Koltès’in yağmurlu gecesinde alevi saklı fakat sıcağı yüze vuran bir ateş yanıyor; kızıllığını yitirmiş koru, acizliğinden ve yersizliğinden sönmeye yüz tutmuş, çoktan sönmüş olması gereken bir ateş; imkânsız diyalogun küllerinden doğan monologun arzusunun ve şiddetinin ateşi.
Bu ateş, Ormanlardan Hemen Önceki Gece, uzun, aralıksız bir nefes. Hem geriye kalan tek varoluş kırıntısı, hem tüm bedeni saran arzunun tek nesnesi. “Azıcık bir rüzgâr çıksa havalanıveren” adam, tek nefeste, noktasız tek cümlenin ömründe, “façası dağılmış” bedeninde Thanatos ile Eros’u savaştırıyor. İmkânsızlığın, arzunun ve şiddetin buluştuğu aykırı zamanda, Koltès’in yabancısı konuşuyor. Ve orada, o yağmurlu boktan gecede, o boktan ışığın altında, öteki, o da en az onun kadar var. Ondan bile fazla var. Orada olanın mı gazabından korkmalı, orada olmayanın mı?
Söz, ötekini doğuruyor ağızdan çıkmaya başladığı anda. Doğumuna kaynak olan, suçun ortağı oluyor doğum anında. Koltès’in yabancısı, sözleriyle bedenleri arasında sıkışmış diğer yabancılarının kader ortağı, Zucco gibi, itlerle dövüşen zenci gibi, ilk günahı işliyor ağzını açmakla, ilk pişmanlığı yaşıyor dönüşü olmayan bu doğuma sebep olduğu için. Aynalardan korkan bir adamın sözünden, bir gün elbet gelecek olan geleceğin hayaletinin korkusu yayılıyor Koltès’in sahnesine.
Ölüm çağırırken gözü arzusundan başka şey görmeyen adamın savurduğu tek cümlelik aşk ve isyan çığlığı Ormanlardan Hemen Önceki Gece. Yirmi sekizinde onu kaleme alanın “yalnızca bir ifade, yegâne bir arzunun uzun bir ifadesi” dediği şey. Ne ölümünün, ne arzusunun yoluna gidebilen, kafasında – neden olmasın – Lautréamont’un “yaşamın güzelliğini ölümün güzelliğinde ara”sı çınlayarak yürüyen adamın, duramayan adamın gecesi. Nehrin akışını değiştiren kaya. Derhâl “kurtulmamız gereken bir başyapıt.”
Zeynep Nur Ayanoğlu ve Abdullah Ezik, Barış Yurtsever ile Moda Sahnesi’nde tiyatroseverlerle buluşan “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyunu üzerine konuştu.
Abdullah Ezik: Ormanlardan Hemen Önceki Gece tek kişilik ve doğrudan sizin sahnedeki performansına dayalı bir oyun. Sanırım bu da bir oyuncu olarak sizin konsantrasyonunuza ve oyuna olan yaklaşımınıza da doğrudan etkileyen bir durumdur. Bu anlamda tek kişilik oyunları nasıl yorumlarsınız? Bu bir meydan okuma mıdır?
Tek kişilik oyunların bir meydan okuma olduğunu düşünmüyorum öncelikle. Tek kişilik oyunlar bana göre birer anlatıdır. Bir hikâyeyi anlatırsın. Bu bazen bir meddah gibi olabilir, bazen de stand-up gibi vs. vs. Tek kişinin sahnede olduğu, metne dayalı, dramatik anlamda bir tiyatronun olduğu oyun başkadır, tek kişinin sahnede olduğu stand-up türü bir oyun yapmak başkadır vs. vs. Ancak bunların hiçbiri bir meydan okuma değildir. Bu bir anlatıyı sergilemek, bir oyunu yorumlamak, eğer bir performans katıyorsanız işin içine bir performans hâlini alması gibi bir şeydir yalnızca.
A.E.: Oyunun en dikkat çekici yanlarından birisi de sergilediğiniz performans. Öyle ki bir yerde bu oyuna bir performans gösterisi gibi yaklaşmak da mümkün. Oyundaki performansınız üzerine ne söylersiniz?
