.

Süreyyya Evren: “Her şey acil, değil mi? Nasıl kurtulacağız, neyi kurtarmalıyız?”

sureyyya-evren-ortadogu’da-bır-ulkenın-acıl-durum-alarmı

Aynur Kulak

Süreyyya Evren ile yapmış olduğumuz söyleşide son romanı Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nı odağa alarak, yakıcı, kavurucu yakın tarihimize getirilmiş büyüleyici bir eleştiriyi, hicvi ve politik taşlamayı da içine alan yapıyı ayrıntılı şekilde konuştuk. Birileri ülkenizi bir gecede yakmak istese hangi acil durum alarmını tercih edersiniz? Süreyyya Evren; “Yani ‘yeni yollar deneme iştahının yazma dinamiklerini tetiklemesi ve diri tutması’ doğru, hatta belirleyici sanırım.” diyor yazma ile olan ilişkisini anlatırken.  Kendisi ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşimiz için buyurun lütfen.

Farklı türlerde kitap yazabiliyor, farklı kavramları, farklı anlatımlarla sunmaktan, sürekli yeni yollar denemekten imtina etmiyorsunuz. Mesela Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara! (2021) kitabınızdan örnek verecek olursam; yokuşlar, inişler, çıkışlar, geometrik şekillerin eşliğinde anlatım, his olarak tokluk, açlık duygusu vb. bu farklılıklar, yeni yollar deneme iştahınız sizin yazma dinamiklerinizi tetikliyor ve diri tutuyor sanırım. Bu noktadan konuşmaya başlarsak, ne söylemek istersiniz?

Evet sanırım var böyle bir şey. Yani “yeni yollar deneme iştahının yazma dinamiklerini tetiklemesi ve diri tutması” doğru, hatta belirleyici sanırım. Muhtemelen, bir fikrin, bir duygunun, bir imgenin, bir kurgunun bana ‘yazılası’ gelmesinde sıklıkla hayati rol oynuyor bu nokta. Edebiyattan anladığım merak üç aşağı beş yukarı bu. Olur mu, oldu mu, olacağı var mı bilinmez; ama ‘denenesi’ olanı burada gördüğüm galiba kesin. “Roman yazıyorsanız roman formunu ciddiye alınız, bir mesele olarak görünüz,” diyen bir ses vardır malum. “Bu forma getirdiğiniz yorumları, onun sınırlarını, o yorumla yapılan deneyleri, romanın okura roman formu hakkında ne söylediğini, romanın netliğine dair imgeleme bir katkısı olup olmadığını, tüm bunları mesele addediniz,” diyen bir ses. Ben tabii biraz üst perdeden konuşurum bazen ve sese dönüp derim ki: “Roman zaten bu demektir ey ses, dolayısıyla böylesi titizlenmede kendi başına yeni, fevkalade bir şey yoktur.”

Yeni romanınız Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı ile buluştuk. Bu romanın diğer romanlarınızdan farkının ne olmasını istediniz? Sizi bu romanı yazmak adına masanızın başına oturtan ana sebep neydi?

Son üç romanı düşünecek olursam, Yakınafrika’yı (2018) tetikleyen bütün kahramanları Senegalli olan, olayların Senegal’de geçtiği bir Afrika romanı yazma fikriydi ama esas insan ilişkilerinde mesafe ve yakınlık arasındaki gerilimde sıkışmalarım belirleyiciydi; Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’yı tetikleyen işe gidip gelirken inip çıktığım yokuşta yağmurlu bir günde kayıp düşünce değişen perspektif idi ama temelde başkasını kurtarmak ile kişinin kendi kendini kurtarması arasındaki gerilimdi boğazımı sıkan; Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’na gelince, Şubat 2023 depreminin haftasında (pek çoğumuz gibi) hissettiğim yoğun duyguların şiddetiyle tetiklendi; sonra bütün ülkeyi bir geceyi yakıp yıkmayı ve dümdüz etmeyi vadeden bir siyasi parti seçimlere hazırlanan partilerden biri olsaydı nasıl olurdu diye düşünmemden el aldı; derken kendimi ve yazar çizer sanatçı arkadaşlarımı önadlarımızla roman kahramanlarına dönüştürmenin bizleri bütün ülkeyle beraber çağıracağı macerayı merak etmekle de akar oldu. Biraz bu kundakçı partinin (KUNPAR) çağrısıyla kendimizi olayların içinde bulduk, gibi de özetleyebilirim.

Kitabın ismi çok ilgi çekici. Gerçi etrafımız çepeçevre yangın yeri gibi ama neden Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı değil de, Ortadoğu’da Acil Durum Alarmı. Ortadoğu vurgusunun tesadüf olmadığını düşünüyorum. Salt Ortadoğu’da büyük bir problem olması dolayısıyla değil, aslında dışında gibi gözüksek de ya da stratejik olarak yapıcı bir ülke pozisyonu alsak da hikâyenin bizimle ilgili dinamikleri arka fonu da çok önemli öyle değil mi?

