
Tevfika İkiz
tevfika.ikiz@sanatkritik.com
Server Bedi’nin “Hastalık Korkusu”[*] adlı kısa hikâyesini günümüz koşullarında yeniden okumak ayrı bir anlam ifade ediyor. Bu öyküyü pandemi öncesi ve sonrası okumanın farklı etkileri olacağına inanıyorum. Öyle bir zamandayız ki hangimiz yazıdaki anlatıcının düşüncelerini yeni normal olarak dikkate almayız ki? Bir dönem akla hastalık olarak gelen işaretler, içinde bulunduğumuz zaman diliminde zaten yapılması gerekenler değil midir? Metni okuyup “eh biz zaten uzun zamandır böyle yaşıyoruz” diyenler çıkacaktır. İçinde bulunduğumuz bu tuhaf dönemde yetkililerin yapması gerekenleri, metinde bir bir bulup çıkarınca “hastalık hastalığı”ndan geriye ne kalıyor diye düşündüm.
Bu kısa anlatıyı iki ayrı mecrada düşünebiliriz: İlki günümüz gerçekleri; büyülü düşlemlerin uzağında sarsıcı ve zorlayıcı kurallar, diğeri ise Server Bedi’nin metnine sığan yoğun sağlık uğraşı. Yazımda daha sonra anlamaya çalışacağım annesinin (Server Bedia) ismindeki bir harfi kaldırarak Server Bedi ismi ile yazılar yazan Peyami Safa’nın bu metni hipokondriayı [hastalık hastalığını] net şekilde göstermekte; neredeyse 4.yüzyıldan bugüne kadar tanımlanan, içinden geçtiği her yüzyılda yeni açıklamalar eklenen tabii ki 19.yüzyılın sonunda da Freud’un kalemi ile psikanalizde çalışılan geniş alan. Yazı da günümüz yaşantılarında şüphe ile gerçekliğin sınırlarını zorlayan küçük bir hazine niteliğinde. Anlatıcının söylemi, şeyler üzerinde kelimelerin nasıl hüküm sürdüğünün bir savunmasal göstergesi. Hipokondrakın [hastalık hastası] dili, bedenine yapılacak tüm saldırılara karşı ekran koruyucusu gibi, çünkü eğer söylemi daha gizli ve muğlak olsaydı kendisini rüyalarda gösterebilirdi. Halbuki bu metinde de gördüğümüz gibi her şey mikrop bulaşma korkusundan ileri gelmekte; hayal kırıklıkları, travmatik yaşantılar, mikropla baş edememe şeklinde ilişkileri de yıkan bir duruma yol açmaktadır. Bir başka nokta da sürekli aynı yerde durmak, hep aynı pozisyonda tekrarlar ile doktor doktor gezen karakterin sonunda duyduğu ve tatmin olmadığı yanıt “hiç bir şeyiniz yok”. Tüm içsel sıkıntılar ve yakınmalara anında son veren onları söndüren ötekinin yanıtı. Plağın sürekli dönmesi ve sonucunda duyulan utancı hikâyede görmekteyiz. Bedeni ile konuşan ama konuşmanın bastırılmış gizli düşüncelerin olduğu erojen organlar değil farklı bölgelerde gezmesi (yazıda boyun..) de acının ruhsal ve fiziki olarak histerinin neredeyse tam zıddında büyük bir alanı kaplaması söz konusu. Hastalık hastası kişi inanılmaz ve yenilmez bir gayretle dinleyeni yani ötekini acısının, endişesinin niteliği ve şiddeti konusunda ikna etmeye çalışırken neredeyse hiç kimsenin daha önce böylesine kaygı hissetmediğini, daha önce görülmemiş bir durum içinde olduğuna inanır ve inandırmak ister.
Yazıyı okurken şikayetleri art arda sıraladığında yazarın kendi ağzından bir konuşmada “fakirlik ve hastalık dirilticidir, onların öğrettiklerini hiç bir okul öğretemez” şeklinde dökülen düşünceleri ile de acı çekmenin yüceltilmesine tanık olmaktayız. Edebiyatın onun için ne denli kurtarıcı işlevleri olduğunu açıkça bu cümlelerde görmekteyiz.