Biz dramatik bir metni aldık ve bu metni yorumlama konusunda bunu bir performansa çevirdik. Tam olarak oyunu oynarken işin içerisine bir performans katmak, bunu “sanatsallaştırma” peşindeydik aslında. Formu bozmanın bu metni “performe etme” ve metni yorumlama anlamında bize büyük bir anlatı gücü katacağına inanıyorduk. Bu nedenle bu oyun aynı zamanda bir performans olarak da görülüyor, ki öyle de. Yaklaşık 75 dakika süren, bir adamın sokağın köşesinde gördüğü biriyle karşılaştığı anda başlayıp daha sonra aynı yerde biten, kareografik bir bütünlüğü olan bir performans bu. Bu performansı sergilerken yine oyunun içerisindeki anlatıya bakarak ne yapabileceğimizi, formu nasıl bozabileceğimizi düşündük. Formu oyunun anlattığı şekilde bozmak nasıl olabilir diye düşündük. Karakterimizin farklı, kesik hareketleri var. Rolü kıran, oyunu kıran, kesik hareketlerle sanki bir kuklanın da karakterin içinde çalıştığı, kestirilemez, tekinsiz Yabancı’yı bulduk. Bu da oyunu bir tür performans hâline dönüştürdü.
A.E.: Farklı ruh durumları, motivasyonlar, kafa karışıklıkları yaşayan bir kahramana hayat veriyorsunuz. Bu oldukça güç bir durum ve arkasında iyi geçirilmiş bir hazırlık döneminin olduğu aşikâr. Role nasıl hazırlandınız? Bu hazırlık süreci sahne performansınızı nasıl etkiliyor?
Bizim bu oyuna hazırlanmamız şöyle gelişti. Oyunu ele aldığımız ilk süreçte Kemal Aydoğan ile birlikte çalıştık. O sürekli bir deneyim peşindeydi. Provaya çok açık bir şekilde geldik. Elimizde bir metin vardı ve bu metnin ne söylediğine önceden karar vermeden, ama tabii ki ne söylediğine önceden okuyup çalışarak, mevcut tüm yolları deneyerek, oyunu en iyi şekilde anlatabileceğimiz, en uygun üslûbu ortaya çıkarabilmek için provalara sıfır noktasında geldik. Neyin ne olacağının çok bir önemi olmaksızın kukla olduk, öteki bireylerin kılıklarına girerek bu oyunu oynamaya çalıştık. Bir siyahi gibi suratımızı boyadık, bir LGBT-Q bireyi gibi file çoraplar ve etek giydik. Alt tarafı erkek üst tarafı kadın, alt tarafı kadın üst tarafı erkek şekilde karakteri boza boza, boza boza değişik bir seviyeye getirdik. En sonunda karar verdiğimiz form, tam olarak bu tekinsiz yabancıyı tekinsiz kılabilecek kesik ve anlamsız hareketlerin söz konusu olduğu, yabancının ruh hâline paralel giden bu formu bulduk. Bu form üzerine çalıştık ve tam olarak bu evrelerden geçtik. Bu, toplamda ortaya ne koyacağımızın bir göstergesi oldu. Bu benim için değişik bir şey oldu. Metni yorumlarken bu tür bir üslup katmak tiyatroyu sanat yapan şey. Bu, her sanatçının/oyuncunun/tiyatro işçisinin farklı bir im ile sanat yaratabilmesidir; bu, güçtür. Aynı oyunun binlerce kez oynanıp da her sanatçının vücudunda, sesinde, algısında, imgesinde bambaşka bir şey yaratabilmesinin mucizesi de bu zaten. Bizim yolumuz da bu oldu.
A.E.: Oyunun tek kişilik yapısından da yola çıkarak, diyalogun değil uzun bir monoloğun söz konusu olduğunu görüyoruz. Oyunda işlediğiniz kahramanı düşündüğümüzde onun açmazlarını, sıkılmışlığını, depresyonunu buradan daha iyi bir şekilde de görebiliyoruz.
Oyun ilk bakışta bir monoloğu andırıyor olabilir. Sonuçta bir metin söz konusu. Elbette bu bir düzyazı ve bir adam tek başına konuşuyor ancak burada bir diyalog ve diyalogun imkânsızlığı var. Bu belki kendinden kendine, belki kendinden dışarıya, belki de sadece kafasının içerisinde bir konuşmaymışçasına. Bu oyun bir monolog hâlinden ziyade “monolog gibi gözüken bir diyalog”. Mutlak iki kişi var. Belki bu kişilerden biri kendi bile değil, ancak iki kişi kesin. Bu yüzden biz metne bir monologdan çok bir diyalog ve bir diyalogun imkânsızlığıymış gibi baktık.