Kitaptaki Burak karakterini anımsadım şimdi. O da romanın ismini beğenmiyordu. Fazla genel buluyordu. Burak karakterine ilham veren sanatçı dostum Burak Delier’in sözleriydi zannedersem başlığın iyi olmadığına dair sözler. Burak’a başlık beğendirmek zordur! 😊 Hikâyeye geri dönelim: Kitap, acıları, aceleleri ve felaketleriyle Ortadoğu’yu çağrıştıran bir müzik parçasını Türkiye’nin başına gelmesi muhtemel bir felaket için acil durum alarmı olarak seçen bir grup insanla açılıyor. Hikâye, Türkiye eksenli gidiyor, ama Ortadoğu’nun acılarının uzağına düşmeyen varsayımsal (belki gelecekteki, belki fantezideki, belki de hiç olmayan) bir Türkiye bu. Ortadoğu’yla ilgili de şunu söyleyen bir şeyler var kitabın başlığında galiba: “[Balkanlardakileri olduğu gibi herhalde] Ortadoğu’daki acıları da içeriden anlarız. Acıtanı da acıyanı da içeriden biliriz. İyiyi de kötüyü de kendi içimizden, geçmişimizden ve geleceğimizden biliriz buralarda. Farklı etnisiteler, farklı kültürler, farklı geçmişler, farklı yapıp etmeler, farklı âdetler hâkim olsa da bize yabancı bir fenalık yoktur Ortadoğu’da. Ciğerini biliriz katilin de maktulün de seyircinin de. Hem de her farklı hikâyede, her farklı karşı karşıya gelmede. Sadece bugün değil. Coğrafyasını da kaderini de kaderine isyanını ve kaderini reddetme çabalarını da kendimizden biliriz.”

Panik duygusu muydu bu kitabı size yazdıran sebep? Çalınan sirenler, kundaklamalar, yangınlar, kurulan partiler, karakterler arası hararetli tartışmalar. Bir yandan da ev ortamı, ilişkiler, fedakarlıklar… Bu derece kaos içerisinde korunması gereken yaşamsal unsurlar var. Duygu olarak ister istemez panikleme, anksiyete, panik atak gibi duyguların patinaj çektiği durumlar ortaya çıkmış. Yaşanan olaylardan ziyade bu duygular aklımda kaldı roman bittiğinde.

“Her şey acil, değil mi? Nasıl kurtulacağız, neyi kurtarmalıyız?..” Bugünü yakacaklar, geleceği yakacaklar, geçmişi yakacaklar. Her şeyi bitirmek, yok etmek üzereler. Hayatı nasıl kurtarabiliriz bunların elinden? Acil bir soru, öyle değil mi? Kitapta, hayatı kurtarmak için yola çıkanların, hayatı yok etmek isteyenlerin popülaritesini arttırmak dışında bir etki yapamamaları geliyor aklıma. Ben de panik hâlinde yazmış olabilirim, kahramanlar da panik hâlinde. Hepimizin acelesi vardı, var. Kitabı tefrika eder gibi bölüm bölüm yazdım, hatta yangından kurtarır gibi yazmış olabilirim. Kurtarabildim mi bilmiyorum, belki de bu yayımlanan yanmış olan kopyadır.

Romanın politik yapısı önemli. Ortadoğu düşünüldüğünde çok gerilimli bir yerden ele alınır diye düşünmüştüm ama daha ziyade toplumsal hicvin, yer yer absürtlüğe kaçan mizahın kullanıldığı bir anlatım var. Aslında tam bir karmaşa, belirsizliklerle dolu bir keşmekeş hâkim ama politik taşlama işin içine girdiğinde böyle bir ele alış daha etkili olur diye mi düşündünüz?

Romanda politikanın yeri büyük evet. Politik bir roman. Sert bir kitap; hem politik olarak sert hem toplumsal olarak. Bütün bu eleştirileri bir politik satir olarak, toplumsal hiciv olarak işlemenin arkasında ne var, neler var? Neden bu kadar matrak her şey? Öncelikle yazmaya başlar başlamaz içimden gelen bu oluyor. Bu kenarda dursun. İkincisi, bu kritik bakın, günün sonunda çok ahlaklı ve politik olarak çok doğru bir yerde durup da çirkin, kötü veya yanlış yerde duranları eleştirmiyor, böyle eleştiriler getirmek için yazmıyorum veya böyle eleştirilere ve onlara dayanan sanat eserlerine pek matah şeyler gözüyle bakamıyorum. Son olarak, politik eleştirim temelde başka türlü yapma, başka türlü yapmayı düşünme fikirlerinden besleniyor ve bu da beni sürekli bir aşağıdanlığa, merkezsizliğe yakın tutuyor. Matraklıklar patikası, piramidal yapıların aralarında sıyrılıp yatay söz alanlarını yoklamak için ideal.

Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı

Çoklu karakter yapısı ile hikâyeyi anlatıyor olmanız önemli. Zira Ortadoğu dendiğinde kalabalık insan grupları, saf tutma, cemaat olma, birey olmak isteyenlerin böyle bir kalabalıkta kendine ait bir yapı kuramadığı çağrışıyor direkt. Roman içinde çabalayan, arayış içinde olan, belirsizlikleri “acil durum alarmı” içerisinde olsalar da ortadan kaldırmak isteyen karakterleri böyle mi yorumlamak lazım?   

Belirsizlikleri her şeye rağmen ortadan kaldırmak için çabalayan, mücadele eden, direnen, acil durum baskısı altında adım atmaya çalışan, ayrı varoluşlara sahip, çoğul işleyen karakterler. Romandaki Su karakterine ilham veren yazar Su Pola’nın bir e-postada dediği gibi “…[romanda] bütün karakterler bir sürekli edimde, düşünüp tahlil eden veya kafasında kuran hiçbir karakter yok (no inert body), bu şahane, ve mecburi, büyülülükten daha mecburi veya, böyle bir yerde, eylemin kendisi büyülü [ve olmak zorunda].” 

Zamanda sıçramalar, farklı döneme geçişler var. Ülkenin kozmopolit yapısı buna müsait zira. Hikâye içerisindeki bu sıçramaları konuşmak isterim, aynı zamanda dönemler farklı olabilir ama yangınlar, acil durum alarmları, karakterlerin koşturmacaları, arayışları ve belirsizlikler hep aynı sanki.

Kitapta bu tekrar ve yenilenme kritik bir tartışma aksı oluşturuyor. Aynı Felaketin tekrar tekrar başımıza geldiği bir yer mi burası? En korkunç şey daha önce de yaşanmış mıydı aslında? Biz Felaket-sonrası doğduğunu bilmeyen Felaketten-sonraki Felaket-sonrası kuşağının çocukları mıyız? Ve Felaketin durmadan yeni şekillerle tekrarlandığı bir yerse korkacak, kaygılanacak bir şey de aslında yok mu? İlla birileri hayatta kalacak mı yani? Yoksa bu tekrarlar, helezonik görünen ama dibe çeken bir yok oluşun evreleri mi? İşte bu tartışmaya bağlanıyor birçok şey sanki; karakterlerin tespit ettiğiniz hep aynı kalan “koşturmacaları, arayışları ve belirsizlikler” ‘coğrafya kaderdir’ teorisiyle de cebelleşiyor tersten. “Coğrafya öyle bir kader ki coğrafyayı yakıp yıksan yok etsen de Nuh’un gemisine binip başka bir yere göç etsen de peşinde, ensende, nefesinde,” diyen yılgınlıklara romandaki kahramanların yanıtı “biz de coğrafyanın peşinde, ensesindeyiz, biz de kaderin peşinde, ensesindeyiz, boş durmuyoruz,” oluyor galiba yer yer…

Hikâyenin büyülü gerçeklik tarafını da konuşmak isterim sizinle. Roman kendini büyülü gerçeklik ögeleri ile var etsin ve yazdırsın diyerek mi yola çıktınız yoksa yazma süreci mi romanı büyülü gerçeklik alanına taşıdı?

Büyülü gerçekçiliğe mecburuz dediğim, bunu tartıştığım bir kısım var kitapta. Emek Erez Gazete Duvar’a kitap için yazdığı eleştiride direkt alıntıladı bu kısmı yazısının başında ve o öyle yapınca bana da çok önemli bir kısımmış gibi geldi. “Her şey büyülü olmak zorundaydı Büyük Yangınlı ülkemizde. Büyülü olmak bir ayrıcalık, bir ekstra, bir değer değildi. Bir mecburiyetti. Uğraşan, didinen yazarlar dahi büyülü gerçekçi olamıyordu çünkü gerçek büyülü olmak zorundaydı zaten. Dehşetli bir yangının eriyik gözyaşları akmıştı üzerimize…” dediğim bir yer.

Bu politik satirin sonu nereye varacak? Hem çevre ülkelerde olup bitenler adına hem de ülke adına soruyorum bu soruyu. Umudunuz var mı?

Ben çok nihilizan bir yerden düşündüğüm için genelde hep iyimserim. Ancak bu kitap için Necmi Sönmez’le birkaç gün önce K24 için yaptığımız söyleşinin sonlarında Necmi “…dairenin başladığı ve bittiği noktalar birbirine bağlanıyor. Neden sonuç ilişkilerinden arındırılmış bir sonlandırma değil bu. Su akıyor, taşlar yerine oturuyor. Geride kalan tuhaf, tanımsız bir huzursuzluk sanki,” deyince hak vermeden edememiştim. Tuhaf, tanımsız huzursuzluklarda işlevsel kalabiliyor, devam edebiliyoruz. O yüzden belki “umudunuz var mı” diye umutla sorabiliyorsunuz.