.

Richard Bartle ile Collect Gallery’deki “Atlama Taşları” Sergisi Üzerine

Zeynep Nur Ayanoğlu – Abdullah Ezik

Zeynep Nur Ayanoğlu ve Abdullah Ezik, Richard Bartle ile geçtiğimiz günlerde Collect Gallery’de açılan “Atlama Taşları” başlıklı kişisel sergisi, minyatür sanatını üretimlerinde kullanma biçimi ve İstanbul’un kendisi için nasıl bir ilham kaynağı olduğu üzerine konuştu.

Zeynep Nur Ayanoğlu: Söyleşiye zaman ayırdığınız için teşekkürler… Sanatsal üretiminizi besleyen dünya görüşünüzü ve yaşam felsefenizi sorarak başlamak isterim.

Oldum olası maceracı biriyimdir. Yıllar içinde ölümden döndüğüm birkaç deneyim yaşadığımı da eklemeliyim. Dağlara tırmanırım, tüplü dalış yaparım, teklikeli yerlere girer çıkarım. Bunlar, dünyaya duyduğum hayret hissini canlı tutan, dolu dolu yaşama arzusu uyandıran şeyler. Sanat sayesinde, yaşamımda, karşılaştığım muhteşem güzellik ve zıtlıkların, merak uyandırıcı şeylerin şifresini çözme gayesi güttüm. Dünyaya bir şey geri vermek, ilginç, neşeli bir şey, hatta belki iyileştirici bir şey vermek gayesiyle sanat yapıyorum.

Z.N.A.: Kadıköy’de yaşayan İngiliz bir sanatçı olarak, buradaki peyzaj algınız doğduğunuz yer olan Yorkshire’a kıyasla nasıl şekilleniyor? Bu iki mahallenin bilhassa peyzaj ve manzara bakımından ortaklaşan ve ayrılan yönleri neler?

Aradaki zıtlık daha keskin olamazdı. Yorkshire ve doğduğum yer olan Sheffield yemyeşil, dağlık bir arazi. Ağaçlarla, parklarla dolu. Orada doğayı bulmak kolay, huzur anları yakalamak olağan. Oysa İstanbul’un tepeleri bana daha tanıdık geliyor. Buralarda gezmek, doğayı bulmak veya dünyaya dair daha geniş bir manzara aramak gibi amaçlara sarılıyorum.

Şundan da bahsetmek iyi olur, Sheffield Britanya’nın ortasında ve denizden uzakta da olsa deniz benim hayatımda hep büyük bir rol oynadı. İstanbul’da, özellikle de Kadıköy’deyken her günüm denizle geçiyor, işlerimde çok ilham veren bir şey bu.

Z.N.A.: Basın ön izlemesindeki konuşmanızda, demarkasyon (çatallanma) sorunsalından bahsettiniz. İlgiyle dinledim çünkü benim de gündelik yaşamda sıklıkla üzerinde durduğum büyük bir felsefi sorunsal bu. Bu kavramın işlerinizde nasıl karşılık bulduğundan veya işlerinizin arkasındaki anlayışı nasıl şekillendirdiğinden bahseder misiniz?

Benim için, özellikle de işlerim için, üretim yöntemimle en çok bağlanan şey demarkasyon. Tıpkı yaşamın son derece bölmelendirilmiş hissettirmesi gibi, kullandığım süreçler de sıklıkla kendi içinde farklı çalışma biçimlerine ayrılıyor. Kaya resimlerinde de böyle, kayıtlarda da. Düz siyah yüzeyi hazırlarken, yansıtıp dış hatları çizerken, model macunuyla doku kazandırırken ve nihayetinde kayaların renk ve karakterini çeşitli işaretleme teknikleriyle temsil ederken demarkasyonla karşılaşıyorum. Benzer şekilde, daha büyük minyatür işlerimde, bu süreçler, resimi biçimlendirmeye çalışırken yaşadığım bireysel anlar için geçerliydi.

Z.N.A.: Son sorum İstanbul’da içinde bulunduğunuz sanat çevresi ile alakalı. Türkiye’deki sanatsal üretimi yakından takip ediyor musunuz? Arkadaş olduğunuz veya sergilerini kaçırmamaya özen gösterdiğiniz sanatçılar var mı?

Bana ilham veren sanatçıları elimden geldiğince takip ediyor ve yakından izliyorum. Hepsini tek tek anmak zor ama Gülsün Karamustafa’dan, Canan’dan ve Fikret Atay’dan, yine Hafriyat sanat grubunun muhteşem sanatçılarından her zaman ilham almışımdır. Onlarla iyi de arkadaş olduk. Tabii itiraf etmeliyim ki burada birçok şahane sanat etkinliğini kaçırıyorum. Kısmen çok seyahat ettiğimden, çünkü kışları ve yaz ortasını Birleşik Krallık’ta geçirmem gerekiyor, ama kısmen de, burada bulunduğum zamanlarda bile, sanatçı olarak münzevi eğilimlerim oluyor. Zamanımın çoğunu kendi işlerime ayırıyorum.

