Buket Arbatlı: “İşte o an, korku denen devasa uçurumun kıyısında durduğumuz andır.”

Aynur Kulak

Çağdaş edebiyatımıza ikinci öykü seçkisi Korkunun Kıyılarında ile dönemsel, tarihi hikâyeler üzerinden bambaşka, farklı bir kulvardan yeni öyküler kazandıran Buket Arbatlı; “Üzerine eğildiğim esaslı değişimlerin, büyük kayıpların olduğu bir dönem. Vatan, millet, Sakarya değildi anlatmak istediğim. Bu insanlar o dönemi nasıl yaşadı, üstlerinden geçen kasırgada yere sağlam basabilmek adına nelerden feda ettiler?” diyor öykülerini yazarken kafasını kurcalayan soruları da bizimle paylaşarak. Kurtuluş Savaşı dönemi ve sonrası, saray erkanı ve son Osmanlılara dair bilmediğimiz, birbirinden farklı, son derece gerçek öyküler okuduğumuz Korkunun Kıyılarında’ya dair tüm ayrıntıları kapsamlı şekilde konuştuğumuz söyleşimiz için buyurun lütfen.

Sohbetimize mesleğinizden dolayı farklı farklı hikâyeler dinlemeniz ve bu sebepten herhangi bir durumu hikâyeleştirme hakkındaki düşüncelerinizi merak ettiğimi belirterek başlamak istiyorum. Hikayeler dinlemek ve hikâyeleştirmek sizin için edebiyatla kurduğunuz bağda nelere tekabül ediyor?

Öncelikle kitabıma göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür ederim. Sanırım yazar temelde hikâye dinlemeyi ve anlatmayı seven kişidir. Hepimiz başka hayatları merak ederiz, kahramanlarla heyecanlanır, başlarına gelenle gözlerimiz dolar, hikâye mutlu sonla bitsin isteriz. Yazara dinlemek kâfi gelmez, bir de anlatmak ister. Bu istek nereden gelir, ne zaman başlar bilmiyorum. Kahramanlardan yola çıkarak yazan biriyim. Farklı insanlar benim için çok kıymetli. Yolda gördüğüm, gazetede okuduğum, birisinden dinlediğim o kişilere hayat vermeyi seviyorum. Yazma adına en büyük motivasyonum bu. Onları görünür kılmak için yazıyorum denebilir. Anlatılanları can kulağıyla dinlerim. Eduardo Galeano’nun Hikâye Avcısı gibi hissediyorum kendimi. Bir dedektif gibi izini sürüyorum. Benim için muazzam bir yolculuk.

Korkunun Kıyılarında ikinci öykü seçkiniz ve farklı öykülerden oluşan bambaşka bir rotayla okurla buluştu. Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’ın içindeki öyküler sonrası tematik olarak tarihi savaş anlatısı üzerine öyküler yazmak nasıl bir süreçti, nasıl karar verdiniz böylesine farklı bir rotaya girmeye?

Beni bu yola sevk eden Yüz Kitap’tan çıkan Claire Vaye Watkins’in öykü kitabı Nevada oldu. Bu kitaba dek tarihi öykülere sıcak bakmıyordum bile. Watkins öyle şimdinin içinden yazmıştı ki öyküleri, böyle de olabiliyormuş dedim. Aklıma aile büyüklerinden duyduklarım geldi. Dedemin amcası topçu eriymiş ve Osmanlı topraklarında pek çok savaşa katılmış. Savaş sonrası elleri titrediğinden Titrek Emmi derlermiş ona. Bu savaşlar onu sinir hastası yaptı derlermiş. Nevada’dan sonra onun hakkında yazabilirim diye düşündüm fakat uzun süre yazamadım. Derken X’de bir tarihçinin paylaştığı Deli İbrahim’in günümüz Türkçesiyle günlüğüne denk geldim. Panik hastalığından mustaripti. Deli falan değildi aslında, üzüldüm padişaha. İşte, dedim kahramanlar sıraya girdi. Sonra Said-i Nursi, büyükannem falan derken Osmanlının son cücesi Bahri Ağa’nın fotoğrafını gördüm.  Bu kitabı ona borçluyum.

Farklı bir alana açılmakta riskli bir taraf gördünüz mü hiç? Bu risk meselesini olumsuz taraflarıyla sormuyorum, aksine cesurca bir deneysellik mevzu bahis çağdaş edebiyat adına. Hatta siz riskin zorluklarından da bahsedebilirsiniz elbet ama güvenilir anlatı alanlarından çıkıp rotanızı deneysel anlatı üzerine inşa etmeyi konuşmak isterim.

