.

Fatma Nur Kaptanoğlu: “Yazmak benim için kendimi en doğru ifade etme biçimi.”

Abdullah Ezik – İpek Bozkaya – Esin Hamamcı

Abdullah Ezik, İpek Bozkaya ve Esin Hamamcı, bu ayki Odak Yazar dosyası konuğumuz Fatma Nur Kaptanoğlu ile edebî serüveni ve kitapları üzerine konuştu.

Abdullah Ezik: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldunuz. Doğrudan edebiyat eğitimini almanız sizi nasıl etkiledi/besledi?

Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne çok isteyerek gittim. Hatta tek tercihim bu bölümdü diyebilirim. Nedeni öğretmen olmak değil, yazar olacağıma duyduğum inanç ve güvenle Türkçenin yolculuğunu görmek, nereden başladığını, nereye evirildiğini ve ileride nereye ulaşabileceğini tahmin edebilmek ve tabii dilin sınırlarını zorlamaktı. Birçok açıdan beni hayal kırıklığına uğratan bir bölüm olsa da birçok konuda da kendimi bulmamda ve hedefime ulaşmamda önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum.

A.E.: 2011 yılından itibaren öyküleriniz çeşitli mecralarda yayımlandı. Nasıl kurgu metin üretmeye karar verdiniz?

Tabii ki bir sabah uyanıp bir anda kurgu metin yazmaya karar vermedim. Bu, yazmaya başladığım ilk andan beri denediğim, gözlemlediğim, öğrenmeye çalıştığım bir süreçti. Kafamın içinde birbirine bağlanan olayların, görme biçimlerimin ve “ben olsam bunu kesinlikle böyle anlatırdım” ya da daha farklı bir taraftan “keşke bunu bu şekilde anlatan ben olsaydım” serzenişlerimin bir bütünü aslında kurgu metin çabalarım.

A.E.: İlk dönem metinleriniz üzerine ne söylersiniz? Geçen 11 yıllık süreç sizin için nasıl geçti/gelişti?

Elbette ki çok şey değişti ve gelişti (iyi ki 🙂 ). İlk metinlerim, kendi sesinden uzak, meraklı, gösterişli ve çok fazla kelime ya da uzun cümlelerle bir durumun/olayın en iyi şekilde anlatılabileceğine inanan toy ama elbette ki heyecanlı metinlerdi. Bu metinler, zaman içinde hem yaş almanın hem de okuma perspektifinin gelişmesiyle birlikte daha sade, hatta çok sade büyük hikâyelerin peşinde koşmayan, anlaşılır ve küçük kelime oyunlarını hedefleyen bir konuma geldi.

A.E.: İlk öykü kitabınız Kaplumbağaların Ölümü 2017 yılında yayımlandı. Bu ilk kitap gerek kurgusu gerekse yarattığı dil ile büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu ilk kitabın sizdeki ve edebiyatınızdaki yeri nedir?

Aslında Kaplumbağaların Ölümü tam olarak benim dilimi ve edebiyat anlayışımı yansıtan bir kitap diyemem. 24 yaşında ve aklı başına geldiği andan beri yazar olmak isteyen, bunun için kendi küçük dünyasında elinden gelen her şeyi yapmış, heyecanlı, umutlu, gururlu ve kendine çok inanan bir kızın kitabı Kaplumbağaların Ölümü. Bu kitapta okuyucuyu en çok etkileyen duygunun samimiyet olduğunu düşünüyorum. Şu an üzerine çalışsam tüm hikayelerin değişeceğini bilsem de ilk kitabımdan razıyım. Kitabın değişmeden kalmasının hem okuyucuyla aramdaki mesafeyi yakınlaştırdığını hem de kendi dilimin ve yazarlık yolculuğumun gelişiminin en somut kanıtı olduğunu düşünüyorum.

A.E.: İkinci öykü kitabınız Homologlar Evi, Kaplumbağaların Ölümü’nden iki yıl sonra okurla buluştu. Bu iki yıllık süreçte üretmeye ara vermeden devam ettiğiniz gözüküyor. Yazmak sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Ben sürekli yazmayan ama aralıksız yazmayı düşünen ve bunu pratiğini yoğun iş ve özel hayatımın içine yerleştirebilmiş bir yazarım. Bu da beni hem üretken hem de sınırları zorlayan biri haline getiriyor. Çünkü yazmak benim için kendimi en doğru ifade etme biçimi. Ve insan olarak var oluşumuzun temelinin “anlaşılmak” olduğunu göz önünde bulundurursak yazmak benim vazgeçilmezlerimden ve hayatımın merkezinde duruyor.