Abdullah Ezik: Bir Türk-İslam sanatı olarak minyatür, eserlerinizde oldukça önemli bir yere sahip. Öncelikle minyatür sanatıyla nasıl tanıştınız?

Osmanlı ve Pers hanedanları etrafında biçimlenen minyatür sanatını ben ilk kez 2005 yılında Londra’daki The Royal Academy’de gerçek anlamda deneyimledim. O dönemde ilgimi çeken ve benim için ilham verici olan en önemli şey Mehmet Siyah Kalem oldu. Onun üretimlerinden hareketle 13 yıl süren ve birçok projeyle neticelenen bir dizi projeye başladım. Bunların bir kısmı burada bir kısmı ise Birleşik Krallık’taki müze ve sanatçı inisiyatiflerinde sergilendi. Bu karşılaşma zamanla başka geleneksel minyatür üstatları ve işleriyle karşılaşmama vesile oldu, bilgi ve saygım da böylece arttı. Bu yüzden çalışmalarım için daha görsel bir metot ararken minyatür ustalarının dünyayı ve hikâyelerini temsil etme biçimleri kendi arayışım için bana uygun göründü.

A.E.: Eserlerinizdeki bir diğer önemli nokta ise İstanbul. İngiliz bir sanatçı olarak sizi İstanbul’a çeken özel bir neden var mı? İstanbul’u üretimlerinizde bu kadar önemli bir konuma yerleştiren temel nedenler nelerdir?

İlk kez Datça’da tatildeyken tesadüfen yolum buralara düştü. İkinci ziyaretimi İstanbul’a yaptım ve uçaktan indiğim ilk andan itibaren buranın ilham verici ve özel bir yer olduğunu hissettim. Sanırım bunu biraz daha açacak olursam meselenin şehrin dokusuyla, farklı yüzleri, tarihi veya mimarisiyle ilgili olduğunu söyleyebilirim! Öte taraftan şehir halkının mekânla kurduğu etkileşim de bana her zaman ilham vermiştir. – İster burada daha çok politik bir ifade biçimi olarak algılanan grafiti olsun, ister yerel halkın bir selfie’ye dahi karşı koyamaması olsun, birçok şey bana şehir ve insanlar arasındaki etkileşime dair ilham verdi. Sanırım değişen şehirle birlikte sürekli farklılaşan ışık, ve tüm bunların birbiri içerisindeki akışkanlığı benim için ilham verici unsurlar olmayı sürdürüyor – burada çirkinliğin bile kendine özgü bir estetiği var.

A.E.: Collect Gallery’deki yeni kişisel serginizde izleyicilerle buluşan çalışmalarınız temel olarak üç ana seriden meydana geliyor. Bir sanatçı için bir serinin parçası olarak iş üretmekle her biri birbirinden bağımsız işler üretmek arasında ne tür farklar vardır? Bu serileri hangi düşüncelerle ürettiniz?

Evet, onlar birer dizi. Bu şekilde çalışmak bir yandan ruhumun yaratıcı yönünü beslerken diğer yandan dünyaya bakış açımı sürekli olarak yenilememe de olanak tanıyor. Bununla birlikte, sanatı doğrudan hayatımın kendisi yapmak istediğimden beri aklımda hep bir tür montaj ve simülasyon düşüncesi/süreci var. İşlerim daima farklı unsurları bir araya getirmek ya da karşılaştığım dünyayı alışılagelmişin dışına çıkarak yeniden üreten bir tür kod çözme sürecinden ilham alıyor. İster herhangi bir yüzey kadar basit olsun, ister bir mekân ait özel bir hikâye kadar karmaşık.

A.E.: İstanbul sokakları; sokaklardaki kargaşa, kaos, renkler ve canlılık işlerinizde açıkça hissettiğimiz konular arasında. Sokaklar, daha da özelinde İstanbul sokakları, üretimlerini sırasında sizi nasıl besledi? Bir sanatçı olarak Bartle’ın dünyamızda varlığını ve canlılığını hissettiğimiz birçok şeyle, ama özellikle de sokaklarla iç içe olduğunu söyleyebilir miyiz?

İnsanların bunu işlerimde hissetmelerini umuyorum, ancak fiziksellik ve maddesellikten ya da bulduğum/temsil ettiğim şeylerden çok daha fazlasını bildiğimi iddia etseydim bir şarlatan olurdum. Sonuçta ben bir ziyaretçiyim, işlere dışarıdan bakan biriyim. Ancak işlerim, nesnellik ve öznellik arasındaki ince çizgide, her ikisinin de içine ve dışına sürüklenerek var olmaya çalışıyor ve bu nedenle kendilerini çoğu zaman insanların kişisel yorumları olarak konumlandırıyor. Üretimlerimin bir parçası oldukları dünyaya kök saldıklarını söyleyebilirim. Bununla birlikte, burada kendimi evimde gibi hissediyorum. Bunu duyumsuyor ve gözlemliyorum. Bütün “ötekilik” itirazlarına rağmen zamanla kentin ve ona dair tüm anlatıların daha çok farkına vardığımı ve giderek onun daha büyük bir parçası olduğumun farkındayım. Umarım bu üretimlerime de yansıyordur.