Pandemi koşullarında ürettiğimiz oyunun prömiyeri, diyalogu ve diyaloğun imkânsızlığını yaşattı sağolsun. (Gülüştüler) Canlı yayın prömiyerinde oyun diyalogun imkânsızlığından çıkıp da diyalogu yaşatmadığından, bu diyalogu ben yayınlarda hissedemedim. Ancak seyircinin karşısına çıkmaya başlayınca yavaş yavaş kendi rayına oturup diyalog hâlini de almaya başladı oyun. Artık seyirci ile oyuncu arasında geçen bir diyalogmuş gibi yaşanmaya başladı ve bu sevindirici bir haber. Oyunun yaptığı şey de tam olarak bu. Birinin uzun bir anlatısı gibi değil de sanki iki kişinin diyaloguymuş gibi. O yüzden bu oyun yalnızca bir monolog değil, bir diyalog ve diyalogun imkânsızlığı.
A.E.: Bu, izleyiciye doğrudan seslenme ve onunla temas kurma hâli size nasıl hissettiriyor?
İzleyiciye doğrudan seslenme ve onunla temas kurma hâlini de, onlarla canlı yayında buluşma hâlini de deneyimledim. Seyircinin olmadığı, sadece bir kameraya karşı oynadığım birkaç canlı yayınımız oldu. Temas edilen bir seyircinin olmaması durumu heyecanımdan bir şey çalmasa da bir prova çalışması gibi yahut bir kamera önü çalışmasına benzer bir hâlde gerçekleşiyordu. Bu da tiyatronun gerçekleşmesini imkânsızlaştırıyordu. Çünkü tiyatro temelde bir anlatıcı ve seyirci koşuluna bağlı olarak gerçekleşebilir. Yavaş yavaş sahnelerin de kısıtlı bir kapasiteyle açılmasıyla seyirci de oyuna geldiğinde, onlarla kurduğum diyalog, onlarla birlikte eğleniyor olma, depresyona girme, sövüşümüz veya geri çekilişimiz, her neyse bütün bu yaşadıklarımızı birlikte hissetme, farklı insanlarla ortak duygulara sahip olmak benim için müthiş bir şey. Bu müthiş bir duygu, gerçekten müthiş ve benim hiçbir şeye değişmeyeceğim bir duygu.
A.E.: Aynı role uzun bir süre bir başka oyuncu, Rıza Kocaoğlu da hayat verdi. Onun performansını izleme şansınız oldu mu? Bir başkasıyla aynı role hayat vermek size neler düşündürüyor? Burada yeni bir iddianın, oyunun başka bir versiyonunun söz konusu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hayır, benim o oyunu izleyebilme fırsatım olmadı. Ama tiyatro zaten böyle bir şeydir. Tiyatroyu sadece bir işçilik olarak değil bir sanat olarak ele alırsak onu sanatlaştıran şey, her insanın, her yönetmenin, oyuncunun, seyircinin aklında bambaşka imler yaratmasıdır. Şöyle ki bir metni yüzlerce yıl, binlerce insan ele alıyor ve her insanın ele alışı ona bambaşka bir anlam katıyor. Tiyatroyu sanatlaştıran şey de onu ele alan herkesin ona dair bambaşka bir im oluşturması. Ortaya konulan bir gerçek var bu gerçek her kişide farklı bir ime neden oluyor, çünkü herkes birbirinden farklı. Bu farkı yaşamaya imkân veren bir şey tiyatro. Bu nedenle bu oyunu İngiltere’de, Fransa’da, Afrika’da herhangi bir oyuncunun oynaması metnin yarattığı imlerin fazlalaşmasına sebep olur ve bu bence metne değer katan bir şey. Dramatik metin sahnelenmek için yaratılan bir şeydir ve birçok kişi tarafından ele alınır. Bernard-Marie Koltès’in buna baya seviniyor olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, bu oyunu herkes oynayabildiği ve herkes bu oyuna farklı anlamlar katabildiği için tiyatro özel bir şeydir.
