
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Ece Erdoğuş Levi, geçtiğimiz günlerde Kafka Kitap tarafından yayımlanan yeni romanında Şehrazat’tan devraldığı mirası sayfalara taşıyıp her gün dövülen, istismar edilen, ırzına geçilen ve katledilen kadınların hikâyelerini anlatıyor. Geçmişten günümüze şiddet eyleminin kendi içerisinde ne derece büyük bir karanlık barındırdığını ortaya koyan kitap, okuyuculara zaman ve coğrafya üstü bir anlatı sunuyır.
Abdullah Ezik, Ece Erdoğuş Levi ile kurgu ile hayatın kesişimi, geçmişten günümüze taşınan bir karakter olarak Şehrazat ve yeni romanı Şehrazat’ın Son Sözleri üzerine konuştu.
Yeni romanınız Şehrazat’ın Son Sözleri’ni Doğu’nun kadim metinlerinden birisi olan Binbir Gece Masalları’ndan yola çıkarak kurguluyor ve okura yeni bir anlatı dünyası vadediyorsunuz. Öncelikle bu roman çerçevesinde sizi yeniden Binbir Gece Masalları’na dönmeye yönlendiren temel sebepler nelerdi?
Şehrazat’ın Son Sözleri’nde anlattığım kadın hikâyelerini çok uzun süredir yazmak niyetindeydim. Nihayet artık yazacağım diye masaya oturduğumda “yaşamak için anlatmak” eylemi vardı aklımda. Şiddetin türlü şekillerine maruz kalmış kadınları anlatmak üzere yola çıkarken bu bana öyle anlamlı geldi ki, ilk hikâyeyi tüm romanı kucaklayacak biçimde bu eylemden yola çıkarak yazdım. Romanın özünde de başka başka mânâlara gelebilecek biçimde yaşamak ve yaşatmak için anlatmak var…
Romanın merkezinde yer alan Şehrazat isminin Binbir Gece Masalları ile özdeşleşmiş, çağrışım gücü oldukçe güçlü bir isim olduğunu söyleyebiliriz. (Şehrazat’ın zorla tutulan, erkek şiddetine, baskı ve ötelemeye maruz kalan bir kadın olduğu düşünüldüğünde neden bu romana taşındığı da sanırım daha anlaşılır olur.) Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ını ele alıp bugüne, bugünün Türkiye’sine taşırken nasıl bir yol izlediniz? Bir karakter olarak Şehrazat üzerine neler söylersiniz?
Aslında Binbir Gece Masalları’ndaki Şehrazat benim için sadece bir metafor. Yani benim Şehrazat’ımla en büyük ortaklıkları kendileri ve diğer kadınlar için “anlatma” eylemine sığınmış ya da seçmiş olmaları. Hatta “kendilerini gerçekleştirmek” için de diyebiliriz. Benim Şehrazat’ım uzun süre kadın araştırmalarında çalışmış biri, uzun yıllardır tamamlamaya çalıştığı, kadın hikâyelerinden oluşan bir kitap projesi var ve büyük bir yayın evinde editör… Bir gün hiç beklemediği bir oyunun içinde buluyor kendini ve artık şiddet, dışarıdan izlediği değil de tam da içinde bulunduğu bir duruma dönüşünce, “anlatmak” kaçınılmaz biçimde onun için de yaşamsal bir faaliyete dönüşüyor.

Şehrazat’ın Son Sözleri, bir roman olmakla beraber içerisinde birçok farklı alt hikâye barındıran, dolayısıyla biçim olarak tıpkı Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi belirli bir çerçeve anlatı üzerine kurgulanan bir eser. Siz bu biçimi yeniden ele alırken nasıl bir yol izlediniz? Biçim ile romanın özünü nasıl bütünleştirdiniz?
Şehrazat’ın Son Sözleri’nde Şehrazat’ın eserin yazım sürecini de romana dâhil ettiğim, onun kahramanlarıyla hesaplaşmalarını, dertleşmelerini, desteklerini, kısacası onlara dair, kimi zaman geçmiş, kimi zaman da geleceklerini içeren bir üst kurgu var. Bu üst kurgunun oluşması da kendi doğallığında oldu aslında. Önce hikâyeleri yazdım. Hikâye kitabı olarak da kalabilirdi pekâlâ. Ama sonra kahramanlarıma böyle fena şeyler yaşatmak zorunda kaldığım için, bir üst kurgu yapıp, Şehrazat aracılığıyla son kez onlarla konuşmak, onlardan özür dilemek, bazen de içlerini rahatlatmaya çalışmak istedim, böylece her biri için ara metinler çıktı ortaya. Aslında biçimsel anlamda bir paralellik kurmak niyetiyle başlamadıysam da kurguda da böyle bir akrabalık doğdu diyebilirim.
“Şiddet”, Şehrazat’ın Son Sözleri’nin merkezinde yer alan en önemli konu olarak değerlendirilebilir. Öte taraftan siz bu konuya hem toplumsal hem de bireysel gerekçe ve yönleriyle ele alıyorsunuz. Peki bu noktada şiddetin toplumsal kökenleri üzerine ne söylersiniz? Bu durum romana nasıl aksetti?
