.

Bernard-Marie Koltès: “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” Üzerine

Duru Aygüven

Koltès, “(…) zaman bol olacak, tepede ağaçlar, onların gölgesi, o zaman ne diyeceğim biliyor musun sana: işte burası da benim evim (…)”[1], der. Evinde hissetmemenin ne olduğunu bilen, doğayı ve doğalı gözleyen, onları ararken şiddetten kaçamayan ve bazı anlarda sevgiyi bulan bir tiyatrosu vardır Koltès’in. Eserleri hem yapı hem içeriklerinde alışılagelmişin dışına çıkar.

1948’de Metz, Fransa’da dünyaya gelen; kırk bir senelik hayatı boyunca günleri tiyatronun içinde geçen Koltès’in kelimelerinin oyunlarını yazarken doğallıkla dökülmesinin en büyük nedenlerinden biri budur. Ormanlardan Hemen Önceki Gece Koltès’in karakterini belirleyecek tiyatro metinlerinin kronolojik sıralamasında, 1977’de yazılması nedeniyle, en başlarda yer alan; hem edebi ve teatral hem fiziksel yolculukların izlerini taşıyan eseridir. Koltès bu eseri henüz yirmi sekiz yaşındayken, bir gecede kâğıda döktüğünde[2] henüz Güney Amerika ve Afrika yolculuklarını yapmamış, uzun süre oyunlarını sahneleyecek yönetmen Patrice Chéreau’yla tanışmamıştır. Bu yazıdaysa, 1977’de Editions de Minuit’de yayımlanan Ormanlardan Hemen Önceki Gece tiyatro metninden yola çıkarak “onlar”ın şehrinde hareket etmek cezalandırılırken Koltès’in “sen” ve “ben”inin doğallıkla ağızdan çıkan, içten gelen kelimeleriyle rüzgâra karşı koyup koyamayacağını tartışacağız.

Bu sorunun cevabını ararken metnin yapısından başlayarak Koltès’in kaleme aldığı monologdan, metinde yer alan anlatıcı “ben”den ve bu kişinin yazardan farkından, anlatıcının seslendiği “sen”den ve metin üzerindeki “sen”in oyunun izleyicilerine dönüştüğünden bahsederek metnin farklı boyutlarını göreceğiz. Sonrasında Koltès’in bu oyunda betimlediği şehri ve onu elinde tutanları açıklayacak, hareketsizliğin şiddete dönüşümünü ve dışarıda bırakılanları rüzgârın sürüklediğini gözlemleyeceğiz. Son olarak, Koltès’in betimlediği görüntülerin ötesindeki anlamları arayacak; ormanların, koşmanın ve gecenin getirdiklerini göreceğiz.

Tiyatro Metni: Sonu Olmayan Bir Cümle

 Tiyatroda devrim: uzun bir monolog

Ormanlardan Hemen Önceki Gece, ana karakterin soluksuzca ağzından çıkan tek bir cümledir. Oyunun başlamasıyla başlar, bitmesiyle sona erer. Bu açıdan, “edebi tiyatro” tanımının oluşmasına yol açan ve özelliklerini belirleyen tiyatro oyunlarından biridir. Birinci kişi ağzından yazılmış bu metin, bizimle konuşan anlatıcı “ben” ve Koltès’in birbirlerine yakınlığını sorgulatır. Hiçbir cümle sonunda ve ifadelerin bittiği yerlerde büyük harf yoktur. Koltès’in eserlerinin yayımlandığı Editions de Minuit’nin de işaret ettiği üzere Koltès’in tiyatrosu çizilmiş geleneksel çerçevelerin dışında, edebiyatın sınırlarını sorgulayan bir konumdadır. Minuit’de eserleri yayımlanan “Yeni Romancılar”ın edebiyatta yaptığı devrimi Koltès tiyatrosunda sessizce yapmıştır. Ünlemlerden sonra gelen küçük harfler ve parantezlerin içinde karakterlerin isyanı saklıdır.

“(…) tam basacakken tongayı, ağzımdan kim olduğum çıkıverdi (hem de gürledim neredeyse)” s.22

Geleneksel tiyatronun üç birlik kuralı, karakterleri, olay örgüleri kaybolur. Anlatıcının, “ben”in, ismi yoktur; metne hâkim olan belirsizliğin vücut bulmuş hâlidir.

