
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Küratörlüğünü Derya Yücel’in üstlendiği, Ferruh Başağa ve Defne Tesal’ın çalışmalarından oluşan “Böyle Rüyadaymış Gibi” sergisi geçtiğimiz günlerde Bursa’daki Nâzım Hikmet Kültürevi’nde ziyarete açıldı. Sergide iki farklı kuşaktan iki özel sanatçının üretimlerini bir araya getiren Yücel, Başağa ve Tesal’ın işleri arasındaki benzerlikler, ilişkiler, karşılaşma ve farklılıklar üzerinden izleyicilere soyut sanatın sınırların dolaşan bir deneyim vadediyor.
Abdullah Ezik, Derya Yücel ile Ferruh Başağa, Defne Tesal, soyut sanat ve “Böyle Rüyadaymış Gibi” başlıklı sergi üzerine konuştu.
Serginin başlığının (“Böyle Rüyadaymış Gibi”) sergiye ve içeriğe dair birçok şey söylediği, izleyicilere de bir rüya atmosferi vadettiği ifade edilebilir. Rüya ile gerçek hayat arasındaki bu bağ üzerine düşünmek de serginin anlam dünyasını biçimlendirmesi bakımından oldukça özel. Öncelikle serginin başlığına dair neler söylersiniz? Bu başlık kaynağını nereden alıyor ve bu rüyada olma hâli, izleyicilere nasıl bir sergi atmosferi vadediyor?
Anlamı kavrayabilmek için tıpkı sanatta olduğu gibi rüyanın da bizi şekillendirmesine izin vermemiz gerekir. Jorge Luis Borges, “Belki de tüm sanat, rüyanın bir biçimidir” der. Gustav Carl Jung, sanat yapıtlarını rüyaya benzetir çünkü soyut sanat bütün açıklığına karşın kendini salt gerçeklikle ilişkisi üzerinden açıklayamaz. Soyutlama hem görünür hem de görünmez bir dünya sunar. Tıpkı rüyalar gibi, sanat yapıtı da gören ve görünen arasındaki bir eşiktir. Rüyaların, nesnel ve gerçek dediğimiz bu dünyanın varlığından hatta dünyaya ilişkin tüm bilgiden şüphelenmemizi sağladığı gibi, soyut sanat da sanatçıların gerçeklik dediğimiz her türlü kurguya karşı uyanık olma ve varoluşsal ya da felsefi bir çözümlemeye duydukları ifade arzusunu ortaya koyar. Sergi, başlığını Balzac’ın Seraphita isimli romanında geçen bir cümleden alıyor: “Nasıl olup da böyle rüyadaymış gibi, görünenle görünmeyenin sınırında oturduklarını ve nasıl olup da görüneni göremediklerini, görünmeyeni ise görebildiklerini anlayamıyorlardı” cümlesi. Bu bana hem soyut sanatı hem de rüyaları çağrıştırdı. Sergi, aynı zamanda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1952 yılında Ferruh Başağa sergisi üzerine yazdığı bir makalede geçen cümleden esinleniyor: “Ne görünüş ne realite vardır. Sadece renkler vardır” diyor Tanpınar… Sergi tasarımlarında izleyici algısının eserlerle etkileşim yaratacak biçimde düzenlenmesi ve mekânın dönüştürülmesiyle ilgiliyim. Tabi bu dönüştürme refleksi serginin amaç ve hedefleri üzerinden yorumlanmalı. Serginin ışığı, kurgusu, rotası varsa sesi ya da izleyicinin bir yapıtla baş başa kalma hissiyatı hep mekanla ilişkilidir…. Nasıl her bir sanat işinin fiziksel ihtiyaçları ya da izleyici ile etkileşimi kendine özgüyse ben de bir serginin bütününde bir anlam ve ifade içermesini önemsiyorum. Bir küratör olarak sergiyi sanki tek bir yapıt gibi kurgulamaya çalışırım. Bu sergide de göz önüne aldığım kurguda yine benzer bir refleksle içerikle ilişkili atmosfer yaratmaya çalıştım.

Sergi kapsamında iki özel sanatçıyı, Ferruh Başağa ile Defne Tesal’ı bir araya getiriyorsunuz. İki farklı kuşaktan iki özel sanatçının böylesi bir sergi çerçevesinde bir araya gelmesi ve onların işleri üzerinden bir sergi tasavvur etmek oldukça önemli. “Böyle Rüyadaymış Gibi” sergisi kapsamında sizi özellikle Başağa ve Tesal’a yönlendiren temel düşünce neydi? Başağa ve Tesal’ın işleri serginin anlam dünyasını nasıl inşa etti, geliştirdi?