A.E.: Kadıköy’ün kayalık sahillerinde koşarken karşılaştığınız manzaralar sizin ana ilham kaynaklarınızdan biri. Bu durumun örneklerini/neticelerini birçok resminizde görmek mümkün. Bu “insan yapımı kayalık sahiller”, “insan yapımı tablolara” dönüşürken nasıl şekillendi? Bu formsal düzende minyatürün yeri nedir?

Eski nakkaşların üretimlerinde doğa yüzeylerinin temsili, birer sanatçı olarak onlar için özgürleştirici bir nokta oldu. Minyatürler, özellikle de Osmanlı dönemi İslam sanatı bağlamında, doğanın temsili konusundaki inancın katı kurallarını yansıtırlar; ancak sanatçılar, kayaları, ağaçları ve manzarayı resmederlerken diğer kültürler tarafından soyut olarak tanımlanan biçimleri kullanmakta özgürdürler.

Kaya resimleri, gerçeği temsil etmek, fiziksel ve gerçek yüzey hakkında konuşmak için bana özgür bir alan sundu ve bunu maraton için koşu yaparken keşfettim. Çalışmanın kendisi ayrıca, İngiltere’deki Cornish sahilinde yaptığım benzer bir proje ile Haruki Murakami’nin yazarların düşünme süreçlerinin koşarken nasıl biçimlendiği ve onları nasıl beslediği üzerinde durduğu yarı otobiyografik romanı What I talk about when I talk about running’den ilham aldı.

A.E.: Kişisel yolculuğunuzu şehrin kolektif geçmişi, bugünü ve geleceği ile nasıl birleştiriyorsunuz?

“Ben kimim?” “Neden buradayım?” “Benden önce burada kim vardı?” gibi sorular düşünce yapımı ciddi anlamda besledi. Her zaman “ayakla toprağı kazıma fikri”nden ve “geçmişin geleceğinden” bahsediyorum. Benim işlerimde kişi, sürekli tarihe ve hikâyelere dalmış durumdadır, her zaman bir şeyler öğrenme hâlindedir. Geleceğe gelince… Bu şehir, İstanbul ve onun hikâyesi hep köklü bir değişim parçası; yarının neler getireceğini kim bilebilir!

A.E.: Minyatür sanatının büyük ustası Mehmet Siyah Kalem, özellikle dikkat çektiğiniz ve vurguladığınız bir isim. Sanat hayatınız boyunca sizi etkileyen özel isimler ve Siyah Kalem hakkında ne söylersiniz?

Siyah Kalem’le tanışan herkes gibi beni de etkileyen ilk şey onun takip ettiği hayal süreci, özellikle de iblis tabloları oldu. Ancak 2008’de İstanbul’da, Platform Garanti’deki ilk residency programımda Siyah Kalem’in bir gözlemci olarak eserlerindeki birçok karakterin, günümüz İstanbul’unun insanlarında ve sokaklarında hâlâ karşımıza çıkmaya devam ettiklerini fark ettim. O andan itibaren Siyah Kalem etrafımdaki dünyayı ve yapıtlarının dokusal doğası göz önüne aldığımda şehrin yüzeylerini anlamaya çalışmamda bana bir ayna oldu.

A.E.: Son olarak Mehmet Siyah Kalem’den yola çıkarak ürettiğiniz başka işlerin de olduğunu sizinle daha önce konuşurken belirtmiştiniz. Hem bu işlerinizi hem de diğer üretimlerinizi yakın zamanda İstanbul’da görebilecek miyiz?

Umarım. Siyah Kalem oldukça zor bir karakter; eserleri mitolojik ve tarihsel bir altyapıya sahip; sanatsal değerinin yanı sıra birçok insanın kimlik özelliklerini de içerisinde barındırıyor. İşlerimde bu ayrımı gözetmeye çalıştım ama bir kurumun da tüm bu meseleleri böyle görmesini sağlamak oldukça zor bir işti. Daha önce de bahsettiğim gibi, tüm bunlar bence kendi bakış açım ve dünyevi olana yaklaşımımla ilgili. Museums Sheffield’de sergilediğim ve oldukça büyük bir eser olan “Göçebe Masalları” başlıklı yerleştirmemi gören 26.000 kişi sık sık o mekâna geri dönüp eseri izlediler, çünkü iş onlara farklı bir kültürden sesleniyordu; daha sonra bu referanstan hareketle birçok kişinin İstanbul’a geldiğini de söyleyebilirim.