girilir, “Bir Med Cezir Yokluğu”nda dul bir kadının arzuları, şehvetli yanı işlenir. Konuşulması bile sanki bir yasak olan konular böylelikle gündeme getirilir. Bu, doğrudan bir saldırıyla gerçekleşmez. Her şey olabilecek bir “neden”i imler ve bağlamı kurar. Zaten yapının sağlamlığı buradan gelir. Güçlü bir hatibin nutukları değil, iyi bir edebiyatçının oya gibi işleyen cümleleri bunu gerçekleştirir. Gürültüyle söylenen tüm sözler unutulmaya terk edildiğinde insanın içine dokunan sözler yarına kalır. Her şey yerli yerinde oluverir.
Sevişme, eylemler arasında başı, sonu ve devamı en uyumsuz olanlardandır biraz da. Yalçın Tosun’un öykülerinde bu hissedilir. Sevişme, bir kırılma noktası gibidir. İşte tam olarak burada tasarıma dâhil edilir. İnsan, içgüdülerine ve doğasına karşı koyamaz. O âna kadar bir gerilmeyle birlikte ilerleyip durulur. Ta ki sevişme gerçekleştikten sonra başka şeyler devreye girer. Aslında burada ortaya çıkan şey yine insanın doğasıdır. “Kiraz’ın Kokusu” ve “Siyah Külot” bu anlamda öne çıkar. Düşünme başlar, artık bedenin arzuları tatmin edilmiştir. Kimle sevişildiği, bunun nasıl olduğu gibi birçok soru insanın aklında hudutsuz gedikler açar. Bir yanda Kiraz’ın kokusu duyumsanırken öte taraftan Kiraz’ın kimliği her şeyi örten bir karabasan gibi üste gelip yerleşir. Bunun içinden nasıl çıkılacağıysa bir muammaya döner. Üstelik bu kimliğin üstüne bir de telafisi mümkün olmayan şeyler, yapılamayacak itiraflar, söylenemeyecek sözler karışırsa anlam daha da karmaşıklaşır. Tüm bu olanlardan sonra Kiraz’la yaşananların bedeli nasıl ödenebilir? İşte burada, Lâle Müldür’ün arzusu gerçekleşir. Kötü bir şey olur, âşık olunur. Kiraz, ardında kalan bunca şeyin ardından kaybedilen bir eş ve belki eşten daha çok kaybedilen bir çocuğun yasını tutmaya yazgılanır. Burada da metne yine genel olarak “erotizm”in hakim olduğu belirtilmelidir.
“Anlamak”, “anlaşılmak,” anlam”. Bunlar Yalçın Tosun’un üzerinde durduğu “meseleler” biraz da. “Fesleğenler”deki şu cümle önemlidir bu bağlamda: “Anlayamazsa ölecekmiş gibi geliyordu hatta. Ne tuhaf. Oysa anlamaktan da ölebilirdi insan. Fazla anlamaktan ölebilirdi.”[9] Sâre Hanım, şehvet içinde dolanırken etrafı ona bunu hatırlatacak şeylerle çevrilidir. Bakış, her yerde aradığına odaklanır. Öyleyse yine merkezin etrafına örülmüş yapılardan söz edilebilir. Komşular, sokaktaki insanlar ve çiçekçi bu anlamda onun ilgisini çeker. Ancak tüm bu ilgi, onun kim olduğunu ve neyi düşlediğini bilmeyen, dahası bilmek de istemeyen insanlar nedeniyle ölmeye mahkûmdur. Dolayısıyla anlama ve anlaşma edimi burada geçersiz bir hâl alır, zira bu tek taraflı gerçekleşecek türden bir eylem değildir. Tosun, okura bu eylemin ne denli güç gerçekleşen bir edim olduğunu böylelikle açıkça ortaya koyar ve metinler arası ortak bir edim olarak bunu belirli aralıklarla gündeme getirir.
Öykülerin bir diğer ortak noktası dışlanmış veya buna meyilli insanların söz konusu edilmesidir. Bireyliğini kavrayan her insan istemsizce toplumdan uzaklaşır. Toplum, bir tepki olarak ötekileştirmeyi seçer. Bunu yapan sadece toplum da değildir, kişinin en yakınındakiler de böyledir. Sâre Hanım’ın kocası, Kiraz’ın çevresi, baskı altındaki Mina, arkadaşları arasında çekingen Eren… Hepsi, ötelenen ve birey olarak varlığını kavramış kişilerdir. Bunun “neden”i kendilerindeki farklılığı hissetmeleri ve bunun üzerine gitmeleridir. “Pembe Yuvarlak”ta ana karakterin plajda yaşadığı tam da kendinin ve kimliğinin farkına varmasıdır. Aynı şekilde “Sığınaksız”da annesiyle telefonda görüşen ana karakter aile yapısının zayıflığını, bu bağların kırılganlığını kavrar.