“(…) bütün gece soruyorum: kimsin sen? nerede yaşıyorsun? ne yapıyorsun? nerede çalışıyorsun? bir daha ne zaman görürüm seni? (…)”( s.29-30)

Karakterlerin oyun boyunca hiçbir tanımı yoktur. Bizim onları tanımadığımız gibi onlar da birbirlerini tanımaz. Önemli olan karşımızdakinin adı, yaşadığı yer veya işi değildir; onun varlığıdır. Belirsiz bir zaman ve mekânda önce ana karakter önümüzde belirir, ardından bahsettiği ve seslendiği o diğer kişi gelir. Ana karakter, seslendiği kişi eser boyunca fiziksel olarak hiçbir zaman yanında olmasa bile, onun yokluğundan korkar. Bir olay örgüsüne değil, ana karakterin düşüncelerindeki arayışlarına şahit oluruz.

Ana karakterin kim olduğunu belli etmek istemediğini zaman geçtikçe anlarız. Metnin başında okurların veya sahnenin karşısında oturan seyircilerin varlığını yok sayan “ben”, oyunun tam ortasındayken ilk ve son kez okurlara/dinleyicilere seslenir. Bizim de onu anlayacağımızı düşünür, “onlar” gibi olmadığımızı anlar veya umar; “- ama durun, durun bir ne diyeceğim (…)” (s.24), diyerek okurlarına ve izleyicilerini içgüdüsel olarak onu dinlemeye davet eder. Kimsenin onu duymadığını düşünerek konuşsa da duyulma isteği kelimelerinin arasından kaçar.

“Sen” ve “Ben”

Anlatıcının okurlara bir kez seslendiğini söylesek de oyunun sahnelendiği durumda anlatıcının doğrudan seyircilere dönerek onlara “sen” şeklinde hitap ettiğini unutmamak gerekir. Bu durum, seyircinin tiyatro oyununun sahnelenmesindeki rolünü sorgulatır; seyirciyi görünmeyen ikinci karakterin yerine koyar. Metnin başından sonuna en çok tekrar edilen kelime ve cümleler hep “sen”in etrafındadır. Konuşan “ben”, “sen”i gerçekten bulmuş mudur bilmeyiz. Önemli olan “sen”i bulduğu zaman olacaklardır. Metni büyük harflerden arındıran, “sen”in hepsinin ötesinde olmasıdır. “sokağın köşesini dönüyordun, seni o zaman gördüm, (…)” (s.11) şeklinde başlayan cümle metin boyunca tekrar eder, “sen” her zaman köşeyi döner, “ben” onu görür, onunla konuşmak ister. Yalnızca “sen”in veya “birader”in metnin Fransızca aslında maskülen kelime eki aldığını biliriz camarade (m.), bunun dışında ne fiziksel özellikleri ne yüzü ne kıyafetleri ne de davranışlarını biliriz.

“(…) her şeye rağmen, seni görür görmez, sokağın köşesini dönüyordun, seni görür görmez peşinden koştum, bütün o dallamalara rağmen, sokakta, kafelerde, yerin dibindeki kafelerde, burada, her yerde, yağmura rağmen, üstüme başıma rağmen, sırılsıklam, koştum peşinden, sırf oda için değil ha, sırf birkaç saatliğine odaya ihtiyacım olduğu için değil, ama koştum, koştum, koştum, sırf bu defa, köşeyi dönünce, senin olmadığın bir sokakta bulmayayım diye kendimi, sırf bu defa yalnızca yağmur, yağmur, yağmur bulmayayım diye, sırf bu defa seni bulayım diye, köşeyi dönünce, sokağın öbür ucunda, sırf bir cesaret bağırabileyim diye sana: birader! bir cesaret koluna girebileyim diye: birader! bir cesaret yanına sokulayım, birader deyim, birader ateşini versene (…)” (s.14)

Doğallıkla oluşan sözcükler ve ulaştıkları

Ana karakterin sözcükleri bulundukları yerde gizlenmektedir. Kelimeler özgürce var olabilmek için doğaya ihtiyaç duyar. Karakter bu nedenle çimenlerin, ağaçların arasında olmak ister. “sen” ile konuşabilmesini mümkün kılacak şey ve yer doğadır. Doğal olan kişi, kelime ve düşünceler doğada var olacak; doğa onlara aradıkları özgürlüğü tanıyacaktır: “sana söyleyeceğim şey, işte söyleyemem onu burada, şöyle güzelce uzanabileceğimiz bir çimenlik bulmamız gerek, tepede uçsuz bucaksız bir gökyüzü, ağaçların gölgesi, ya da bir oda ne bileyim, rahatça konuşabileceğimiz” (s.42)

