Daha çok dergilerde yayınlanan şiirleriyle tanınan ve “Grapon Kağıtları” isimli dosyasıyla bu yılki İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazanan Didem Madak ile yine aynı yayınevinin roman ödülünü kazanan arkadaşımız Süreyyya Evren konuştu. İşte Didem Madak’ın Öküz’e anlattıkları…
Hayatımı Hiç Nokta Konulmadan Yazılmış Bir Çocuk Romanı Olarak Yeniden Kurmak İstiyorum
Hayat hikâyelerine bayılırım. Ben toprağa 36 numara ayaklarıyla basan, biraz şaşkın bir kadınım. Tuhaf bir masal. Yerde ne var yer boncuk, gökte ne var gök boncuk işte ortasında ben varım. Hayatım uzun süren bir şaşkınlıktan ibaret olacak sanırım.
Uslu ve içine kapanık bir çocuktum ben. Ancak nedense birdenbire olmadık şeyler yapardım. İlkokul 1. sınıftayken evden kaçtım mesela.
Lisenin bahçesine gidip ayaklarımı kırmızı balıklı havuzun içine soktum. İğde ağaçları vardı bahçede bir de. Beni akşama buldular. O gün annemden yediğim dayak epey idare etti. 18 yaşıma kadar bir daha evden kaçmadım. Sonra 18 yaşımdayken yine evden kaçmaya karar verdim. Babama hitaben artık büyüdüğümü ve diğer bazı ehemmiyetli hususları belirten bir mektup yazdım. Sanırım kırmızı balıklı havuzu özlemiştim. Ancak bu kaçışımda bir daha eve dönmedim. Hatta evlenip kaçarak evlenen ilk şehirli kız unvanını aldım.
Yine ilkokuldayken, bizim sınıfta hep şımarık zengin çocukları vardı. Müstahdemin oğlu da bizim sınıftaydı. Onu hep iter kakardık. Çok ezik ve sessizdi. Bir gün işi iyice azıtıp onu köşeye sıkıştırdık ve mataralarımızdaki suyu kafasından döktük. Soğuktu. Üşümüştü ve titriyordu. Birden gözlerim onun kapkara, kocaman ve acı çeken gözleriyle karşılaştı. Afalladım ve kalakaldım. Eğer şairler birdenbire şair oluveriyorlarsa ve ben de eğer bir şairsem işte o gün şair olmuşumdur kesin. Belki o kara ve kocaman acıdan özür dilemek için yazıp duruyorumdur.
13 yaşımdayken annem öldü. Hani bazı insanlara isimleri çok yakışır ya, işte annem o insanlardandı. İsmi Füsun’du. Annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman çok özlesem hep bir şiir yazdım.
Çocuk romanlarını çok severim. Özellikle Uzunçorap Pippi‘yi. O benim kahramanımdır. Çilli, kırmızı saçlı ve palavracıdır. Bir gün hayatımı hiç nokta konulmadan yazılmış bir çocuk romanı olarak yeniden kurmak istiyorum. Belki her noktanın bir süre sonra kanayan bir virgüle dönüştüğünü bildiğimden. Aniden şiir yazmayı bırakıp çocuk romanı yazmaya karar verebilirim. Zaten hiç prensibim olmadı benim. Bazen “Bak kızım şu üç günlük dünyada senin de bir prensibin olsun, bak el âleme nasıl prensip sahibi,” diye nasihat ediyorum, ama olmuyor. Olamıyor. Dolayısıyla şiir yazmak gibi bir prensibim yok. Derdimi anlatmaya çalışıyorum ben. Patates baskısı yaparak derdimi anlatmam mümkün olsaydı kuşkusuz öyle yapardım. Hem eğlenceli olurdu böylesi. Hem daha az zarar verirdim kendime.
Ben çok işte çalıştım. Sekreterlik, anketörlük, pazarlamacılık, tezgahtarlık… Hepsinden de istifa ettim. İstifa etmeyi çok sevmişimdir hep. Tam benim tarzım. İstifa etmek kendimi çok asil hissetmemi sağlardı. Bence herkes en azından bir kere şöyle anlı-şanlı bir istifa etmelidir. Tavsiye ederim.
Boşandıktan sonra bir bodrum katında yaşamaya başladım. İkide bir su basardı orayı. Ben de eşyaları bir kenara toplar, sabırla pis suyu boşaltır ve Tanju Okan’ın “Kadınım” şarkısını mırıldanırdım. “Sevdiğim o kadın yok artık bu evde” pis su boşalıp ev temizlendikten sonra, sevdiğim o kadın olurdum ben yine. Kendimi iyi ve güçlü hissederdim. Çapkın hayallerin çirkin ördeğiydim ben orada. Öyle çok mutlu oldum ve öyle çok acı çektim ki özgeçmiş falan hikâye, benim orada geçirdiğim üç yılda en özlü geçmişim saklı. Bir insanın hayatındaki en özlü şeyin delirmek olduğunu fark ettim ben orada.
