.

Süreyyya Evren: “Yazar ölü olabilir ancak ölü okur olmaz, okur her zaman hayattadır.”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! evinden çıkıp bir hastaneye iş başvurusuna gitmek isteyen genç hemşire K’nın başından geçenleri anlatıyor. Genç kız sokakta birçok zorlukla karşılaşıyor, yolu giderek çetrefilleşerek birbirinden ilginç karakterlerle hatta tuhaf varlıklarla kesişiyor. Ne var ki güçlükler karşısında kendisi de güçleniyor, can kurtardıkça kendine can katıyor, yaşam gücü artıyor.

Romanın başında her şey günümüzde olduğu gibi biraz karanlık, biraz nihilizan, biraz karamsarken işler zamanla giderek farklılaşır. Gelgelelim olaylar geliştikçe her şey bir esneklik ve kendiliğindenlik hissettirir; direnmek ve mücadele etmek kadar yeri geldiğinde akışa bırakmak gerektiğini de hatırlatır eser.

Süreyyya Evren’in muzip ve felsefi lakin yaratıcı enerjiyle dolup taşan romanı bir kavram olarak “yokuş” deneyiminden yola çıkarak tam anlamıyla hayata bakışımızı tazeliyor.

Abdullah Ezik, Süreyyya Evren ile yeni kitabı Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! üzerine konuştu.

Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!, oldukça oyunlu ve okuyucuyu da sürekli olarak bu oyun hâline, okuma sürecine dâhil eden bir metin. Öncelikle romanın bu oyunlu yapısından yola çıkarak okuyucunun sizin için nasıl bir anlam ifade ettiğini sormak istiyorum. Okuyucu, sizin için metnin tam olarak neresindedir?

Çok teorik konuşmak istemiyorum bu konuda. Okuyucu bir ahbaptır sanırım. Yazarın kitap içinde randevu verdiği biridir. Randevuya gelebilir, ancak randevu yeri ona tam açılmayabilir ve yazar burada yokmuş, boşuna geldim deyip yazarı görmeden gidebilir. Yazar randevuda artık bir ‘bekler’e dönüşmüştür. Okuyucu, olur da bir boşluk bulur, veya şansı yaver gider, randevunun tam yerine sızarsa, ilginç bir karşılaşma ortaya çıkabilir. Bir oyun doğabilir ikisi arasında. Bu ihtimali diri tutmak için, biz yazar ve okuruz. Olabildiğince düz bir şekilde tuğlaları dizer gibi hem de…

Bir metne okuyucuyu da dâhil etmek, metni onunla birlikte dönüştürmek bana kalırsa oldukça performatif ve iddialı bir mesele. Sözgelimi Perec, Vila-Matas ve Cortazar gibi bu konuda oldukça ilginç denemelere girişmiş yazarlar da söz konusu. Peki metni performatif bir edime dönüştürmek, onu okuyucuyla biçimlenen ve katılıma açık eylemsel bir hareketliliğe dönüştürmek sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Şöyle hissediyorum, her his kadar yanılgan olabilir, Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’yı okuyan beni tanıyor gibi kendini düşünebilir. Ve yanılmaz da sanki. Bir kuruntu denemez buna. Ne tuhaf…

Okuyucuyu yazıcı-olmaya ve hâliyle yazmaya çekmek istiyorum bu kitapta yer alan bir ben iken ve ayrıca yazarken, ama gençlikte bir odada raflara bakıp gelecekte kitaplar içinde yaşamaya karar verdiğim ânın anısına da çekmek istiyorum, yolda yürüyüşüme, roman kahramanlarının beni buluşuna, bütün bunlarla baş etmek için düşündüğüm biçimlere, fikirlerin uçuşmasına, olayları, akışları, çağın, günün problemlerini yorumlayışlarımıza…

Metin tümüyle kendiliğinden başlıyor gibi ve okumaya koyulduysanız bir şekilde, kendiliğinden akışı okuduğunuz yerden büküyorsunuz kuşkusuz. Kitap kapalı bir programla gelmiyor, bir dalga olarak geliyor, o yüzden sizin dalganızla buluşması bana yokuşun eğimindeki bir devam yolu gibi geliyor.

