.

Ani Tanıklıklar: “Hiç Aklımda Yokken” Üzerine

Esin Hamamcı

esin.hamamci@sanatkritik.com

Ayça Erkol, uzun süre Varlık, Sözcükler, Sarnıç Öykü, Özgür Edebiyat ve Notos gibi önemli dergilerde kalem oynattıktan sonra Hiç Aklımda Yokken adlı öykü kitabını çıkardı. İlk kitabı olan bu eserine ise “Ankara Üniversitesi 2017 Öykü Ödülü” verildi. Ödülü veren seçici kurul Erkol’un gözlem yeteneği, iç dünyayı yansıtmadaki başarısı nedeniyle ödülün bu kitaba değer verildiğini duyurdu. 15 öyküden oluşan kitap, günümüz insanından manzaralar çizerek bize “başka”larını anlatır.

Kitap, toplumsal ve bireysel hikâyeleri yansıtma konusunda oldukça başarılı. Erkol bunu yaparken birinci tekil şahıs anlatısı üzerinden bir teknik kuruyor. Böylece bireyin iç dünyasına dönmesini, oradaki arzulara, korkulara, bunalımlara vakıf olmasını sağlıyor. İnsanın “tuhaf” yönlerine odaklanması, gündelik hayatta ile olağandışı durumlar arasındaki çelişkiler de kitabın konusu oluyor.

“Salıncak” adlı ilk öyküde bir karakterin canının bir şeyi fazla çektiğinde onu gözünde çirkinleştirdiğini öğreniyoruz. Bu bilinçli hareket onda ileri geri savrulmalara neden oluyor. İstediği “şey”e sahip olduğunda onunla ne yapması gerektiğini bilememe hâlinin korkusuyla şöyle diyor: “Ya istemeye devam edersem, devam eder de sahip olursam, sahip olur da bıkarsam?”[1] (s.7) Edebiyat ve felsefe okuyan karakterimiz öykü yazmaktadır. Sanatını icra etmek adına şehirden kaçıp, bu kasabaya gelmiştir. Hayata karşı düşüncelerini onun iç sesinden dinleriz. Bir yandan da gördüklerini aktarıp, bunları düşünceleriyle birleştirip şu anki hâlini yorumlar:

“Hep bunu merak ederim; zamanın, evrenin herhangi bir anında her şey birden dursa ve biz saysak, döksek, hesaplasak, an itibarı ile kötülük mü iyilik mi galip gelir? Anbean değişiyor mudur denge? Tıpkı salıncak gibi; bir an önde bir an arkada mıdır iyilik ve kötülük dediğin? Aklımdaki bu düşünceleri, imgeleri durduramıyorum bir türlü.” (s.11)

İç konuşma ile geliştirilen “şu anı sorgulama” tekniğine neredeyse tüm öykülerde rastlarız. “Hiç Aklımda Yokken” öyküsü, birinci tekil şahısla anlatılan ve dışarıdaki hayatı bu gözle yorumlayan bir metin. Buradaki karakterimiz “gözlerini etrafa dikip, pürdikkat bakan” biri. Bu gözlerle etrafa baktığında onun “aniden” tanıklık ettiği pek çok şeyle rastlaşıyoruz:

“Tezgâhın başında duran kız bezgin bakışlı, fütursuz. Temmuz güneşi altında müşteri beklemekten tükenmiş, ağzındaki sakızı çevirecek mecali yok. Dövmelerine kayıyor gözüm, Japonca harfler sağ kolunun içini boydan boya kaplamış.” (s.20)

Bize sokağın fotoğrafını çeken bu kişi, insanlarla yer yer alay eder, onlarla muhabbet eder, şakalaşır, arada da laf atar… Sonra bir an durup düşüncülerini sorgular. Örneğin dövmeli kadın hakkında pek çok bahis açtıktan sonra son yorumu şu olur: “Konuyu uzatmıyorum, başımı sallamakla yetiniyorum. Tuhaf bir alfabedeki harfleri vücuduna kazıtarak acı çekmeye razı bir kadın, biraz ürkütücü.” (s.20)

Sokakta gezgin hâlde yürürken bir noktaya odaklanıp, bir an durup düşünüp karar vermesinin sebebi, onda bu etkiyi uyandıran şey, dışarıda yaptığı gözlemlerdir. Toplumun sokağa yansımasından çıkarımlar yapar. Örneğin tüm arkadaşları bayramlarda ailesini mutlaka ziyaret eder. Erkek arkadaşları dolma sarabilen kadınlarla evlenir. Ancak kızları olduğunda ise kırk yaşına kadar dizinin dibinde, bakire şekilde otursun ister. Bunun gibi pek çok toplumsal “tip”lerin yaşamına kapı aralarız. Örneğin bu erkeklerin aynı zamanda L tipi modern evleri vardır ancak zihinlerinde yaşadığı dünya çok farklıdır. Bu ikiyüzlülüğe karşı eleştiri “gülünç tezatlıklar” üzerinden verilir.