Gerisiyse yansıma, yanılsamalarla doludur. Şehrin içine girdiği anda etrafını saran aynalar iç içe girer ve kaçışı olmayan bir hâl alır: “(…) bak şimdi mesela sırf sana bakıyorlar, niye, benim arkam dönük ondan, ben hep böyle yaparım, evde bile, ha bir boka yaradığı mı var, yok anasını satayım, ev de ayna dolu, burası gibi (…)” (s.12). Her şey birbirine benzer. Ana karakterin yaşadıkları, gerçekte var olan değil; gerçekliğin aynadaki yansımasıdır. Aynaların içine giremez, insanlara değemeyiz. İnsanların arasına o görünmez mesafe girdikçe dünya değişir, herkes birbirine uzaktan bakmaya başlar. Ana karakterse bunun farkına vardığı için, bir işe yaramayacağını bilse de aynalara sırtını döner. Bu yüzden onun yüzünü göremeyiz, şehirdekilerinse zaten yüzü yoktur: “(…) öyle senin benim gibi suratları olmaz onların, adları da olmaz (…)” (s.19) “ben” kendini aynalardan saklayarak yüzünü ve adını koruyabilmiştir. Ama aynadan dünyaya bakan bizler aynaya sırtı dönük olan bu kişinin yüzünü göremeyiz. Bu nedenle ana karakterin dış görünüşü hakkında hiçbir bilgimiz yoktur.

Bernard-Marie Koltès

Koltes’in Şehirleri: Şehre Sıkışmak

“Yukarıdakiler” ve yağan yağmur

Oyun yağmurlu bir günde başlar. Yağmur kelimesi ana karakterin isyanının bir parçasıdır, bu nedenle “yağmur” metni başlatır ve sonlandırır. Oyunda en çok yer alan kelimelerden biridir. Peş peşe gelir, bir kelimenin kendi yükünden fazlasıdır, satırlar boyu peşimizi bırakmaz:

“(…) seni görür görmez peşinden koştum (…) yağmura rağmen, üstüme başıma rağmen, sırılsıklam, koştum peşinden (…) sırf bu defa yalnızca yağmur, yağmur, yağmur bulmayayım diye, sırf bu defa seni bulayım diye (…)” (s.14)

“(…) seni o zaman gördüm, yağmur yağıyor, üst baş sırılsıklam, saç baş perişan, olacağı bu tabii yersen o kadar yağmuru (…)” (s.11)

“Sen” ve “ben” dışında kalan “onlar” şehrin sahibidir, yukarıdalardır. Yağmur şehre yukarıdan yağar. Yağmur yağdığında ışığın altından şehrin pislikleri akar, gizlenme ihtimali yoktur. Oyun boyunca şehri içine alan birçok kelimeyi bir arada görürüz, hepsi “yukarıdakilere” aittir: ordu, patron, sokak, meydan, metro, ışık, rüzgâr… Onlar tarafından ele geçirilen ve kirletilen şehirde bulunan anlatıcı “ben”; kendisini çevreleyen dünyaya uyum sağlayamaz, oraya yabancılaşır. Hepsinden uzaklaşmak, onda huzursuzluk yaratan şehrin kalabalıklarından kopmak ister. Doğayı arayan anlatıcı “onlar”ın yavaşça doğaya hükmettiklerinin, rüzgâr ve yağmurun artık onlara ait olduğunun farkındadır. Bu hakimiyetin karşısında kımıldaması kolay olmayacaktır.

Hareketsizlik ve şiddet

Hareket edenler, eyleme geçenler, “onlar” tarafından cezalandırılır. Bütün hareketler değil “onların” tanımladıklarının aksine hareketler yasaktır. Bunların farkına varan “ben” işten ayrılmıştır, para kazanmak umurunda değildir: “bak parayı siktir et, işi mişi de, bir boku yoluna koymaz ki bunlar (bak iş miş aradığım falan yok ha, sakın düşünme öyle şeyler)” s.15, “bir de fabrikada çalışacakmışım, ben, hadi lan oradan!” (s.16) Onlar tarafından belirlenen her şeye karşıdır, iş de para da istemez. İş arama düşüncesi bile onu rahatsız eder, çünkü o “onlar” yüzünden içinde yaşamak zorunda oldukları yanılsama dünyasının kurallarına uymak istemez. Belirlenen akışı takip etmek istemez, akıntıya sırtını döner.