“Hastalık Korkusu” hikâyesini bir yana koyduğumuzda ve Peyami Safa’nın diğer yazılarına baktığımızda kimdir Server Bedi? Peyami Safa neden takma isme gerek duymuştur? Anlatılamayanlar, söylenemeyenler başka isimle daha mı kolay ifade edilmiştir? Zihnimi bu konular meşgul ederken kadın kahramanlı macera içeren hikâyeleri ve Cingöz Recai’nin Arsén Lupin’e parmak ısırtan maceralarını okumaya başladım. Tilki Leman, Çekirge Zehra gibi komik ama bir o kadar da kurnazca hırsızlık yaparak emniyet güçlerini sürekli atlatan kadın karakterler hem güldürmekte hem de taktikleri ile onları hayran bırakmaktadırlar. Tilki Leman ve Çekirge Zehra maceralarının sonlarında bir kadına kolayca kanan kural koyucusu erkekler ile dalga geçmektedir neredeyse. Bir yandan duygulanımsal boyutu yüksek “ciddi” romanlar yani toplumsal bakış açısından ideal benliği doyurucu eserler ortaya koyarken diğer yandan annesinin isminin sadece bir harfini değiştirerek yazdığı eğlenceli dedektiflik maceraları ile mizahi yanını yani çocuksu dünyasını ortaya seren bir yazar. Narsistik dengeyi koruyabilmek adına kişiliğimizin çeşitli adacıkları arasındaki etkileşimleri bir araya getirmeden yazılar yazarak hem kimlik ve öznelliğimizi hasara uğratmamak hem de farklı işlevleri olan yanlarımızın ayrı zenginlikle devam etmesine olanak sağlamak bu olsa gerek.
Peyami Safa’nın duygularını ve dürtüsel yanı güçlü maceralarını farklı isimlerle anlatması bana bölme kavramını düşündürdü. Önce “Hastalık Korkusu”nu okudum, sonra aklıma 9. Hariciye Koğuşu tarzında yoğun duygu yüklü eserler ve diğer taraftan Cingöz Recai ve polisiyeler geldi. Zihnimde üç değişik Peyami Safa var: Ağır romanların muteber yazarı, çocuksu yanı son derece gelişmiş dedektiflik romanlarının muzip yazarı, diğer taraftan bu kısa “Hastalık Korkusu” hikâyesi.
Bölme düzeneğinden bahsedersek bunu patolojik ve işlevsel iki şekilde düşünebiliriz: Yapılandırıcı olan yanı iç ve dış arasına sınır koyması ve ayrımlaştırması anlamında bastırmaya izin veren bir durumu ifade eder ve yanı sıra benlik uzlaşma fırsatı da bularak haz ilkesi ile gerçeklik ilkesini de net şekilde ayrımlaştırabilir. Bölme konusunda psikanaliz dünyasında en kapsamlı çalışmaları sunan Gérard Bayle üç farklı bölmeden söz ederek bize bu işlevin değişik yönlerini aktarır: Travmalara ve sonucunda ortaya çıkan yaralanmaları yansıtan potansiyel bölme, narsisistik yaralanma ve cinsel travmalar arasındaki işlevsel bölme ve tüm narsisistik yaralanma ve eksikliklere karşı benliği yapılandıran bölme. Burada işlevsel bölmelere baktığımızda Peyami Safa’nın neden Server Bedi ismini kullandığı konusundaki sorulara bir ışık tutabiliriz diyebilirim; Safa, Server Bedi adıyla yazdığı eserlere benim müsveddelerim diyerek, orada yalanlar attığını, karakterlere kimsenin inanmayacağını, ekonomik sıkıntılar nedeniyle yazdığını ve pek de değerli olmadıklarını söylemektedir. İşlevsel bölmeyi hatırlattığı bu satırlar sanki kendisi değilmiş gibi inkâr ettiği eğlenceli maceralı çocuksu kısımlar bir anlamda mizahının gücünü de göstermektedir. Acılı hayatının üzerinde zafer anlamına gelen bu eserler bölme sayesinde üst benliğin cezalandırıcı yanından bir şekilde korunmaktadır. Peyami Safa her ne kadar kendi yarattığı Server Bedi için alaycı konuşsa da acılar tarafından boğulmuş özne, umutsuzluk içinde kaybolmamayı Tilki Leman ile bir kahkaha atıp, travmatik yaşantısı ve geçmişine rağmen düşünebilme kapasitesinin canlı kanıtını sağlayarak, narsisistik incinmezliğini umutsuz ve kaçınılmaz söyleminin karşısında bu eserlerle koruyabilmiştir. Tabii bunu da bölme sayesinde yaptığını söyleyebiliriz.
Anna Freud’un açıklamalarının benim Peyami Safa’nın annesinin isminden bir harf atarak erkek kardeşinden devraldığı Server Bedi ismi ile yazılar yazmasını anlamamda ayrıca parlak bir ışık tuttuğunu söyleyebilirim. Anna Freud’un çocuğun kendisine bakım veren anne ile olan bağını annenin eksikliğinde kendi bedeni üzerinde gerçekleştirdiğini, yani anne ve bebeğin aynı bedende buluşup etkileşim içinde olabildiğini söylemesi, bende yazarın da annesel bir eksikliği tamir etmek için bu yolu seçebileceği fikrini oluşturdu.
Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami Safa üzerine yazılmış en kapsamlı ve akıcı anlatımlı kitabı Peyami’de naklettiği Necip Fazıl’ın ünlü esprisi Peyami Safa ve Server Bedi’yi anlamak ve bu annesel kapsayıcılığı hissetmemize yardımcı olmaktadır:
“Nerede kalıyorsun?
Peyami’de.
O nerede oturuyor?
Server Bedi’nin evinde”.