Sevdiğim bir yazar Bahri Vardarlılar en zoru ikinci kitap demişti yıllar önce. Ben de ilkini tekrar etmekten çok korkuyordum. Yüzyıl öncesinin kahramanlarını, bambaşka bir zaman dilimini, hiç bilmediğim topraklarda, (topraklardan kastım savaş coğrafyaları) sarayın dehlizleri, zihnimde solmaya başlamış bir dilin sözcükleriyle yazmak ciddi bir tecrübe oldu. Bu alanda at sürebilir miyim diye baktım, umarım başarmışımdır.

Altı öykünün beşinde Kurtuluş Savaşı dönemini okuyoruz, altıncı öykü ise Osmanlı Hanedanı’na ilişkin saray içini anlatan bir öykü olmasından dolayı ayrılıyor. Öykülerde odağa savaş dönemi anlatısı yerleştiriyorsunuz belirgin olarak ve buradan yola çıkarak meseleniz tam olarak neydi, hangi temaları odağa yerleştirmek adına öyküleri yazdınız diye sormak istiyorum elbet. Fakat bunu “korku” teması üzerinden ele alarak konuşmak istesem ne söylemek istersiniz diye sormak istiyorum.

Üzerine eğildiğim esaslı değişimlerin, büyük kayıpların olduğu bir dönem. Vatan, millet, Sakarya değildi anlatmak istediğim. Bu insanlar o dönemi nasıl yaşadı, üstlerinden geçen kasırgada yere sağlam basabilmek adına nelerden feda ettiler? En önemlisi aldıkları kararların, edimlerinin arka planında ne vardı? Bizim hiç kontrol edemediğimiz bir yer var, bilinçaltı. Öyle bir an gelir ki içimizdeki en masum kişi taşı atar ya da onu koruyup kollayan dedesini ihbar etme aşamasına gelir, idealini kaybettiği için ölmeyi göze alır ya da öldürmeyi. İşte o an, korku denen devasa uçurumun kıyısında durduğumuz andır.

Odaktaki temalar savaş, ölüm, kayıplar, sağ kalmak, eskide kalan, yenilenen, korku, endişe; bu temalara ilişkin olarak sanki bir de “Kıyı” metaforu var. Bu kıyı metaforu (Kıyıya gelmişlik hali, köprüden önceki son çıkış durumu ya da kıyıda köşede kalmışlık) öykülerin hikayelerine dair bir tür “karşı tarih” anlatısı da okutuyor bizlere sanki. Yani ders kitaplarında veya sözlü anlatılan kahramanlık hikayelerinden farklı olarak.

Kesinlikle öyle. Benim kahramanlarım kahraman değil. Tarih kitaplarında, menkıbelerde yer alamazlar. Aile tarihinde bile onlardan fısıldayarak bahsedilir. Titrek Emmi savaşlardan sinir sahibi olarak döndü denir. Fana kadınefendi olamamış binlerce cariyeden biridir. Saltanat kaldırıldıktan sonra haremağalarına, cariyelere ne olmuş kimsenin aklına gelmez? Yunan işgalinden nefretle bahsederiz ki hakkımız da vardır ama Ege kıyılarında yaşayan Rum ahaliye ne oldu, bunu kimse konuşmaz. Büyüdüğüm şehrin, Burdur’un değirmenleri ünlüymüş. Buna dair türküsü var: On ikidir şu Burdur’un dermeni/ Dermencisi Urum değil Ermeni / Ya kendisi ya kellesi gelmeli, diye düşman işbirlikçilerine türkü yakılmış. Hepsi de işbirlikçi değildi. Ne oldu onlara? Bilmiyoruz. Yunanlar hangi saikle buraya geldi? Theo gibi zorunlu gelenler bu topraklara gömüldü, ne acı. Andoni’ye de acırım, buraya büyük bir hayalle geldi. Savaş hep bir hayalle başlar, hüsranla biter. Kazanan taraf için bile böyledir. Okullarda bize bunlar anlatılmaz. Ben onları yazmak istedim.

Tüm öyküleri çok beğendim fakat özellikle parantez açmak istediğim öyküler var. Mesela, “İnkılapları Biz Yapmadık”. Hem savaş sonrasını anlatması hem de Vesile karakteri adına çok önemli bir öykü. Korkuyu, kıyıya gelmişliği, hatta değişimin kıyısına gelmişliği, bir daha ne ülke, ne karakterlerin kaderleri adına hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlatan çok güzel bir öykü. “İnkılapları Biz Yapmadık” öyküsünü bu yönleriyle, bir kadın olarak Vesile’nin dirençleri, kararlılıkları ve değişiminin ülkenin değişimine nasıl da benzediği üzerine konuşabilir miyiz? 