Onların elinde olan partilerle, politikayla, sendikayla hiçbir şey değişmeyeceğinin farkındadır. Tek dileği kendini ve “seni” onlardan korumaktır. Çünkü bilir ki ormanın en derinliklerinde bile, Nikaragua’dakilerin[3] anlattığı üzere “(…) yaprakların arasında minik bir şey mi kıpırdadı, sınırda bir şey mi oynadı, rengi ağaçların rengine benzemeyen bir şey mi gördüler ya da hiç kıpırdamayan bir şey mi var ağaçlar gibi, sıkıyorlarmış kurşunu (…)” (s.39)

Silahlar onların elinde olsa da şiddet bedavadır.[4] Ana karakter şiddete başvurmaktan, en azından başvurabileceğini söylemekten çekinmez. “seni” korumanın yolunun bu olduğunu düşünür.

“(…) doldurmuş kucağına bir yığın üst baş, gidip bakarız istersen, korkmazsan tabii, ama korkma ben varım, açsın ağzını biri dağıtırım ağzını burnunu (…)” (s.34)

“Senin” başına bir şey gelecek olursa onlara saldıracak, olmadığı takdirde onların akıntısına kendini bırakarak hayatına devam edecektir. Devam etmenin yolunun itaatten geçtiğine inanır.

“(…) toplum meselesiymiş, senin benim meselemmiş, modaymış, politikaymış, hiçbirinden eksik kalmadım, verdim sırtımı rüzgâra, sırtım hep rüzgâra dönük durdum, öyle durdum ki sana yanaşırken kafam yerinde olsun, diyordum ki içimden: yoluna çıkmalarını istemiyorsan alacaksın rüzgârı arkana, onlar ne taraftaysa sen de o tarafta duracaksın, olay bu (…)” (s.26)

Dışarıda bırakılanları sürükleyen rüzgâr

Rüzgâr doğadaki düzeni bozar. Rüzgâr “onların” yanındadır. Onların ağırlığı rüzgâra eşlik ederken, “ben” ve “sen” gibiler rüzgâra karşı koyamaz: “(…) bırakacaksın kendini rüzgâra, çünkü biz başka bir bok yapamayız, sen de yapamazsın, ben de yapamam (…)” s.19

“(…) ya öyle tüy gibi, senin gibi, benim gibi, öyle tüy gibi olup bırakacaksın kendini rüzgâra (…)” s.19

“Ben” rüzgârın onları sürüklediğinin farkındadır ve bu hoşuna gitmez. Kullandığı emir cümleleri ana karakterin içinde bulunduğu akışın mantıksızlığına dair sorgulamalarını yansıtır. Aynı ifadeyi birçok kez tekrar etmesi, sorgulamaya başladığının göstergesidir.

Aynı zamanda, Koltès’in sanki bir şiirin baş ve sonuymuşçasına yazdığı “bırakacaksın kendini rüzgâra” ve peşinden gelen ritmik cümleler geleneksel şiirde görmeye alışkın olmadığımız küfürler ve argo kelimelerle bezelidir. Dışlanan kelimeler süslü kelimelerin, argo “yüksek dil”in arasında yerini bulmaya çalışır. “ben” sırtını rüzgâra verdikçe kelimeleri onların kelimelerinin arasına saçılır. Bir kez daha “ben”in sessiz isyanı aklındaki kelimeleri itekler, isyanın sözcükleri cümlelerinde yavaş yavaş su yüzüne çıkar.

Dışlanan kelimeler dışlananların ağzından çıkar. AIDS’e yakalanıp hayatını kaybeden, kalemi elinde tutan Koltès’ten, kaleminden dökülen metrodaki ihtiyar kadınlara ve Araplara kadar; “ben”in cümlelerinde hepsine yer vardır.

“(…) bu kadarmış, yolunda her şey: müzik sesi geliyor, uzaktan bir yerden, arkamdan, koridorun dibinde dilencinin tekidir (tamam lan işte, geçti, kıpırdama) karşıda, öbür tarafta, yaşlı manyak bir karı var (…) yukarıda ihtiyar bir kadın, parmaklıklara tutunmuş, nefesleniyor, dibimde bir Arap var, oturmuş yere, Arapça bir şeyler zırvalıyor şarkı mıdır nedir (…)” (s.45)

(Kaynak: Editions de Minuit)

İmgelerin ötesinde: Kendine Ait Bir Oda

Ormanlardan tuhaf masallar

Sıra dışı yazma tekniği, bilinç akışıyla fablları birleştirmekle anılan Koltès; Ormanlardan Hemen Önceki Gece’de fabl unsurlarını eserin içinde kullanmaktansa “masal”ın kendi kelimelerine başvurur.