Öykü karakterinin eleştirdiği bir diğer nokta ise hayatındaki “ansızın” gelişen olaylardır. Hayatının kontrolü elinden çıkmış gibidir. Oysaki her şeye çok planlı başlamıştır:

“Hayata çok planlı başlamıştım oysa. En başında her şey zihnimde ince ince planlanmıştı. Tüm önemli kararların provası alınmış, istediğim yaşamın kalıbı çıkarılmış, teyeli atılmıştı. Usta bir terzi olduğumu düşünüyordum. Hangi okullarda okuyacağımı, nerede çalışacağımı, nasıl biriyle evleneceğimi, üç aşağı beş yukarı biliyordum. Rahmetli babam sürekli planlamanın önemi üzerine diskur çekerdi. İnsan günün her saatini planlamalı derdi. Başarılı insanlara bak, hayatlarında tesadüf olan hiçbir şey göremezsin. Her şeyi milim milim, ince ince planlarlar.” (s.22)

Didindiği ne varsa elinde patlamıştır. Ancak üzerinde tuhaf bir iyimserlik vardır. Bunun bir inkâr ediş olduğunu kabul eder. Adapte olma süreci kimi çuvallamayı reddediştir ona göre. Hayata karşı oyun oynamak gerektiğini düşünür. Örneğin dolaştığı sokakların birinde ansızın yol değiştirse “aniden” gelişen bu olayın yine hayatını değiştireceğini düşünür. Çünkü hayata böyle karşı koyar. Bazen de hayata karşı koymanın “aciz kullar” için çok iddialı olduğunu söyler. Bir yandan kaderi sorgulamaya kapı açan bu metin, birinci tekil şahsın ağzından, gözlemleriyle aktarılmaya devam eder:

“Aniden yönümü değiştirirsem, beklenmedik anlarda beklenmedik şeyler yaparsam onu ters köşeye yatırabilirim. Bunlar büyük şeyler olmak zorunda değil. Şaşırtmacalarım sabah evden çıkmadan son anda değiştirilen pantolon, ağır aksak yürürken birden koşmaya başlamak, gece saat ikiye kurulan çalar saat olabilir. Durup dururken Tekel’e girip sigara alabilirim pekâlâ. Kader şöyle düşünecektir; bu salak herif ne yapıyor? O sigara içmez ki! Buna göre pozisyon alıp benim için akciğer kanseri hayalleri kurmaya başlarsa yine yanılır. Sokağın başındaki tanımadığım tiryakiye sigaramı armağan edebilirim ya da paketi turuncu, teneke çöp kutularından birinin içine sallayabilirim. Daha şaşırtıcı şeyler de yapabilirim. Yıllardır oturduğum, güya çok sevdiğim evimi aniden satılığa çıkarabilirim. Eşin dostun yapma etmeleri arasında beni köhne bir semtte, benden hiç beklenmeyecek tarzda, L koltukların ve stor perdelerin arasında, elimde bir bez bebekle otururken bulabilirsiniz. Üstelik bira içerken. Sevgili Hayat, ben senin hakkında plan yapamıyorsam, sen de benim hakkımda yapamazsın. Gariban bir âdemoğlundan böyle zekice hareketler beklemiyordun değil mi?” (s.23)

Şaşırtıcı şeyler yapmakla olağan hayatını sabitlemeye çalışmak karakterin en büyük çelişkisi olur. Bu çelişkileri sağlamlaştıracak pek çok elle tutulur sebep hayatından silinmiştir. Ya da silinmek üzeredir. Bu bağlamda yaşantısını oturtmaya çalışırken “eşin dostun” yapma etme serzenişleri arasına sıkışır. Bu aslında toplumun yarattığı baskıcı etkiden sıyrılıp kendi yolunu çizmeye çalışan, bireyselliğini yakalamaya çalışan kişinin yine aynı çemberin içine düşmesidir. Bunun eleştirisi ise topyekün “hayat”a karşı yapılır.

Sonuçsuz kalan pek çok girişimin arkasında sadece “söz”ler kalır. “İnsan Kokan Toprak” öyküsü, “Medeniyetten kaçtık, kendimizden kaçamadık.” cümlesiyle başlar. Buradaki öykü karakterinin karısı, yıllarca bir ilaç firmasında yöneticilik yapmış, iki litrelik motorlu arabasıyla alışveriş merkezlerine gidip Chanel ceketler giymiştir. Şimdi ise otel işletmektedir. Ona göre eşi, şehirlidir ama şehirden sıkılır. Kadındır ama kadınlıktan da sıkılır. Zaten çok fazla olmayan enerjilerini evrene gönderenlerdendir. O ise yoga, organik nedir bilmeyen bir kadın istemektedir yatağında. Kusana kadar içip nefesi bitene kadar sevişmek ister. Yorgun, huysuz ve hedonist gözükmek ister…. Zıt ruh halleri onlarda dövüşmekten hantal kalmış birbirine sarılıp kalan boksörleri hatırlatır. Bu ritimsiz dans onlara bir ritim katmıştır.

Ayça Erkol’un Hiç Aklımda Yokken’deki öyküleri toplumdan öne çıkardığı pek çok tiple, aslında onların ruh hâllerini inceler. Bir manken gibi önüne koyduğu bu tipleri, toplumun tabuları üzerinden eleştirir.


[1] Ayça Erkol, Hiç Aklımda Yokken, İstanbul, Alakarga Yayıncılık, 2016.