Birçok yazar için (sözgelimi Marquez ve Pamuk gibi) ilk cümleler üzerinde titizlikle çalışılması gereken ve söz konusu eser bağlamında ortaya konacak düşünceyi özetleyen/en azından işaret eden temel meselelerdendir. Bu noktada Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’nın ilk cümlesi de oldukça çarpıcı: “Bir kitapta tek bir kişi yazar olamaz, eskidendi o.” Yazar, kitabına neden doğrudan yazarlık müessesini tartışmaya açarak başladı ve ilk cümlelerin sizdeki karşılığı nedir?

Bu cümlenin en güzel kısmı “eskidendi o” kısmı. Eskidendi o. Âdeta öylesine söylenmiş, gündelik dilden taşan, el kol jestlerinin eşlik edebileceği bir laf. Cümlenin ön kısmı ise belirleyici tabii. Bir kitapta tek bir kişi yazar olamıyorsa bir kitapta olmak var demektir, kitabın içi ve dışı var demektir, kitabın dışında, şimdi burada bu söyleşi mekânında sözgelimi, ben tek yazar olarak sorulara yanıt veriyorum. Burası böyle bir yer. Ama kitabın içinde, kitapta, tek bir yazar yok. Olamaz. Eskidendi o.

Süreyyya Evren

“Yazarın yazar okurun okur konumunda olması kitap başlayana kadardır.” (s. 113) Okurun kimliğini konuştuk, peki yazar kimdir?

Yazar kimdir, bunu söylemeye kalkmak da bir oyun gibi. Oynayalım: Yazar kitabın içinde bekleyen insandır. Ama bir yandan da kitabın içinde bekleyen bir kişi değil bir dalga da diyebilirsiniz. Bedensizdir. Hâlbuki okuyucu bedenle gelir. Yazar ölü olabilir ancak ölü okur olmaz, okur her zaman hayattadır. Yazar yazmayı bırakmış olabilir, metni bozmaz bu, ancak okumayı bırakmış bir okuru olmaz hiçbir kitabın. Okumak daha performatiftir.

Tabii şu da var, yazarın yazar okurun okur konumunda olmasının kitap başlayana kadar olduğunu 113. sayfada okuduysanız, 100 sayfadır okur olmadığınızın söylendiğini mi düşünmelisiniz?

Kitabın da iddiasından yola çıkarak, tek yazarlı kitaplar devri geçmişte mi kaldı, bugünün yazar(lar)ı kim(ler)dir?

Böyle bir zaman kesiti iddiasında bulunmak zamanımıza ters.

Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’nın kapağında ve arka kapak yazısında eserden bir “roman” olarak söz edilirken “panlatı” ifadesi yalnızca iç kapakta yer alıyor. Burada yazarla yayınevi arasında bir ayrışma mı söz konusu yoksa burada panlatı ile romanı iç içe geçiren bir durum mu söz konusu?

Kısa yanıt şu: Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! yokuş çıkarken roman yokuş inerken panlatıdır!

Daha uzun yanıt da şu: Roman kapsayıcı bir türdür, kendine ekler, dahil eder, formları formuna alır ve böyle büyür, bir özne olarak Roman konuşacak olsa, “Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara şimdi bir roman değilse de yarın olacaktır ve sonuçta başlangıçta da roman olmak üzere yola çıkmıştır, öyleyse vardığı yerin adı da bir süre sonra roman olur,” diyecektir. Ama kitabın kendisi söz alsa, Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’yı bir özne gibi düşünsek, bir noktada “Hayır ben roman gömleğini attım, ben bir panlatıyım,” demiştir. Öte yandan Panlatı bir özne olsa, “Bu benim doğuşum, doğduğum yer, ama tabii bir panlatının ne kadar orijini olabilirse,” diyecektir. Sonra gene Roman konuşur ve “Bekle ve gör,” der.  