Ormanlardan Hemen Önceki Gece, ormanlara varmanın arzusunu bize gösterir. Betimlediği nadir yerlerden biri de bu nedenle masallardaki ormanlardan “ben”in hatırında kalanlardır: “(…) bir kulübe, bak mesela şöyle ufacık bir kulübeye koymuşlar beni mesela, masallardan fırlamış gibi bir şey, ormanın bir ucunda, kirişleri kocaman, kocaman da bir şöminesi var (…)” (s.12)

Koltès’in zıtlıklar üzerine kurduğu oyunu orman imgesiyle şekillenir. Gündüzün bittiği yerde gece başlar. Işıkların söndüğü yerde ormanlar. Gündüz “onlar”ın, gece “ben”in zamanıdır. Gündüzler aydınlıktır; “onlar” şehirdeki kir ve suç açığa çıkardıklarını söyleyerek toplumdaki insanları, denetim için kullandıkları ışıklar aracılığıyla, yakalar ve tutsak ederler. Anlatıcı ve onun gibi insanlar hem fiziksel hem düşünsel açıdan yukarıdakilere esir düşerler. Sabah saatleri geçmiş, güneş gitmişse bile “onlar” ışığın sahibidir. Ellerinde tuttukları fenerlerle geceyi gündüze çevirir, ele geçirirler; günün hangi saati olursa olsun görevlerini yerine getirirler. Özgürlüklerse ışığın değmediği gecelerde, ormanlarda ve karanlık yol köşelerinde saklıdır. “ben” geceleri, ormanları ve orada kavuşacağı “sen”i hayal eder. “sen”in “yukarıdan” değil gerçek gökyüzünden geleceğine, belki de geldiğine inanır: “(…) seni buluyorum, tutuyorum kolundan, nasıl ihtiyacım var bir odaya, nasıl ıslanmışım mama mama mama, hişt konuşma, kıpırdama, sana bakıyorum, seni seviyorum birader, birader ben, ben melek gibi bir şey aradım bu pisliğin ortasında, buradasın işte (…)”  (s.47)

Metnin son sayfasında “yukarıdan”; şehir, yapay ışıklar ve onların aydınlattığı yağmurda akan pisliklerin değil bir meleğin indiğini görürüz. Bir melek olan “sen”in geldiği gökyüzü şehrin içindeki sahte ışıkların ötesindedir. Onun varlığı, anlatıcıyı gerçek aydınlığı göreceği günlere inandırır.

Konuşmak ve koşmak

Anlatıcı “sen”i, “birader”i gördüğü, onun var olduğuna inandığı anda; o ana kadarki hareketsizliğini, boyun eğmişliğini, itaatkarlığını bir kenara bırakır. İlk defa akıntıya sırtını dönerek değil harekete geçerek karşı koyduğunu görürüz. Parantez içlerinde bağırabilen bir karakterken “sen”i gördüğü andan itibaren koşabilir. Konuşmak istediği için “sen”e doğru koşar. Bir oda ister, bir gece ister; konuşmak, söyleyemeyeceklerini söylemek ister. Yalnızca konuşmak değil bağırmaktan korkmadan konuşmak ister. Çünkü konuştuğu sürece var olur. Ve sevdiği sürece var olur.

“(…) her şeye rağmen, seni görür görmez, sokağın köşesini dönüyordun, seni görür görmez peşinden koştum, (…) sırılsıklam, koştum peşinden, sırf oda için değil ha, sırf birkaç saatliğine odaya ihtiyacım olduğu için değil, ama koştum, koştum, koştum, sırf bu defa, köşeyi dönünce, senin olmadığın bir sokakta bulmayayım diye kendimi, sırf bu defa yalnızca yağmur, yağmur, yağmur bulmayayım diye, sırf bu defa seni bulayım diye, köşeyi dönünce, sokağın öbür ucunda, sırf bir cesaret bağırabileyim diye sana: birader! bir cesaret koluna girebileyim diye: birader! bir cesaret yanına sokulayım, birader deyim, birader ateşini versene (…)” (s.14)

Yineleyen ve bitmeyen “yağmur” kelimesine, bir o kadar tekrar eden “koştum” karşı koyar, anlatıcı mücadele ettikçe “cesaret” kelimesiyle karşılaşırız.