Sanırım Server Bedi misafir eden ve sıcak bir kucak açan, kapsayan annesel işlevini Peyami Safa için yerine getirmiş.
Her ne kadar sıkı bir bölme ile yazarımız bunu inkâr etse de.
Ben hastalıktan korkan birçok adamlar tanırım. Kimi eldivensiz gezmez, meclislerde bile çıplak elle oturmaktan korkar, bir koltuğun kenarından, bir kitap kabından, bir dost avcundan gelecek mikroba karşı kendini korumak için, elini daima güderiden yahut İsveç derisinden mamul bir [eldiven] içinde saklar: Hatta yatakta bile.
Kimi de vardır ki evinde kendi bardağından başka dünyanın hiçbir kadehiyle su içmez, en mükellef yemek davetlerini reddeder ve kendi evinden başka yerde ağzına bir lokma başka bir şey sokmaz, boynunda veya ensesinde çıkan büyücek fakat ehemmiyetsiz bir sivilce için doktorlara, röntgenlere, tahlilhanelere koşanlar ve bu alelade pembe lekenin kaybolacağı güne kadar uyku uyumayanlar pek çoktur.
Fakat hastalık vehmine tutulmuş öyle bir adam tanıyorum ki dünyanın beş kıtası üzerinde eşine rast gelmek güçtür.
Bu adam hasta değildir fakat her an hasta olmak korkusuyla rengi sapsarıdır. Hiçbir kalabalık yerde görünmez, tramvaya ve otomobile binmez, ihtiyacı da olmadığı için hiçbir işte çalışmaz, biç kimse ile bir metreden daha az mesafe içinde görüşmez, kimsenin elini sıkmaz, kimsenin elinden bir cigara, bir küçük şey almaz. Karşısındaki ile konuşurken avcunu daima ağzı üstünde tutar, aradaki bir metrelik mesafeye rağmen muhatabının ağzından saçılacak tehlikeli, küçük damlalardan korkar.
Çamaşırcıdan başka elbiselerine ve çamaşırlarına, hiç kimse, karısı bile el süremez. Birisi, gömleğine elini dokundurma bir daha onu giymesine imkân yoktur. Yatakta hep arka üstü yatar, uyku arasında kazara ağzı yastığına değerse, ateşi öpmüş gibi dudakları yanarak uyanır, sıçrar, yataktan kalkar ve dudaklarını kolonya ile yıkar.
Zevcesiyle ayrı ayrı yataklarda yatarlar. Evlendiği günden beri, bu kadın, eğer kocasına sadık kaldıysa, bir erkek busesi nedir, bilmiyor. Kocasının dudakları vücudunun hiçbir noktası üstüne konmamıştır.
Yeni kanundan sonra, bir gün, bu adam, karısına karşı talak davası açtı. Mahkemeye geldiği gün, herkes onu hayretle seyrediyordu. Reisin ihtarına rağmen hiç oturmadı. Hep ayakta ve etrafına hep korku ile bakarak, daima sapsarı ve daima raşeler [titreme] içinde idi.
Vekili şunları söyledi:
-Müvekkilimde hipokondri [hastalık hastası] denilen vehim illeti vardır. Kendisini bu talak [boşanma] davasını ikameye [açmaya] sevk eden sebep, bu illetten başka hiçbir şey değildir. Refikasından her suretle memnundur. Bugüne kadar ondan ayrılmayı icap edecek hiçbir ciddi sebep çıkmamıştır.
Fakat, bundan iki ay evvel, hanımefendi zatürreye yakalandı. O gün, bugün, müvekkilim, zevcesini fiilen terk etmiştir. Yanına uğramıyor, bundan sonra da yanına uğramasına imkân ve ihtimal yoktur.
Hanımefendi şifâyab [iyileşme] oldu. Fakat müvekkilim daima hastadır. En saf havada uçan mikropların teneffüs [soluma] tarikiyle [yoluyla] ciğerlerine girmesinden korkan ve bunun için sapsarı gezen müvekkilim, refikası şifâyab olduktan sonra bile herhangi bir sirayet tehlikesinden korkuyor. Müvekkilimi refikasıyla müşterek [ortak] bir hayata icbar etmek, katliama ferman çıkarmaktan zerre kadar farklı değildir.
Dava vekilinin bu müdafaasından sonra muhakeme tehir edildi. Henüz karar belli değil.
Hanımefendiler, beyefendiler… Siz hâkimlerin yerinde olsanız ?…
[Server Bedi, Son Posta, 23.3.1931]
[*] Peyami Safa’nın kitaplarına girmemiş bu hikâyesini yazının sonunda bulabilirsiniz.
[**] Bu hikâye, Peyami Safa’nın kitaplaşmamış hikâyelerindendir ve Seval Şahin ve Esin Hamamcı tarafından hazırlanan Siz Bir Alçaksınız kitabında yer almaktadır. Kitap, yakında Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanacaktır. Hikâyeyi yayımlamamıza izin verdiği için Ötüken Neşriyat’a teşekkür ederiz.