Kitap, kendi içerisinde bir pan-anlatı olarak tanımlanıyor ve türle ilgili birçok özel ifade de söz konusu: “Bir pan-anlatı bütün anlatıları, var olan bütün anlatıları toplayan bir anlatı demek değildir. Bir odaklanmada, bir eğilimde, bir kesişimde, izleri bulunan, orada kesişen bütün anlatılar demektir.” (s. 158) Eserin türünü eserin içerisinde tartışmaya açma meselesi oldukça dikkat çekici. Pan-anlatının Türk okurun sıklıkla karşılaştığı bir tür olmadığını da düşündüğümüzde neden bu türde bir eser kaleme almak istediniz? Öncelikle metin aracılığıyla yapmak istedikleriniz mi yoksa metnin bizatihi kendisi mi sizi pan-anlatıya sürükledi?

Evet, panlatı ifadesine bu romanı yazarken vardım, daha önce duyduğum bir ifade değil, bir yokuş tırmanırken sözcük gözümün önüne geldi. Hangi yokuş olduğunu da söyleyebilirim, hangi eğim, öyle hatırlar ya insan, bunu şurda düşünmüştüm, vs. gibi.

Pan-anlatı demek istedim, sonra panlatı diye sadeleşti. Alıntıladığınız gibi kitapta tam tanımı veriyor, sonra hatta başka bir yerde tekrarlıyorum. Bir ritmi var…

Panlatı ‘ben’in yeri’nin akışkanlığına, evreni doğuran eğimlere dönük, kucaklayıcı bir form. Bütün anlatılarla bağı olan, ve bu bağı sınırlılıklar içinden kurmuş bir anlatı.

Bir kavram olarak “yokuş” deneyiminden hareket eden kitap, yokuş/üçgen/İyi İstanbul’a göre zamanla şekil değiştirir, farklılaşır. Yokuşun kimi zaman kendi kaderini kendisinin belirlemesi, kimi zamansa aldığı darbelere göre biçim ve yön değiştirmesi bu noktada çok önemli. Bu durum bana bu yokuşun/üçgenin bizatihi kendimiz, birer okuyucu olarak benliğimiz olduğunu düşündürüyor. Her yeni okuma deneyimi ile birlikte kendimizi yeni bir yokuşa sürüyor ve dümdüz edilen bu şehirde yeni yokuşların peşine düşüyoruz. Peki sizi bir kavram olarak “yokuş” üzerine düşünmeye yönlendiren ne oldu? Bu yokuş neresidir/kimdir/nedir?

Her şeyin başlangıcında kendimle ilgili bir dert var. Kendimle baş etme biçimimde bir değişim olduğunu düşündüğüm, hissettiğim bir dönemden sonra bu yeni kendiyle baş etme biçimine uygun yeni bir form veya doğru form nedir onu arıyordum. Eski bir radyo başında düğmeyi nazikçe çevirerek frekans arayan biri imgesi vardı gözümde. Bu yeni formu hayatımın ta kendisinden çıkarmak doğru geldi. Yani düğmeyi gündelik hayatımın akışına ayarladım. Ve hayatım yokuşlarda inip çıkmalar içeriyordu ve yokuş inip çıkarken insan yokuşta olduğunu, adımlarını, bedenini, oradalığını fark ediyordu. O zaman orada durdum –durdum yazacağıma doğdum yazdım bu arada biraz önce, yazıyla lapsus sayılıyorsa– ve kitabımın yeni formunu eğimden çekip almaya meylettim. Yokuş Kitabı yazacağım diye düşündüm böylece. Eğimlerle dolu bir kitap olacak. Bu tabii bir İstanbul Kitabı da demek. Ve sonra yokuştaki üçgeni fark ettim ve bu bir Üçgen Kitabı da oldu. Yani evet, kendimi ve yazımı yokuşa sürdüm; ama yokuş beni ve yazımı kaptı gibi de geliyor.

Kitapta Hemşire K’nın iş başvurusu için hastahaneye doğru yol alırken başından geçenleri okuyoruz/ona ortak oluyoruz. Dolayısıyla yolculuk ve yolculuğun bizatihi kendisi bu metnin temel unsurlarından birisidir. Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’yı Odysseia gibi, Ulysses gibi, Mantıku’t-tayr gibi bir yolculuk metni olarak görebilir miyiz? Burada önemli olan Hemşire K’nın yolculuğu mu yoksa (varsa) hedef midir?