A.E.: 2021 yılında üçüncü öykü kitabınız Ateşten Atlamak yayımlandı. Bu kitap özelinde dikkatimi çeken özel bir konu var: Öykülerinizi daha başından beri bir kitabın parçaları olarak mı tasarlıyorsunuz yoksa farklı dönemlerde kaleme aldığınız metinlerden bir bütün mü çıkarmayı tercih ediyorsunuz?

Kitabı yazmaya başladığım anda çoğunlukla hikâyenin ana krokisi, yazılacaklar, karakterler, karakterlerin isimleri belli oluyor. Yazmaya başladığımda yolda sürprizlerle karşılaşmaktan ve konunun merkezinden uzaklaşmaktan çok hoşlanmıyorum. Bu nedenle her şey en baştan belli oluyor. Elbette her şey yazarın kontrolünde olamaz ve yolda karşılaşılan durumlar illaki olur ancak bunu en alt seviyede tutmak ve yola çıkmadan önce belirlediğim rotadan çok da ayrılmamak prensiplerimden biri.

A.E.: Bugüne kadar okurla buluşan üretimleriniz hep öykü çerçevesinde gelişti. Bu noktada, bir tür olarak öyküye yaklaşımınız nasıldır?

Öyküyü hiçbir zaman romana bir basamak olarak görmedim. Türler yazarın seçtiği konular ve bu konuları işleme biçiminden yola çıkılarak oluşuyor. Anlatmak istediğimiz konu neyse ve neyi hedefliyorsak tür orada devreye giriyor. Ama uzun öykü, kısa roman, novella… bu kadar önemli mi emin değilim. Benim, öykünün yanında durmamın ve onun üzerine çalışmamın temel sebebi hata payının ve kontrol kaybının romana göre daha az olması. Böylece mükemmele yakın doğru metine -asla mümkün olmayacağını bilsem de- biraz daha yaklaşıyorum.

A.E.: Öykülerinizin ana hatlarıyla şehirli karakterler etrafında geliştiği söylenebilir. Odak noktanızdaki karakterlerin şehir ile ilişkisi, onu anlamlandırma ve biçimlendirme serüveni oldukça özel. Şehir ve şehirli karakterlerinizi yaratma süreciniz nasıl gelişir? Sizin için şehrin anlamı nedir?

Ben doğma büyüme Marmarisliyim. Küçük bir sahil kasabasında canı çok sıkılarak büyümüş ve bu sıkıntıyı biraz da olsa sanatla dindirebilmiş biriyim. Çocukken de gençken de hayalim büyük şehirlerde fırsatlar ve ihtimallerle bezeli bir hayat yaşamaktı. Bu nedenle şehirli insan meselesi her zaman merak duyduğum ve” şehirli” olduktan sonra da büyük bir şaşkınlıkla bu  hayatı yaşamaya çalıştığım, edebiyatımı şekillendiren en önemli unsurlardan biri. Ancak neresi olursa olsun doğup büyüdüğümüz yerle olan bağımız her zaman baki. Ve bir sanatçı olarak o bağın size getireceklerini göğüslemek ve üretmek bir noktada kaçamadığımız bir durum. Ben Ateşten Atlamak’ta sobelendim. 🙂

A.E.: Gündelik olay ve gelişmeler, konu olarak öykülerinizde özel bir yere sahip. Gündelik yaşam ile ilişkiniz nasıldır? Gündelik olan metinlerinize nasıl ve hangi yönüyle sızar?

Yaşamadığımı yazmam gibi büyük laflar etmeyeceğim ancak dolaylı ya da doğrudan deneyimlemediğim, paylaşımda bulunmadığım, yakından dinlemediğim bir konu hakkında yazmayı tercih etmiyorum. Bu nedenle yazdığım her şey çoğunlukla ben ve bir o kadar da değil. Bu nedenle günlük hayatın içindeki sıradan olaylar benim metnimin temelini oluşturuyor. Çünkü ben de sıradan bir hayat yaşayan, büyük olayları ve tesadüfleri olmayan, sıradan biriyim. Yazdıklarım da elbette bunlardan beslenecek.

A.E.: Öykünün yanı sıra reklam yazarlığı ve kreatif direktörlük de yapıyorsunuz. Bu noktada yazarlık sizin için yaşamsal bir anlam da barındırıyor. Yazma ve yazma dürtüsünün sizdeki karşılığı nedir?