Soyut sanat, 20. yüzyıldan itibaren günümüz sanatsal düşüncesinde bir dönüm noktasına işaret etmişti. Soyut sanatın, teknoloji, bilim ve estetikle ilişkisi ötesinde ontolojik, felsefi ve mistik olanla yan yana konumu çok güçlü. Aslında görünene dair fenomenleri aşan tinsel bir gerçekliğe işaret etmekte. Evet, iki farklı kuşak sanatçının üretimlerini bir arada görmek soyut sanatın imkânlarını, genişliğini ve sürecini gündeme getirmek dışında soyut sanatın bugünkü anlamı ve kavramsal dönüşümü üzerine de fikir verecek. Duo sergilerin etkisini önemsiyorum. İki sanatçının pratikleri arasındaki kesişmeleri, karşılaşmaları, farklılıkları ya da aynı minvali paylaşma hallerini ve paslaşmaları ortaya çıkarmayı ve bunun sonuçlarını geliştirici buluyorum… Bu tür bir model, öncelikle sanatçıların kendi pratiklerine başka bir sanatçının gözünden bakabilmelerine alan açıyor. Farklı zamanda, farklı mekânda ve farklı sanatçıların ürettiği yapıtlar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaracak şekilde bir kurgu yaratmaya çalışıyorum. “Böyle Rüyadaymış Gibi” başlığındaki sergi de bu yöntemle ortaya çıktı. Ferruh Başağa, Cumhuriyet Dönemi Türk resmini kuran ressam kuşağının önemli sanatçılarından. Türkiye’de saf soyut resmi ilk kez uygulayan sanatçı 1914 doğumlu. Başağa, 1940’lı yılların sonunda soyuta yönlenmiş, 1980’li yıllardan itibaren saf geometrik soyutlamaya adanmış yapıtlar vermiş ve çağının dinamizmini temel almış… Defne Tesal 1985 doğumlu, disiplinler arası eğitimi ve pratiği olan genç kuşak bir kadın sanatçı. Başağa’da birer hareket/devinim unsuru, dinamizm olarak ortaya çıkan tavır, Tesal’da aksine zamanın sürekli ileriye dönük hızına karşı yavaşlamayı, daha akışkan, daha durağan hareketleri temel alıyor. Yüzeyden taşıp fiziksel mekâna bulaşıyor… Ama benim için iki sanatçı da saf ifade yoluyla içeriği açığa çıkarmak için bilinçaltıyla mücadeleyi veya dansı temsil ediyor.

Sergi kapsamında Ferruh Başağa ve Defne Tesal’ın “soyutlamaya yönelik tasarlama ve icat etme süreçleri”ni karşılaştırıyor; onlar üzerinden temsil ettikleri kuşaklar ve kuşaklar arasındaki farklara dair bir soruşturma yürütüyorsunuz. Söz konusu bu soruşturma/araştırma/karşılaştırma, bize gerek Başağa ve Tesal, gerekse onların temsil ettikleri kuşaklara dair neler söyler?
Ferruh Başağa bir söyleşisinde soyut sanatla kurduğu ilişkiyi şu cümlelerle tanımlıyor: “Soyut sanat, ressamın aklında şekillendirip yarattığı bir eserdir ve bu açıdan düşünceye ve akla dayanan çağımızı simgeler. Soyut sanatta bilinenleri taklit etmek yoktur, durağanlık yoktur. Ressamın düşüncesinde yarattığı biçim ve renkleri tuvale yansıtmasıyla ortaya çıkan aşırılık ve hareket çağımızın değişken ve dinamik yaşamına tümüyle uygundur.” Bu perspektifte sanatçının kendi dönemiyle, çağın gelişmeleri ile yaşam tarzlarının dönüşümü ve sanatın o günkü anlamıyla ilişkilendirdiği bir bağlam görürsünüz. İlk bakışta modernitenin tüm ütopyalarını kucaklayan bir geleceğin inşası ve buna olan inancı da duyumsarsınız. Açıkçası İki sanatçı arasında beni şaşırtan ve iki sanatçıyı bir araya getirme fikrimin doğmasındaki ilk detay buydu. Çünkü, Ferruh Başağa’nın bu perspektifi karşısında Defne’nin tam da kendi çağının baş döndürücü hızı karşısında yavaşlama arzusuna sahip olması, ütopyalara olan inancın yok olduğu günümüz dünyasının distopik gerçekliklerini durmadan deşmek yerine içe dönme dürtüsünün peşinden gitmesi, hem yaşamsal/karakteristik hem sanatsal ritmi, üretimlerindeki döngüsellik aslında Başağa’dan ayrılıyordu. Dolayısıyla, peki nasıl oluyor da sanatsal anlatım dilleri bu kadar birbirine yaklaşıyordu? Bu nedenle, tekrarlayacak olursam ister jenerasyon, ister görüş, ister düşünsel farklılıklar bu kadar derin olsun, Ferruh Başağa ve Defne Tesal arasında kurulabilecek ilk ortaklık, saf ve zorunlu olanı keşfetme arzusu. Bu açıdan iki sanatçının üretimlerini farklılıklar içinde “aynı amacın” tezahürü olarak görüyorum.