Hemşire K’nın veya K/araca mı demeli ya da K/k/araca mı, neyse, K’nın diyelim, işe girmek için yoldaşlarıyla gerçekleştirdiği ‘epik’ yolculuk kitabın da ana hattı, ana yokuşu. Her şey bir yokuşu tırmanmak için başlıyor. Burada benim ‘kendini kurtarmak’ ile ‘başkasını kurtarmak’ ve ‘başkası tarafından kurtarılmak’ arasında, bu üç nokta arasında gördüğüm gerilimli bir üçgen var. Kitaptaki ana motivasyonun, büyük hedefin, bir işe girmek olmasını önemsiyorum. Bu, bir anlamda, kendi kendini kurtarmaktır. Ama başvurulan iş, başkalarını kurtarmaya dayanıyor. Ve dahası, anlamlı bir başkasına can verme kahramanın kendisine can katıyor. Ve kahramanın kendi becerisine, tutkusuna, işine bağlılığı, kendi hayatını gerçekleştirme çabası çevresindekilere de hayat veriyor. Gene de, bu üçgen her an hep dengede durmaz, asla durmuyor…

Hemşire K, tıpkı Bay C ve Bay K gibi isimsiz, özel bir kimlikten yoksun bırakılmış, fiziksel hattı çizilmemiş bir kahramandır. Bu da bana Dava’da önemli olanın Bay K değil yaşanılan olay oluşu gibi bu kitapta da asıl meselenin Hemşire K olmadığını hatırlatıyor. Hemşire K, Anne Hanım, Baba Bey, Teyze Hanım ve tüm diğer kahramanlar neden fiziksel bir hatla çizilmek yerine düşsel bir dünyada bırakıldı?

Bana çok fiziksel bir hatta görünüyorlar. Esas düşsel olan bu belki…

Kitabın kendi içerisinde açtığı ilginç mesele ve sorunsallardan biri de aslında “sanat”. “Herkes sanatçı oldu bile,” (s. 47) derken de evde üretilen video ve fotoğraf işlerinden söz edilirken de içerisinde bulunduğumuz zaman ve koşullarla sıkı bir örtüşme söz konusu. Sizce Andy Warhol’un dediği gibi on beş dakikalık ünlülükler çağı geldi mi? Bir sanat eleştirmeni olarak bu konu hangi açıdan dikkatinizi çekti ve panlatı’ya sızdı?

Yıllar önce, galiba 1990’larda, İstanbul’a bir sergi vesilesiyle birkaç Andy Warhol eseri gelmişti. Ve sergi açılışında ziyaretçilerden biri Warhol eserini kaide sanıp şarap kadehini üzerine koymuştu ve o kırmızı daire iz bırakmıştı iş üzerinde. Yuvarlak.

Sanat oradan başlayarak ve yuvarlanarak kitabın üçgenine sızmıştır belki de…

Kitap boyunca birçok bölüm birçok farklı anlatıcının dilinden aktarılıyor ve bu da ortaya oldukça parçalı bir yapı çıkarıyor. “Hikâye içinde hikâye” yapısına paralel bir şekilde kurgulanan bu çok anlatıcılı yapının tek/mutlak yazarın varlığını kırmaya yönelik bir müdahale olduğunu da söyleyebiliriz. Tüm bu anlatıcılar kitabın arka planındaki tek/mutlak yazar’dan nasıl sıyrıldı/doğdu?