Gecenin çöküşü

En çok suç gece işlenir. Polisiye romanlara ilgisiyle bilinen Koltès, Ormanlardan Hemen Önceki Gece’deyse “gece” kavramını alışılmış anlamının tersine çevirir. Suçun işlendiği saatler olarak bilinen gece saatleri yerini bağımsız bir varoluşa bırakır. Gündüz “onlar”ın şiddetinin ve baskısının yeriyken “gece” özgürlüğü, özgürce sevmeyi sağlar. Sevgi ve aşkın adının anılmasının önünü “gece”ler açar. Gecenin bile ele geçirildiği yerde “onlar”ın doğadan aldıkları yağmur ve rüzgâra, bir o kadar güçlü düşen ve çarpan sevgi sözcükleri karşı koyar.

“(…) seni seviyorum, gerisi bira, gerisi bira birader, nasıl anlatsam sana, bu ne boktan iş, bu ne boktan yer birader, bir de hala yağmur, yağmur, yağmur…” (s.47)

Yağmurla sırılsıklam başlayan metin yine yağmurla biterken, her yer hastalıkla doluyken, milletin yarısı oda arar yarısı oda verirken; “seni seviyorum, gerisi bira” sözcükleri, geriye kalanların bir gün bira kadar değersizleşebileceğine dair inancın var olmaya devam edeceğini söyler. Ormanlardan hemen önceki gece buna inanırsak, ormanlara vardığımız gece belki birlikte mutlu olabiliriz.

*

Koltès’in Ormanlardan Hemen Önceki Gece oyununu inceleyerek “onlar”ın şehrinde hareket etmek cezalandırılırken, “sen” ve “ben” inin doğallıkla oluşan kelimelerinin rüzgâra karşı koyup koyamayacağını tartıştık. Küçük harfler değerlenirken büyük harflerin önemini kaybettiğini, sessizlik ve hareketsizliğin koşma ve konuşmaya nasıl dönüşebildiğini, ormanların ve gecenin bizleri nasıl özgürleştireceğini gördük.

Yazı sonlanırken ve bizler Koltès’in bütün olumsuzluklar ve üzüntüleri hissettirirken sevme umudunu hâlâ taşıyan naif tiyatrosunu anarken, Koltès’in eseri yazdıktan sonra annesine yazdığı mektuplarda metindeki sevgiyi nasıl açıkladığını görelim ve yağmursuz gecelerdeki ormanları düşleyelim:

“Ana karaktere dönmek gerekirse, asıl soru onun başkalarıyla bir sevgi bağı olmasının başka yolları olup olmadığı. Bütün metin boyunca neden diğer bütün yolların önünün kapandığını anlatıyor, sefaletin belli bir aşamasında kelimeler artık işe yaramıyor, kelimelerle kendini açıklamak diye bir şey kalmıyor. Ama (sözlerime güven!) bazen bilgeliğin, nezaketin, aşkın, anlayışın, yalnızlık vb.’nin iki insan arasında, bir gecede oluşan hâli mümkün olabiliyor, iki kişinin hayatları boyunca ulaşamadıkları bir nokta bu; bu gizem, tanık olduğumuz herhangi bir ifade biçimini küçük görmememiz gerektiğini, zamanı büyük anları kaçırmamak için bunların hepsini aramakla geçirmemiz gerektiğin gösteriyor. Eğer oyunu izlediğinde konunun “kabalığına” kapılmadan bu karakteri anlamaya ve onun gerçek boyutunu görmeye çalışırsan çok mutlu olurum! Sana sıkıca sarılıyorum.”[5]


[1] Koltès, B. M. (1977). Ormanlardan Hemen Önceki Gece. Mitos Boyut. İstanbul. s. 37.

[2]Bernard-Marie Koltès à propos de l’évolution de son écriture théâtrale. Du côté de chez Fred – 18.10.1988 .

[3] Nikaragua ve Fransızlar metindeki tek özel isim olma niteliği taşımaktadır.

[4]L’œuvre de Bernard-Marie Koltès : un traité sociologique ? Réflexion inspirée du livre de Siegfried Kracauer, Le roman policier : un traité philosophique, Jerome Dubois.

[5] Lettres. Bernard-Marie KoltèsMinuit, 2009.