Tüm hayatım ve kariyerlerim “yazmak” merkezine kurulu. En merkezde her zaman o var. Bu diğer tüm gelişmeler ve başarılar o merkezin kolları. Zorlandığımda o kollar kesilebilir, yerine yenileri eklenebilir, büyüyebilir, kısalıp uzayabilir ancak o merkezin çevresindeki her şey merkezin yerini daha da sabitlemek ve güçlendirmek için var.

Kaplumbağaların Ölümü:

İpek Bozkaya: Kaplumbağaların Ölümü‘nde öykülerin kendi mikro evrenlerinde bir kurgu çerçevesinde olduğunu görüyoruz, fakat yer yer de kurgudan soyutlanıp sadece edebi dile yatırım yapan bir forma bürünüldüğü oluyor. Bu yazma süreci teknik olarak sizde nasıl işliyor?  

Kaplumbağaların Ölümü yukarıda da bahsettiğim gibi küçük anlara, hatta dakikalara odaklı olaydan ziyade durum öyküleri. Kimileri “öykü denemez bunlara” gibi ifadelerde bulunmuştu ama bilemiyorum. Denemez mi acaba? 🙂

İ.B.: Bir yazar olarak dilinizi kurmada beslendiğiniz, bu şekilde -hem türsel hem de üslup bakımından- bir aktarımda etkisi olan kaynaklar, kaynak yazarlar var mıdır? 

Elbette bu yolda, aynı zamanlarda yaşamasak da yan yana yürüdüğüm çok yazar ve şair var. Hepsinin bendeki yeri apayrı. Genellikle isim vermemeyi tercih ederim ancak Kaplumbağaların Ölümü’nün oluşma evresinde içime ateş düşüren iki yazar var: Calvino ve Ingeborg Bachmann.

İ.B.: Kaplumbağaların Ölümü‘nde gündelik hayatın duruluğu genel bir fon olarak kitabın dilini ve üslubunu kurmada etkiliyken, kitabın adı için seçilen öyküde de geçtiği üzere ölüm teması iki öykü hariç her öyküde belirgin. Ölüm teması yazma eylemi için bir katalizör görevi görüyor diyebilir miyiz? Ya da süreç içinde uğranılan bir durak mı bu tema?  

Bu, sanırım aklım başımdayken ölümü ilk kez yakından görmemin neticesi. Ölüm kavramının somut varlığı hayatımın gerçekliğine düştüğünde bu konu üzerine kafa yormaya ve gözlemleyeme başladım. Ölüm kavramı da ister istemez Kaplumbağaların Ölümü’nün önemli bir durağı oldu.

Homologlar Evi:

A.E.: Homologlar Evi, giriştiğiniz deneysel denemelerle dikkat çeken bir eser. Bu kitaba yön veren biçimsel denemeler gücünü nereden alır? Kitabın deneysel yönü üzerine ne söylersiniz?

Dile olan merakım ve uğraşım hem üslup hem de biçimde kendini gösteriyor. Homologlar Evi bu iki ana unsurun en önemli çıktısı. Temeldeki arzu, yaşadığım ve mücadele ettiğim hayat içindeki görme ve gösterme biçimlerini öykülere de dahil etmekti. Bu cesareti gösterebildiğim ve risk alabildiğim için oldukça mutluyum.

A.E.: Kitapta birebir yaşanmış kimi olaylara da yer veriyorsunuz. Yaşanmışlık ve deneyim, “Homologlar Evi” öyküsüne nasıl etki etti?

Her kitabımda olduğu gibi Homologlar Evi de baştan sona yaşanmış hikâyeler olmasa da deneyimlenen ve uyarlanan hikâyeler. Hayatta genelde izleyici pozisyonunda olmaktan çok memnunumdur. Beni ve yazarlığımı besler bu durum. Homologlar Evi de izleyici koltuğumdan ara ara olaylara dahil olduğum ve bunu göstermekten çekinmediğim bir eser.

A.E.: Homologlar Evi’nde WhatsApp konuşmalarından fotoğraflara dijital çağ ile de yakından temas kuran, çağı içine alan bir öykü evreniyle karşı karşıyayız. Peki tüm bu deneyimler, çağ ile öyküleriniz arasında ne tür bir temas kurmanızı sağladı?

Dijital bir çağda yaşayan genç bir yazarım. Ailemle Whatsapp üzerinden konuşuyor, Youtube’dan yemek tarifleri izliyor, Spotify’dan müzik dinliyorum. Bunlar hayatımın gerçekleriyken ve her ne acı, sevinç, keder yaşarsam yaşayayım çağın getirisi olması nedeniyle sürekli devam ederken öykülerime dahil olmamaları kaçınılmazdı.