Zeynep Nur Ayanoğlu: Yabancı, eril bir zihniyete sahip ve bununla uyumlu olarak eril bir dille de konuşuyor. Fakat sahnede gördüğümüz Yabancı’ya ait beden, son derece dişil hareketlerde bulunan, efemine bir beden. Üstelik bu, zaman zaman sezilen istisnai bir durum değil; tutarlı biçimde sahnelenen bir tahayyül. Dişil bedene dayalı oyunculuk tasarımını nasıl oluşturdunuz? Ve bana göre oyuna fevkalade bir derinlik katan bu tercihi nasıl yorumlarsınız?
Biz oyuna başlarken sona gelene dekki süreçte girdiğimiz bütün formlardan seçerek bir şeyler aldık. Öncelikle yazarımızın kendini tanımlayış şekli bize yol gösterdi. Koltès, LGBTİ-Q++’ı olduğunu düşünen bir birey. Bu onun yaşadığı çağda belki böyle bilinmiyor olabilir ama o böyle hissediyordu ve bunu da röportajlarında belirtiyordu. Biz bir metni ele aldığımızda yazarın kendi yaşam biçimini, anlatmak istediklerini ve onun esin kaynaklarını merkeze alarak yola çıkarız. Koltès’in yaşamının bize işaret ettiği şey, bu metnin eril (egemen) bir ağızdan çıkmadığını bize gösteriyordu. Ne erkek ne kadın ne de herhangi bir şeyin ağzından çıkmıyordu. Ancak metindeki karakter bir erkek ve metinde eril küfürler de var. Peki bu adam bu ağzı ne türlü kullanmış olabilir? Yazarın yaşantısıyla metni üst üste koyduğumuzda, Yabancı’nın tüm ötekilerin ağzından bu metni söyleyebiliyor olduğunu düşündük. Öteki de zaten böyle bir şey. Tanımlayamadığın her şey ötekidir. Korkarsın. Karşındakinin erkek mi kadın mı, insan mı eşya mı vs. olduğunu anlayamadığında öteki ile karşılaşmış olursun. Ne olduğunu bir türlü keşfedemediğin, cinsiyetini, konuşmasını, formunu tanımlayamadığın bir rol çıkıyor böylece ortaya. Bunu yapabilmek için başta da dediğim gibi sıfır noktasında provaya başladık. Yönetmen ve oyuncu da bu anlamda her türlü fikre açıktı. Bu ikisini bir araya getirdiğimiz süreç bizim için farklı farklı birçok öğretiyi de beraberinde getirdi. Tüm bu öğretiler oyuna dâhil olup bir performans hâlinde ortaya çıktı. Biz ötekini ifade etmek için aslında, öteki ile insanı karşılaştırabilmek için tam olarak bu tür tezatlıklar, tanımlayamadığımız, şeklini şemalini ifade edemediğimiz şeyler üzerinden yola çıktık. Çünkü öteki de tam olarak böyledir. Dil, din, ırk vs. fark etmiyor. Bu rolde bütün ötekiler var aslında.
Z.N.A.: Kostümü nasıl seçtiniz peki?
Kostüm seçme aşaması bizim için en son aşama oldu. Genelde zaten sonlara doğru kostümler tamamlanır. Bu oyunun yapısına göre değişebilir tabii, ama benim oyunlarımda bu genelde böyle oldu. Biz deneye deneye giderken bir sürü kostüm üretmiştik.
Oyundan beş gün önce bile kostüm henüz belli değildi. O kadar çok şey denedik ki sanki son anda kostüm seçilmiş gibi geliyor bana, ama gerçek öyle değil. Hülasa yağmur yağıyordu, paltoyu öyle aldık. Derken kazağı bulduk. Eskiden çalışıyordu derken kumaş pantolona karar verdik. Soğuğa dayanıklı olsun derken botları seçtik vs.
Ancak en sevdiğim aksesuar cevşen. Yabancının göğsünde bir cevşen var. Benim en sevdiğim aksesuar o. Sahneye çıkarken en son onu takıyorum. Annem göndermiş diyorum. (Gülüşmeler) Arabistan’dan veya başka bir yerden diyorum. J En sevdiğim detay bu oldu dolayısıyla.