Devrimler tepeden gelir, doğal seyri böyle. Ayak uyduramayanların tepe taklak yuvarlandığı bir dalgaya benzetirim. Adı her ne kadar inkılap olsa da şapka meselesi aslında kıyafet düzenlemesine dairdir. Bunu şeytan icadı görüp fesi çıkarmayacağız diyenlerin çok değil yüzyıl önce ataları da fesi gavur icadı görmüş, isyan etmiştir. Ama Ömer’in derdi başka. Hind-i Çin’deki esaretinden dolayı İngiliz’in taktığını takmam diyor. Buna bir açıklık getireyim ve Vesile üzerinden devam edeyim. Vesile benim dedemin annesi ve ben yirmi yaşındayken vefat ettiğinde doksanına yaklaşıyordu. Osman’ı kaybettikten sonra onun aziz hatırasına binaen bir daha evlenmemiş, iki yetimini büyütmüştü. Acayip sağlam bir karakteri vardı, kocasından kalan maaşıyla evini de savunmuş, o devrin kadınlarında rastlanmayacak denli dik duruş sergilemişti. İşte resmi hikâye bu. Buna sadık kalmaya çalışarak bir aşk hikayesi üzerinden o dönemi yazmak istedim. Eşlerini bu topraklara şehit veren bu kadınları, ben de dahil olmak üzere, oturttuğumuz çerçevede gördük ve neler arzuladılar, nelerin kıyısına geldiler de bir adım daha atmaya korktular merak bile etmedik. Öykünün sonunu yazarken o eşikten bir adım daha atsa ne olur diye çok düşündüm. Göklerdeki büyükannemi üzmeye korktuğumdan arkasına bakmadan evine geri yürümesine izin verdim.

Kurtuluş Savaşı var, kurtuluş ve yenilenme, hızlı değişimler var fakat aynı ölçüde bir de saray erkanı, onların yaşamı, bir zamanlar ulaşılamaz, hikmetlerinden sual olunmaz kişiler de var. Ki bu kişiler saray çalışanları olsalar bile; mesela Nadir Ağa karakteri. Nadir Ağa üzerinden Son Osmanlılar öyküsünü konuşmak istiyorum sizinle. Onlara ne oldu, onların hikayeleri nerelere evrildi, nasıl değişti, yine koskoca imparatorlukta küçük bir parça niteliğinde bile değil, bir kum tanesi belki ama büyük değişimin sebeplerine etki yapacak şekilde okuyoruz, özellikle de kurulan yeni bir ulus söz konusuysa, öyle değil mi?

Sandıkta unutulan eski bir çeyizdi onlar. Beylik bir söz biliyorum ama onlara cuk oturuyor. Bildikleri yaşam ellerinden alınmış, kafeslerinden gerçek dünyaya salınıvermiş nadir kuşlardı. Bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Bahri Ağa boyundan büyük işe kalkışmış, çocuk, torun sahibi olmaya çalışmıştı. Olacak şey değil. Haremde hayatta kalma savaşını deneyimlemiş Nadir Ağa, başkalarına en ufak yakınlık duymanın en büyük zaaf olduğuna inanan kapıağası, bile hislerine yenik düşüyor, Vedat’ın başını bekliyor. Kimsenin umurunda değiller, kendilerinden başka sığınacakları bir yer yok. Kayıp bir zamanın, belki de düşün canlıları. Yine de anlamlı bir şey yapmaya, geleceğe kendilerinden bir parça, bir hatıra bırakmaya çalışıyorlar.

Tüm öykülerde belirgin veya dipten akan bir gerilim var, çünkü tarihi savaş anlatısı içerisindeyiz fakat “Odamdaki Afrika” ve bu öyküdeki Fana (ya da Belkıs) karakterini, öyküdeki gerilimi, ayrıca Deli İbrahim döneminin seçmenizi, Kösem Sultan ayrıntısını, kadınların, haremin tarihe etkisini bu nefis öykünüz üzerinden korkunun, gerilimin nelere sebebiyet verdiğini konuşmak isterim.

Sanırım bütün kahramanlar boylarından büyük işlere kalkışıyor, üstelik ölesiye korkuyorlar. Fana topraklarından koparılıp getirildiğinde kendine bir alter ego yaratıyor – Sırtlan. Onu tehlikelerden, deli cesaretinden, gözü pekliğinden korumaya çalışıyor ama nafile. İbrahim’e âşık oldu bir kere. Fana’nın Müslümanlığı kabul etmeyişini, sessiz direngen gücünü, kendince çevirdiği entrikaları çok seviyorum. Üstelik o da bir hikâye anlatıcısı. Uydurduğu ilaçlar, büyücü teyze yalanı, zor anlarda aptala yatma tavrı, bir şekilde hep İbrahim’in yanında olma inadı. Çok zeki, çok yalnız bir çocuk. Harem ne de olsa Bizans’tan gelmedir, sonunda alt ediliyor Fana. Üç ismi var, hiç ismi yok, o küçük mavi gözlü zenci cariyenin.