Tam artık hayattan da istifa edip, kendimi hepten asil hissedebileceğim sırada oradan taşındım. Taşınmam gerekti. Kapıya kimin olduğunu bilmediğim şu iki dizeyi kurşun kalemle yazdım: “Irmağımda başımın döndüğü yıllardı / geçtiğim her yerde benden bir şeyler kaldı”
Sonra içime ve hatta dışıma kapandım. Küsmek gibi bir şey. Bir çeşit gölge fesleğeni. Bir çeşit olmayan hayat. Zaten hiçbir şeyi kararında bırakamamak ve ortasını bulamamak gibi bir sorunum var benim. Epeyce göçebe yaşadım, sadece iki valizim oldu. Bir yığın insan tanıdım. Ama hep yalnızdım.
Herkes nasıl oluyorsa kafasının içinde dolaşan kırk tilkinin kuyruklarını birbirine değdirmemeyi başarıyor. Bende bir kısa devre durumu var, organizasyon bozukluğu.
Hay Allah, Mustafa Topaloğlu gibi konuşmaya başladım. Ama bu işime geliyor biraz, beni eğlendiriyor. Prens Mizkin’in dediği gibi, “Burada olsaydım, budala olduğumu düşündüklerini anlar mıydım hiç?”
Bütün bu karışıklığın üstesinden gelmek için şiir yazıyorum. Benim gibi sağı solu belli olmayan biri için ve bir göçebe için şiir iyi bir yol arkadaşıdır. Yerin yedi kat dibine de gitsen, göğün yedi kat üstüne de çıksan seninle gelir. Şiir imkânsız bir şeydir, mümkün değildir, çaresizdir. Bunu hissediyorum ben onda kendi umutsuzluğumu buluyorum.
Hani Yılmaz Güney’in Umutsuzlar diye bir filmi vardır. Hani Filiz Akın balerindir. Fırat ya aşkı ya silahı çekmek zorundadır. Aşkı seçer, ama vurulur. İşte ben şiirimde Fırat’ın vurulduğu sahneyi yazıyorum.
Gelinciklerle dolu tarlalara baktığımda üzüntüsünden kan tüküren Allah’ı görüyorum. Aslında bir tür veremli kız şarkısı söylüyorum herkes bunun şiir olduğunu düşünüyor. Ne yapayım aşkın başka türlüsünü bilmiyorum.
Dergilerde falan bazen okuduğum şiirler öyle süslü ve özenli ki bazen utanıyorum. Ben herhalde gündelik hayatımda süslü bir kadın olduğumdan, şiirlerimi süsleyip, saçlarını tarayamıyorum, vakit olmuyor. Benim şiirlerin öbürlerinin yanında hamamdan çıkmış ahiretlikler gibi bakımsız durduklarının farkındayım. Bu yüzden sanırım hep acemi bir şair olarak kalacağım. Zaten hiç oturup şurasını şöyle yazayım, hatta şurasına da bir kuş kondurayım diye düşünmüyorum. Yazıyorum sadece.
Ayrıca o güzel ve süslü şiirler aynı bizim köşe başlarındaki Noel Babalar’a benziyorlar. Pamuk sakallarını doğulu ve esmer yüzlerini saklayamıyor bir türlü. Yine de tonton ve şirinler tabii. Ben yine de komşu teyzelerin rüyasına giren nur yüzlü, ak sakallı dedeyi daha esaslı buluyorum. Gaipten gelecek her türlü haberi dikkatle dinlemek lazım geldiği kanaatindeyim.
Edebiyat dünyasında neler olup bittiğinin pek farkında değilim. Dergileri de elime geçtikçe okuyorum. Mutlaka iyi şeyler oluyordur. Kendimi edebiyat dünyasına ait hissetmiyorum. Ben daha kıyıda köşede bir yerdeyim. Zaten son üç senede genelde Peygamberler Tarihi, Gazali, Arabi, Şeyh Galip, Mevlana falan okudum. Bu yüzden son dönemde bir edebiyat okuru bile sayılmam. Ama beni en çok etkileyen şairlerden biri Edip Cansever’dir. Bir dönem kendimi Cemile Hanım yerine koyup mektuplar yazdım. Ancak Hilmi Bey yeterince Hilmi Bey olamadığından vazgeçtim mektup yazmaktan ona.
Kadınlar hala bezik oynuyorlar mı bilmem. “Her şeyi gördüm, içim rahat,” diyebilecek kadar iyi bir şair değilim. Ben “eh bir şeyler gördük işte” diyebiliyorum sadece. Son dönemde elimden geldiğince bir hanımefendi gibi davranmaya çalışıyorum. Okulu bitirip hayata atılacağım artık. Hukuk Fakültesi son sınıftayım. Ben de çilemi bu şekilde dolduruyorum işte.
Kedileri çok severim. Sokakta geçenlerde bir tane gördüm. Siyah uzun tüylüydü. Göğsünde beyaz bir leke vardı. Bembeyaz, pos bıyıkları vardı. Aynı Nietzche’ye benziyordu. Alıp eve getirsem teyzem istemezdi herhalde. Üzgünüm, Nietzche sokakta kaldı.
(Öküz-Aylık Kültür-Fizik Dergisi, Aralık 2000, Sayı 79, sayfa 14-15)