A.E.: Kitapta yer alan diyaloglar, ifadeler, duygulanımlar, tablo ve fotoğraflar bir üslup özelliği/gerekliliği olarak yorumlanabilir mi?

Aslında bu anlatmak istediğimizi anlatma yöntemine göre şekillendirmekle ilgili. Kimisi bu çabaları fazla, bakir ve anlamsız buldu ama kimileri de bu çabanın saygıya değer olduğunu düşündü. Açıkçası burada asıl buna ihtiyaç duyan ve söz hakkına sahip olanın metin olduğunu düşünüyorum. O metinlere bu çağrışımlar ve çabalar gerekiyordu. Sınırlarda dolaşan ama sınırları bir türlü zorlayamayan o karakterleri gerçekten geçilmiş sınırlar ve büyük büyük cesaretler kadar en iyi ne anlatır?

A.E.: Öykü yazmak, bir öykü kitabı tasarlamak birçok açıdan roman veya şiir kitabı kaleme almaktan daha farklı bir yapı içerebiliyor. Kimi yazarlar için başlangıçta belirli konu ve pratikler üzerinden hareket etmek, kimileri içinse kitabı bir bütün olarak sunmak önemlidir. Homologlar Evi, bu noktada aslında bir iskelet üzerinden hareket ediliyormuş hissi uyandıran güçlü bir eser. Homologlar Evi’nin zemini/iskeleti üzerine ne söylersiniz?

Yukarıda da bahsettiğim gibi her eserimin krokisini önceden hazırlıyorum. Yolda farklı ve beni asıl meseleden uzaklaştıracak ihtimallerden kendimi olabildiğinde soyutlarım. Bu da öykü kitaplarımın “öylesine ya da doldurma amaçlı” olmadığının okuyucu tarafından fark edilmesini ve ona göre değerlendirilmesini sağlar. Homologlar Evi’ndeki bütünlük kitaba adını veren öyküden de anlayacağınız gibi asla mümkün olmayan, hayatlarında o ya da bu nedenle artık olmayan kişilerin homologunu arayan ama bu sonuçsuz arama ve beklenti içinde kaybolup giden insanların öyküleri. Tam da bu nedenle hem güçlü hem de zorlayıcı bir yapıda diyebilirim.

A.E.: Homologlar Evi’ndeki öykülerin kendi içerisinde birçok “hesaplaşma” barındırdığını söylemek de mümkün. Hesaplaşma meselesi, sizin edebiyatınıza nasıl yansıdı? Bu hesaplaşmaların odağında ne var?

Hesaplaşmadığımız hangi var ki 🙂 insan olmanın temelinde hesaplaşma var. İlişki dinamikleri benlik farkındalıkları hep hesaplaşmalar üzerine kurulu. Homologlar Evi, bir hesaplaşma ve bu hesaplaşma sonrasında da yolları ayırmadan, olanın olduğu kabul edilip bir arada kalabilmenin öyküleri. Bu hesaplaşmaların odağında elbette ki aşk var. Çünkü hayatı anlamlı ve yaşanır kılan iki şey vardır: Aşk ve sanat.

A.E.: “Giardino di Rose Bu Sabah Kalbinin Eskisi Gibi Atmayacağını Öğrendi”, ismiyle de Rose karakteriyle de dikkat çeken, okuru da büyüleyen öykülerden birisi. Rose’un davranışları, hassasiyetleri, düşünceleri bu noktada ortaya güçlü ve ayrıksı bir kadın figürü çıkarıyor. Rose’u bunca ayrıksı kılan nedir?

Kendine has, hesapsız kitapsız olması. Sanırım yoğun bencilliğinin de bu ayrıksılıkla ilgisi çok. Çünkü Rose, her şeyin kendisine göre olmasını istiyor ve hayatındaki herkese de bunu açık yüreklilikle söylüyor. Zor, karmaşık ama dinamik bir karakter. Zaten Rose’un tepkilerinden çok anlatıcının zihnindeki varsayımlarla Rose’un karakteri hakkında bilgi ediniyoruz. Çünkü o da herkes gibi aslında çok özel bir kadın değil sadece tahmin ettiğinizden daha çok sevilmiş bir kadın. Her haliyle.

Ateşten Atlamak:

Esin Hamamcı: Marmaris’te geçirdiğiniz yıllarınızın etkisini eserlerinizde görmek mümkün. Bu coğrafyada sizi etkileyen, kendine çeken unsurlar nelerdir? Edebiyatınız ve bu coğrafya arasında nasıl bir ilişki vardır?