Başağa ve Tesal’ın işlerinde yer alan çizgiler, geometrik şekiller, kavisler ve renkler üzerinden izleyicilerin bambaşka bir âleme sürüklendiğini, kişilerin kendisi ve kendi iç dünyalarıyla baş başa bırakıldığını düşünüyorum. Bu bağlamda “Böyle Rüyadaymış Gibi”nin aynı zamanda izleyicilere kendi iç dünyalarına dair bir yolculuk vadettiği de söylenebilir mi?
Sergi deneyiminin mekanla olan ilişkisi ve bağına inanıyorum. Bir resme belirli bir mesafeden bakarsınız, mekandaki espas, yüzey, doku, renk ve ışık sanat yapıtlarının algılanmasını etkiler. Dolayısıyla içerikle ilişki kuran, yapıtların da izleyici tarafından nitelikli duyumsanmasına yönelik bir atmosfer yaratmaya çalıştım. Salon hem merdivenlerden hem de asansörle gelinen giriş alanından itibaren izleyiciyi karşılayan ve ilk bakışta serginin neredeyse genelinin kavranabileceği ama adım attıkça detayların da izlenebileceği bir mimariye sahip. Bu mimari, iki sanatçının yan yanalıkları ile birlikte iki sanatçının pratiğinin ayrı ayrı da deneyimlenebileceği bir kurgu oluşturmama zemin hazırladı. İzleyicilerin aynı anda hem her bir sanatçının yapıtlarıyla yalnız kalması aynı zamanda iki sanatçının üretimlerindeki yan yanalıkları okuyabilmesi hem de kendileriyle baş başa kalabilecekleri belirli boşluklar bırakmaya çalıştım.

“Böyle Rüyadaymış Gibi”nin belirli noktalarda Nilüfer’deki bir diğer sergi olan ve Meteor Balat Kültürevi’nde gerçekleşen “İstikrarlı Hayaller” sergisi ile çeşitli ortaklıklar taşıdığı ifade edilebilir. Söz konusu bu iki sergi ve kesişimleri üzerine neler söylersiniz? İlk sergideki “rüya” hâli, ikinci sergideki “hayaller”le nasıl iç içe geçti, örtüştü?
Sevgili Yekhan’nın “İstikrarlı Hayaller” başlığını, ben de sergi önerimi ve başlığımı paylaştıktan sonra öğrendim. Özellikle yaratıcı alana yansıyan bir zamanın ruhu durumunu yani bir “zeitgeist” duygusunu bana hatırlattı. Bu kavram belirli bir dönemin ortak özelliğini gösterir, daha doğrusu bu özelliği gözümüzde canlandırmayı dener. Bende böyle iki farklı projeye, birbirinden habersiz şekilde verilmiş başlıkların temelde ortak bir duygudan çıktığını hissettim. Bugün büyük anlatıların ya da ütopyaların imkansızlığı ve geçersizliğini kavradığımız bir çağdayız. Gerçeklik dediğimiz nedir? Bundan ne anlıyoruz? Günümüz sanat pratikleri, işte o gerçekliğin yani politikanın ve sanatı icra etmenin kesiştiği bir nokta olarak karşımıza çıkar. Savaşlar, siyasi krizler, sosyo-ekonomik travmalar, göç, ekolojik yıkım hızla artarak dünya gündeminde aciliyeti olan olgular haline geldi. Bu gerçeklik aynı zamanda yıkıcı ve korkutucu, tıpkı rüyalar ve kabuslar gibi… Sanat bir düşünme, hissetme, empati kurma ve özgürleşme alanı açabilir. Duygumuzu, hayal gücümüzü, düşlerimizi besleyip geleceğe dair bir umudu motive edebilir. Belki de zamanımız ruhunun ihtiyacı olan en önemli şey bu.