Karakterlerin korkuya dair verdikleri tepkileri an an ve o döneme ilişkin olarak görüyoruz ve travmaların nesiller boyu aktarımını da, vatan kaybı, ev kaybı, toprak kaybı, sevdiklerini kaybetme korkusu üzerinden okuyoruz. Aidiyet, göç, hafıza meselelerinin nesiller boyu aktarımı son derece anksiyetik ve bugünümüzü de etkiliyor öyle değil mi?

Elbette. Korkularımız kollektif hafızayla, korteksin alt kıvrımlarında yuvalanmış hikayelerle nesiller boyu aktarılıyor. Üstüne resmi tarih, devletin hükmeden dili, türkülere, masallara nakşedilen duyumlar biniyor. Yunanla gerçekten dost olmak mümkün olmuyor. Sonra yurtdışında yaşayınca fark ediyorsun ki aynı yakanın bir tür kardeşiyiz. Ben Kurtuluş’a taşınıncaya dek ailem Ermenilerle bir araya gelmemişti. Düşünün bir zamanlar bütün değirmencilerinin Ermeni olduğu şehirde büyüyen ailem önce taşra önyargılarıyla nasıl davranacaklarını bilemediler, sonra kaynaşıverdiler. Voila!

Gayrimüslimleri de konuşmak istiyorum sizinle atlamaksızın, çünkü onların mekanları, onların dili, üslupları, kültürleri hem cephede, hem cephe gerisinde, hem de savaş sonrası misak-ı milli sınırları içerinde hikayelerin tamamını belirgin olarak etkiledi. Öykülerin isimlerinde bile gayrimüslimliği ve yabancı olmak meselesini görüyoruz: Trikupis’un Erleri, Hristos Anesti gibi. Öyküleri bu yönüyle konuşabilir miyiz?

Bir kere tarafsız yerden bakmaya çalıştım ama Hristos Anesti’yi yazarken bir de gördüm ki içimdeki Türk şaha kalkmış, kendi kahramanlarını dövüyor. Semih Gümüş bu konuda uyardı beni. Aklım başıma geldi. Kendisine teşekkür etmek isterim. Trukipis’in Erleri ilginçtir çünkü Yunan esirlerin arasında İzmirli var. Bu toprakların insanı, buranın asıl sahibi biziz diyen Yunanlılardan farklı olarak, yıllardır Osmanlı boyunduruğunda yaşayan ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Anadolu Rumu. Bizim zamanımız geldi diye düşünmüş savaşa katılmış, son kertede yine bir Anadolu insanından Mehmet’ten medet umuyor. Andoni ise megali ideanın peşinden buralara gelen toprak ağası. Madam Ofelya yenilgiyi ilk sezen, kendine dayatılan hikâyeyi reddeden bir Urlalı. Bunların dünyalarını anlamak, hayallerini bilmek, rüyalarını görmek istedim. Kolay olmadığını söylemek isterim.

Öyküleri okurken bu öykülerin yazımı için ciddi bir okuma süreci geçirdiğinizi anlıyoruz. Bu okuma sürecinin ne kadar ve nasıl sürdüğünü konuşmak isterim sizinle. Kaynak kitaplarınızı da yazmayı isterseniz eğer paylaşırsanız sevinirim?

Evet, oldukça uzun süren bir araştırma dönemim oldu. Tarihçi Ahmet Kuyaş’ın Mesut Varlık’la Kıraathane’de yaptığı tüm söyleşileri, Selim Erdoğan’ın Büyük Taarruz videolarını izledim. Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’i, Reşat Ekrem Koçu’nun Kösem Sultan’ı, Yunan tarih makaleleri, Dr. Mazhar Osman’ın haremağalarının cinsel hayatına dair yazılarını, Said-i Nursi hakkında yazılmış neredeyse bütün yazıları, Hasan Mezarcı’nın İstiklal Mahkemesi Zabıtları’nı, adını unuttuğum nice websitesini, o tarihlerin gazetelerini okudum. Tarihle ilgili yazan herkesin önünde saygıyla eğiliyorum. Zor işmiş.

Öyküler yazmaya devam edecek misiniz? Ya da bambaşka bir tür denemeyi düşünüyorsunuz belki de, önümüzdeki yıllarda sizden bir roman okuma ihtimalimiz olabilir mi?

Öykü artık fıtratımızda var. Yaşlılığa, unutamamaya dair yazmak istiyorum. Başlayıp yarıda bıraktığım bir romanım var. Bir gün mutlaka bitireceğim. En azından inancım bu yönde.