Marmaris’le her zaman gelgitli, tutkulu ve çoğunlukla kaç-kovala ilişkisi içindeydik. İnsanların “cennet” diye bahsettiği bir yerden benim arkama bakmadan kaçmayı istemem çoğunlukla olağan görünmüyordu. Fakat insanların doğup büyüdüğü yerle, yerden bağımsız olarak her zaman bir hesaplaşması oluyor. İlk iki kitapta yeni başladığım şehirli hayatının da etkisi ve şaşkınlığıyla Marmaris’in herhangi bir izi bile yokken Ateşten Atlamak beni, sahip olduğum değerleri hatırlamaya, küçük sahil kasabama, anneanneme, evime götürdü. Ben de bunu mutlulukla kabul ettim. Çünkü aslında bu da benim hayattaki önemli hesaplaşmalarımdan biriydi.

E.H.: Ateşten Atlamak’ta deniz kenarında başlayan, umut dolu bir bahara yelken açan bir öykü. Burada öykünün adı “ateşten atlamak” da hikâyenin içinde barındırdığı anlamla birlikte çoğalıyor. “Ateşten atlamak” hem ilişkide cesur bir adıma hem de bir eşiğe işaret ediyor. Siz bu öyküyü kurarken “ateşten atlama”nın öyküdeki manasını nasıl tanımlarsınız?


Ateşten Atlamak, Hıdrıellez ve ateş sembolleri çerçevesinde gelişen bir hikâye gibi görünse de temelde sahip olduğu metafor, hayatın bize sunduğu ve atlamamız gereken o eşikler. Acıları karşılaştırmak ne kadar yanlışsa cesaretleri karşılaştırmak da o kadar yanlış. Daha önce de söylediğim gibi herkesin atlaması gereken ateş bambaşka. Bu nedenle ilk karakterin problemleri ve atması gereken eşik daha büyükmüş ve bunu başarabilmiş görünse de ikinci öyküdeki Abaven’in küçücük bir ateşten atlayamaması, insan olmanın ve dönem dönem iki konumda da olabileceğimizin en büyük göstergesi.

E.H.: Ateşten Atlamak’taki Hıdırellez günü, kendi içinde ritüelleri barındıran, bütünlüklü bir sistemi anlatırken, öykü karakterlerinin dileklerinin gerçekleşebilme umuduyla da bağlantı kuruyor. Hıdırellez’in kurgudaki etkisinin sizin için anlamı nedir? 

Hıdırellez benim ve ailem için önemli bir yere sahip. Her Hıdırellez’de sahile inip ritüelleri tamamlayamasak da kendi bahçemizde küçük ateşler yakıp, dileklerimizi dilerdik. Hayatımda ailemle birlikte bu denli tutku ve heyecanla kutladığım başka bir gün yok. Çocukluğumun ve gençliğim en iyi enerjili ve en renkli anılarının olduğu Hıdırellez’i yazmam elbette ki kaçınılmazdı.

E.H.: Birinci ve ikinci öyküdeki karakterler aslında birbirine tam ters noktada duruyor. İlki hayata cesaretle yaklaşırken, ikinci öykü karakteri daha baskın ve suskun tavır sergiliyor. Böylece Ateşten Atlamak’ta özgürlüğün iki farklı tanımına da tanık oluyoruz. Sizce bu 2 karakterin özgürlüğü hissedişi arasındaki fark nedir?

Kitabın girişindeki “her ateş şiddetine göre bir uzaklık gerektirir, yaklaşmadan anlayamıyorsun” cümlesi aslında her iki öykünün de farklı ateşlerde ve harlarda, uzaktan görünenle yaklaşınca fark edilenin başka olduğunu bize özetliyor ve her iki öyküdeki karaktere bakış açısı oluşturuyor. Hayatta her zaman çok cesaretli olmamız mümkün değil. Bu nedenle ilk öyküdeki karakter de olabileceğimiz gibi Abaven de olabiliriz.

A.E.: Son bir soru olarak, yakın dönemde üzerine çalıştığınız bir dosya/metin var mı? Fatma Nur Kaptanoğlu edebiyatı yoluna nasıl devam edecek?

Şu an yeni kitabımın dinamiklerini, konusunu, karakterimi oluşturma aşamasındayım. Bu süreç benim için biraz uzun sürüyor. Yol haritamı belirledikten sonra da yazmaya başlayacağım. Belki uzun bir öykü belki novella. Artık her ne denecekse. 🙂