Oyun eksiltmeler üzerine bir oyun. Yüzyıllardır gelen bir genetiği yok etmek üzerine kurulu olan bir oyun. Bu yüzden sahne düzenimiz eksiltmeler üzerine kurulu. Bir tabure, karton ve çanta. İhtiyaç kadardı her şey. Yani, “bulduk kapağı atacak bir yer, çıkarıp attık ne varsa”. (Gülüşmeler)
Z.N.A.: Ancak video sanatından yararlanıyorsunuz. Bu bir eksiltme sayılmaz.
Koltès’in sinemayla ilgili bir geçmişinin var olması bizi bu durumu da oyuna entegre etmeye itti. Koltès sahneye gerçek olanı tiyatro formunda getirmeyi seven biri. Ben bunu böyle düşünüyorum ama tabii bu durum aslında bir yönetmen tercihi. Ancak yönetmenin bunu tercih ederken neyi neye göre tercih ettiğini iyi biliyorum. Koltès’in sinemaya olan tutkusu, sinemalarda yer gösterici olarak çalışmasını göz önünde bulundurduğu düşünüyorum. Onun o dönemde izleyebileceği filmleri izledik. Koltès’in arzusuna koşarken ona nasıl bir esinin güç verdiğinin üzerine düşündük. Koltès mesela şu filmle karşılaştı dedik. Onun karşılaşabileceği materyallerden faydalandık. Onun sinema tutkusunu, sahneye motosiklet getirmek gibi, o zaman için underground sayılabilecek bir sürü şeyi sahneye taşıdığını biliyoruz. Ahmet Bilgili’nin animasyonlarını oyuna dâhil ettik. Bu animasyonları oyuna dâhil ederken (Ben tabii yönetmen ağzından konuşmak istemiyorum, o belki bambaşka şeyler söyleyebilir.) ben tüm bunlardan destek aldığını, bunları harmanlayarak böyle bir tercihte bulunduğunu düşünüyorum.
A.E.: Yabancı’nın dile getirdiği konular aslında oldukça evrensel mesele ve sorunlara işaret ediyor. Irkçılık, yoksulluk, yalnızlık, ötekileştirme gibi. Peki sizce Yabancı ne derece evrensel, ne derece insanoğlunu kuşatan bir kahramandır? Yabancı ne kadar evrenseldir?
Bir kere mesele uluslararası ölçek meselesi. Oyun da tam olarak bu uluslararası ölçekten bahsediyor zaten. Tabii ki Yabancı, metin üzerinde Fransa’da yaşayan bir göçmen, bir Orta Doğulu, bir Arap, Faslı, Cezayirli olarak görülse de o, buradan yola çıkarak bir “ötekilik”, bizim kavradığımız anlamda “ötekilik”, “öteki olma” durumunu temele alarak tüm metne hayat veriyor. O, şöyle bir şey yapıyor. Yabancı, bu dünya fenomenlerinin tamamını ele alıyor ve yok ediyor. Bunu ötekinin ağzından yapıyor. Egemenin dilini ötekine teslim ediyor ve egemeni yaratan tüm faktörlere konuşuyor.
Yabancı’nın karşısındaki kişinin bir egemen olduğunu düşünüyoruz. Bir egemenin karşısındaki öteki, tavrında egemenlik barındıramaz. Çünkü o ötekidir zaten. Öyledir yani. Yabancı her şeyi konuşuyor, sonuna kadar en açık şekilde konuşuyor ama öteki olmaktan hiç çıkmıyor. O yüzden bu sert dili bütün ötekileri temsil eden bir beden diliyle buluşturduk. Yabancı’nın bedeninde egemen olmayan her şeyi sembolize ediyoruz. Bizim fikrimiz uluslararası ölçekte bir sendika. “Uluslararası numaralar bunlar,” diyor Koltès. Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte seni en zayıf noktalarından yakalıyor olmasından bahsediyor Yabancı. “Uluslararası numaralar bunlar.”Bu yüzden Fransa’da bir göçmen olmaktan çok daha ötesi gibi duruyor. Yani, yaşasın uluslararası ölçekte sendika fikri! (Gülüşmeler)
Z.N.A.: Oyundan sonra sizinle konuştuğumuzda sen bu roldeki Yabancı’ya uygun gerçek bir Yabancı ile karşılaştığını anlatmıştın. Onu da bizimle paylaşmak ister misiniz?