Hikâyeye kendini bırakmak, hikâyeyi dinler ve anlatırken orada, hikâyede olmak isteyen bir yapı bu. Sen anlatıya doğru giderken anlatı da yerinde durmuyor, hareket ediyor, değişiyor. Ben bunu şöyle deneyimledim: Ben bir yokuşta bir durum kuruyorum, bir mizansen. Sonra bu durumdan anlatıcılar, anlatılar ve hikayeler çıkıyor. Ama ben kendim de bakıyorum, bir hikâyeden geliyorum, ve o hikâye de bir durumdan doğmuş olmalı. Ve o sırada yokuş aşağı bir adım daha atıyorum… 

K’dan karaca’ya doğru hareket eden metin, aslında bir tür kimlik bulma, kişinin kendi varlığını keşfetme süreci olarak da yorumlanabilir. Karaca’nın keşfine doğru giden yolda kitaba yön veren ana belirleyiciler nelerdir? Karaca kendi yolunu kendi mi buldu yoksa ona farklı şekillerde yapılan belirli müdahalelerden söz edilebilir mi?

K değil de Karaca diyelim bu sefer, Karaca’ya müdahaleler çoklu. Yokuşu tırmanmaya çalışırken iyicil ve kötücül darbeler alıyor. İyi niyetlilerin ve kötü niyetlilerin çarpıp dengesini bozduğu, onu aşağı doğru yuvarlamaya ittikleri bir sahneler serisi. Yalnız değil asla, sevenleri, yoldaşları, kollayanları, destek olanları, dayanışanları var. İyi fikir yokçu’nun kanamasını durdurmaya çalışıp da başarısızlıkla yılgınlığa kapıldığı anda onunla dayanışma gösteren kadınlara dek.

Ama bana ‘karaca-olma’yı Karaca kendi buluyor, babanın ölümünden sonra kurtarma ve kurtarılmadan koparak, gibi de geliyor. Hoş, gene yalnız değildir ve İyi fikir yokçu’ya tek boynuzunu çift boynuz yapması için teslim edecektir.

Kitabın sonunda yer alan “Alıntılar ve Meraklısına Notlar” başlıklı bölüm, Attilâ İlhan’ın da sıklıkla yaptığı gibi metindeki gönderme ve alıntıların kaynağını doğrudan görünür kılar. Bu bölümün metni anlamayı kolaylaştırdığı kadar anlatının gizemini yok ettiğini söylemek de mümkün. Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’nın aynı zamanda bir kurmaca eser olduğunu düşündüğümüzde, neden kitabın sonuna böyle bir bölüm koymak istediniz?

Gizemikaybolduktansonraki gizem mümkündür bugün ancak, başka türlü bir gizem mümkün değildir edebiyatta.

 Metne eşlik eden üçgen çizimleri de bir diğer konu. Okuyucuyla doğrudan diyalog hâlinde olan anlatıcı, bu çizimlerle dile getirdiği kavramları/meseleleri/şeyleri elle tutulur, gözle görülür bir hâle getirir ve bu da metnin gerçekliği/fizikselliği bağlamında büyük bir önem teşkil eder. Sizin için kurmaca eserlerde gerçek/gerçeklik/gerçekçilik’in anlamı nedir?

Üçgen çizimlerini illüstrasyonlar, desenler, çizimler olarak görmüyorum. Alfabede olmayan çizgiler olarak görüyorum. Harflerde de çizgiler var, harflerde olmayan başka çizgilerle konuşuyorsun üçgenler çizdiğinde. Üçgen çizimlerini yaptım çünkü oradaydılar, anlatıların içinde…

Kurmaca eserde öncelikli gerçeklik kurulan gerçekliktir. Sonra o kurulan gerçekliğin doğurduğu gerçeklikler ve karşılaştığı gerçeklikler gelir.

Son bir soru olarak, “Panlatı bitmez, durur,” (s. 270) diyorsunuz. Kitap bugün elimizde ama ben yine de şunu sormak istiyorum: Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! bitti mi yoksa bu panlatı yoluna başka metinlerde (veya zihinlerde) farklı şekillerde devam edecek mi?

Panlatı bitmiyor çünkü kitap bir çerçeveyle gelmiyor, bir frekansla geliyor. Bir paketle gelmiyor. Oyuna çağrıyla geliyor. Düşünce başlıyor, kalkınca duruyor; bir tıngırtıyı dinlerken başlıyor, arkadan bir ses gelince duruyor; konuşmakla başlıyor, yokuşun da etkisiyle nefes kesilince duruyor.