Şiddetin toplumsal kökeninde bence aile var, yani hem yetiştirilme biçimi, hem de şiddetin farklı şekillerde fiziki ya da duygusal anlamda “görülerek” model alınması, hatta normal olarak algılanıp içselleştirilmesi. Yani babanın anneye şiddetini gören bir oğlan çocuğuna, hem baba hem de çevrece bunun haklı bir eylem olarak yansıtılması. Kadınların ve kız çocuklarının değersiz görülmesi. Nitekim bu ortamda büyüyen oğlan çocuğu da şiddete tahakküm kurarak ya fiziken kız kardeşlerinden başlayabiliyor. Bu tam bir öğrenilmiş şiddet vakası. Bu anlamda kadınların en önemli gücü ekonomik özgürlüğe sahip olmak, kabullenmemek, karşı durabilmek için. Çünkü bu özgürlük olmayınca kadınlar için “evlilik” daha baştan bir meslek, bir geçim yolu veya zorunlu bir hayat modeli olarak görülebiliyor. Bu durumun pek çok yansıması romanda farklı kahramanların hikâyeleriyle ortaya çıkıyor.
Romanda erkek şiddetine maruz kalan kadınların hikâyelerine yer veriyor, onların başlarından geçenler üzerinden bir anlatı kurguluyorsunuz. Bu noktada sizi özellikle “erkek şiddetine maruz kalan kadınlar” üzerinden bir roman kaleme almaya yönlendiren belirli bir olay/dönüm noktası oldu mu? Hikâye nasıl başladı?
Her gün duyduğum, duyduğumuz kadın cinayetleri, kadına şiddet haberleri öyle çok birikti, birikti ki içimde, anlatmak zaruri hâle geldi. Bardağın taşması gibi… Dönüm noktasıysa böyle bir dönüm noktası var, evet… Sene başından beri öldürülen kadın sayısı 361. Bu korkunç bir şey… Bunlar yaşanırken başka bir hikâye yazamazdım.

Pers coğrafyasında geçen ana anlatıya paralel olarak Şehrazat’ın Son Sözleri, Türkiye coğrafyasında, aradan geçen yüzlerce yıla rağmen aynı sorunların devam ettiğini gösteriyor. Bu noktada şiddetin coğrafyası üzerine ne(ler) söylersiniz? Bu salt Doğu coğrafyası ve toplumları ile ilgili bir sorun mudur, meselenin evrensel yönü/karşılığı üzerine ne söylersiniz?
Geçmişten günümüze asırları aşan bir sorun evet. Batıda yok mu elbette var, ama günün sonunda yaygınlık dendiğinde, maalesef sınıfta kalıyoruz. Dedim ya sene başından beri 361 kadın öldürülmüş, çoğu da eşleri, sevgilileri, yakınları tarafından… Üstelik seçme ve seçilme hakkına batı ülkelerinden çok daha önce sahip olmuş Türk kadınlarının bugün yaşadıkları büyük bir toplumsal sorunla yüz yüze olduğumuzu gösteriyor.
Tümüyle doğu coğrafyasına özgüleyemezsek de İran’da yaşananlar, verilen mücadele ortada… Afganistan’ın her geçen gün daha çok karanlığa teslim olması da…
Şehrazat’ın Son Sözleri’nin kadın-erkek ilişkileri ve bu ilişkilerin kırılıp şiddete, yas ve işkenceye dönüştüğü noktalarla da yakından ilgilendiğini söyleyebiliriz. Peki kadın-erkek ilişkileri tam olarak nerede, nasıl kırılarak içerisine şiddet, yas ve işkenceyi alır?
Elbette belirttiğim şiddetin içinde büyüyen insanlar için, şiddet alışılmış hatta “normal”a indirgenmiş bir durum olarak ileride kendi kurdukları ilişkilere, ailelere sirayet edebiliyor… Diğer taraftan hastalıklı ruh yapısına sahip, kesinlikle tedavi edilmesi gereken, belki de zamanında fark edilmediğinden artık kişilik yapısı hâline gelmiş, yani saplantıyı sevgi ya da aşk olarak tanımlayan, paranoyayı “kıskançlık”, öfke patlamalarını, öfke kontrolsüzlüğünü “bir anlık sinir” olarak adlandıran insanlardan bahsediyorum. Bu anlamda kırılma noktası, kadının bu psikolojik ve fiziksel harbe karşı isyan edip ayrılma ya da boşanma isteği olduğu görülüyor genelde. Bu durumda bu hasta zihniyet kendini kadının sahibi gibi konumlandırıp yok etmeye, işkence etmeye, sakat bırakmaya, hatta kimi zaman kendi çocuklarıyla, çocuklarının canıyla tehdit etmeye ve eyleme geçmeye kadar korkunçlaşabiliyor.
Son bir soru olarak, Şehrazat’ın Son Sözleri’nin içerisinde yaşadığınız/yaşadığımız toplumun romanı olduğunu söyleyebilir miyiz? Roman, bugünün dünyasına, bugünün kadın-erkek ilişkilerine ve geleceğine dair bize neler anlatıyor?
Bu roman toplumumuzda sorun olmaktan da çıkıp çok, çok büyük bir yara halini almış kadın cinayetlerini, kadınlara yönelik duygusal ya da fiziksel şiddetin her türünü anlatan, nitekim günümüzdeki acı tabloyu olduğu gibi yansıtan bir roman. Aslında tümüyle bugüne dair… Geleceğe dair ise umutlu bakmaktan yana… Bugün bunlar yaşanıyor evet, umarım ileride anlatacak bambaşka hikâyelerimiz olur. Ben hep gençlere güvenmekten yanayım.
Çok teşekkür ederim…