Tabii ki biz bir sanat eseri üretiyoruz. Bir sanat eseri üretmekle gerçekte olan bir şeyi değerlendirme biçimi bambaşka şeyler. Moda’da denk geldim, muhtemelen yine benzer şeyler anlatacağım. Bir evsizin, bir Yabancı’nın konuşacağı her şey hemen hemen aynı. Karşılaştığım bu kişi de aynı konuşmaları farklı bir ağızdan 40 dakika kadar gerçekleştirdi. Ben de dinledim. Sanırım meselenin evrensel olduğunun kanıtı da bu. Bu metin hem içe hem dışa doğru çok güçlü bir gözlemin sonucu. Koltès’in hem içe hem de dışa doğru çok büyük bir gözlem yeteneği olduğunu düşünüyorum. Tüm dünya fenomenlerini ancak bu sayede bu kadar net görebilirdi. Onu anlamak zaman alan bir mesele. Ancak Koltès bütün bu dışsal gerçekliklere kendi içsel yaklaşımlarını (yabancılığını) yerleştirmiş. Okuduğum en iyi eserlerden.
Z.N.A.: Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi kitabındaki argümanının aksine, insanın da Solun da evi reddedemeyeceğini düşünüyorum. Sol’un evi reddeder gibi görünme nedeni evrensel ayağı olabilir, fakat yine evden yola çıkar, çıkmalıdır. Bu oyunda Yabancı evi reddeden biri mi?
Bence Yabancı evi bilmiyor, evi tanımıyor. En azından kendisi öyle söylüyor. Diyor ki, “Bir evim vardı, bir odam vardı ama nerede şimdi, hatırlamıyorum şimdi.”
Z.N.A.: O zaman özlemini de mi çekmiyor?
Özlemiyor evet, çünkü hatırlamadığı bir yerde bir evi var. Ev ne demek bilmiyor. Zaten, “Sanki bir yerden bir yere gidince burası benim terk ettiğim evim gibi,” diyor. Terk ettiği her yeri evi gibi görüyor. Yabancı, “evsizlik” kavramının tam anlamıyla vücut bulduğu bir şey. O yüzden bir evi var mı, bir evi yok mu, varsa neredeydi, yoksa neden? Tam anlamıyla yurtsuz, evsiz biri Yabancı.
Z.N.A.: Evi reddetme aşamasını da geçmiş aslında o zaman.
Evden haberi de yok evet. Ev demekten de çekiniyor o yüzden. Oda, diyor. Yapabilse daha da küçültecek. Evden kesinlikle haberi olmayan biri. En sonunda çimlere uzanıp gökyüzüne baktığı hayal var ev fikri olarak onun için. Evden haberi yok, kafasında öyle bir şey yok.
Z.N.A.: Performans olarak çok zorlayıcı bir oyun. Ben oyunu ilk izlediğimde dehşete kapılmıştım. Mesela kafanızı kovaya sokuyorsunuz, kafanız oradan çıkardığında yüzünden aşağı sular akıyor. İnsan hep böyle bir anda yüzünü silmek ister ya, bu performansı nasıl sağlıyorsunuz?
Oyun oynamak gerçeği içerisinde barındıran bir rüyaya dalmak gibi aslında. Kafamı kovaya sokmak ve kovadan çıkarıp o sularla hareket ediyor olmak; bunların hepsi o rol için güzel detaylar. O suyun akıyor olması, Yabancı’nın onunla yaşıyor olması benim o rüyaya daha kolay dalmamı sağlayan faktörler. Bu tür bir performansı sergilemek metnin üzerinde ve bedeninde birçok açıdan çalışılması, kafa yorulması, anlaşılması; bunların hepsi sıkı bir çalışma gerektiriyor ve ben de bunu seviyorum. Zaten böyle de çalışıyoruz. Sahneye inip hiçbir şeyi düşünmeden bunlara çalışıyoruz. Sahneye çıkıp bir kovaya su doldurup kafanı daldırırsın; o andan sonra geriye hiçbir şey kalmaz, öncesini sonrasını düşünmezsin ve her şey biter. Ben yapım itibariyle kopma potansiyeli yüksek olan biriyim. Bu tür bir oyuna dair konsantrasyonu sağlamak benim için zorlayıcı bir deneyimdi. Bir şeyi 75 dakika konuşmak delilik. Benim bu oyuna dair söyleyebilecek metinden başka hiçbir şeyimin kalmadığı bu konsantrasyona dalmak benim için mucizevi. “Seviyoruz işte var mı diyeceğin?” (Gülüştüler)