Baskı, her yerde farklı biçimlerle de olsa insanı köşeye sıkıştırırken ona başka pencereler açar veya kişinin onları görmesini sağlar. Yani bir anlamda sıkışmışlık, kendi içerisinde farklı açıklıkları meydana getirir. Dışarıda körelen insan içeride açılabilir. “Kutucuklar”, “O Mahrem Dehliz” bu tür öykülerdendir. Bu anlamda “baskı”nın ufku açabilecek bir yanının olduğu söylenebilir. Tıpkı büyük savaş çağlarında, insanlığın karanlık yıllarında, geçmişin boğucu günlerinde meydana getirilmiş onca sanat eseri, onca kitap, onca yaratıcı düşünce gibi. Bu yüzden Esra’nın baskı altında olduğu şirkette sürekli tuvaletlere giderek kendini rahatlatması ve bu baskıdan cinsel yolla bir kaçış araması gayet anlaşılabilir bir şeydir. Baskı altındaki insan, kendisine farklı bir kimlik veya rahatlama yolu açar. Esra örneğinde bu, cinsel yasaklara karşı gelme hâlini alır. Baskı, bir başkadırıyı beraberinde getirir.
İlk öykülerinin yayımlandığı günden bugüne kadar Yalçın Tosun’un kendi konuları ve atmosferi etrafında bir yapı kurduğu söylenebilir. Jorge Luis Borges’in sözüne atıfta bulunacak olursak, onun sürekli “aynı şeyi” başka biçimlerde yeniden ürettiği söylenebilir. Kitapta yer alan “Karganın Merhameti” adlı öykü daha önce Murathan Mungan’ın derlediği Bir Dersim Hikâyesi’nde yayımlanmış ve bu kitapta kendine yer bulmuştur. Yıllar önce yazılmış bir öykünün bu kitabın içinde (Bir Nedene Sunuldum) hiç sorun çıkarmadan kendine bir yer edinmesi aslında yazarının bu yönüyle alakalıdır. Okurunu benzer örüntüler etrafında dolaştırıp kendini sürekli yeniden ve güçlü bir şekilde inşa edebilmesi Yalçın Tosun’un yetkinliğinin bir göstergesidir. Bu, aynı zamanda kitabını arayan öykünün yerini bulması, bir tasarımcı olan yazarın eserini ona uygun olarak gördüğü yere konumlandırmasıdır.
Cinsellik hastalıklı bir konu mudur? Yalçın Tosun’un öykülerinde farklı metot ve denemelerle işlenen bu konu ne ulvidir ne de bayağı. Hep olduğu gibi doğaldır. Önce fiziksel, ardından duygusal yönüyle gündeme getirilir. Cinselliğin işleniş düzlemi budur. Bu bakış, onu olduğu gibi tutmakta ve hastalıklı bir konu olmaktan çıkarmaktadır. Bu da aslında diğer konularla, sözgelimi baskı, yok sayma, anlaşamam, bağıntılı ve iç içedir. Dolayısıyla Tosun’un bu konuyu onu çevreleyen ana unsurlarla beraber ele alması ve ondan kendi içinde tutarlı yeni metinler çıkarması oldukça önemlidir.
Yalçın Tosun, Bir Nedene Sunuldum’da bir tasarımcı olarak yazar kimliğini ortaya koymuş, öykülerini düzenleyişi ve içeriğini belirleyişiyle kendine has tutumunu devam ettirmiştir. Hep aynı şeyin farklı biçimlerle sürekli ve sürerliliğini koruyarak işlenişi onu kristalize eden bir yapıya işaret etmektedir. Tüm bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda “bir tasarımcı olarak yazar”ın biçim üzerine çalışmasının ne denli önemli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bir tasarımcı yazar olarak Yalçın Tosun, her kitabında aynı temel üzerine farklı bir çatı çıkan özel bir sanatçıdır.
[1] Yalçın Tosun, Bir Nedene Sunuldum, YKY, İstanbul 2015.
[2]A.g.e. syf: 16
[3]A.g.e. syf: 126
[4] A.g.e. syf: 113
[5] A.g.e. syf: 113
[6] A.g.e. syf: 113
[7] A.g.e. syf: 127
[8] A.g.e. syf: 128
[9]A.g.e. syf:18
İlk yorum yapan olun