.

Karanlığın Kıyısında: Keşke Yüzüme Baksanız

Esin Hamamcı

esin.hamamci@sanatkritik.com

Birbirinden bağımsız on yedi öykünün bir araya geldiği Keşke Yüzüme Baksanız Halil Yörükoğlu’nun ikinci öykü kitabı. Her öyküsü farklı olay örgülerinin akışında ilerlese de kitabı bir bütün hâlinde gösteren tema, günümüzdeki yalnızlık duygusu, eksiklik hissi, yabancılaşma gibi konular oluyor. Günümüzü odağına almasıyla da geleceğe bugün adına pek çok fotoğraf karesi bırakıyor.

Kitabın ilk öyküsü “Burçak da beni sevmiyor” Otuz üç yaşında bir erkeğin “bir daha asla rastlayamayacağını” düşündüğü Burçak’a olan karşılıksız aşkını anlatıyor. Petrol mavisi Ford Taunus’unda gezen öykü kişisi “Burçak Tarlası” türküsü eşliğinde güzel taranmış saçlarıyla evden çıkıp okula giderken Burçak’a rastlıyor. “Seviyorum” yanıtıyla aşkına karşılık aldığında ise gelecek günler adeta “bahar”a dönüşür:

“Güneşle yeniden yola çıktık. Lacivert gecelerde öpüştük. Arabada uyuyup arabada uyandık. Falezlerden denize baktık. Aşıktık. Uyuyakalıyor, uyanmayı seviyorduk. Hayat güzeldi, Burçak hepsinden güzeldi.”[1]

Yaz günü, gözyaşlarıyla aşık olduğu kişiden ayrılmak zorunda kalan bu erkek, duygularını diyaloga dökemez. Duygularını insanlara anlatamayan, dışarı vuramayan kişilerin varlığı Yörükoğlu’nun kitabında ayrı bir anlatım yolu oluşturur.

“On dört yaşındayım” öyküsünde geçen “Sabah yedi, ben kaçıncı gün doğumuna inat kaçıncı karanlığı yaşıyorum?” (s.25) cümlesi, tüm öykülerin ruh hâline yayılan karamsarlığı açığa vurur. Başının keyiften dumanlı olmasını isteyen öykü kişisi, hüznüyle sigara dumanı arasında bağlantı kurar:

“Her zaman gittiğimiz çorbacıya gitsek bu küllük böyle ağzına kadar dolacak mıydı?” (s.25)

Bu “dumanlı” atmosferde aşık olduğu kişiyi anlatmaya başlar. Sevda’ya aşık olduğunda, Sevda otuz yaşındadır. Abisinin de aynı kıza aşık olduğunu öğrendiğinde her şey muallaklaşmaya başlar. Böylece metinde “dumanımsı” belirsizliğin kapısı aralanır. Öykü kişisi mutluluğu düşünmeye başladığında ise biberiye, kahve gibi kokular yükselir. Aşk, bu kokularla birlikte anılır ve mevsim bahardır. Can sıkıntısı ise sigara kokusu ile birlikte yer alır. Diğer öykülerde de olduğu gibi ana karakter burada da isimsizdir ve birinci tekil şahıs kullanılmıştır.

“Limon Kolonyası” yine koku unsuruyla hislerin birleştiği, sinestezi unsurlarıyla örülü bir öyküdür.  Öykü, berber koltuğunda uyuyakalan bir adamın gördüğü bir rüya ile başlar. Rüyasında mutlu bir Pazar günündedir. Diğer öykülerde olduğu gibi aşık olunan kadınların adı bellidir. Bu öyküde de aşkı Özlem’i anan öykü kişisinin adı yoktur. Mutlu bir Pazar tablosundadır rüyasında. Kahvaltı masası kurulu, simitler, peynirler, zeytinler… Günün mutluluğu, ertesi günün pazartesi olduğunu unutturur. Derken, berberin limonlu kolonyayı sürmesiyle rüyadan uyanır. Birden sesi kesilir, mutlu sahneler silinir. Televizyonda çıkan şarkı ile acısı çoğalır, “salya sümük” ağlarken bulur kendini. Şarkı biter, berberden çıkar. Limon kolonyası bu havayı derinleştirir. Limon kolonyasının buradaki işlevselliği, diğer hikâyelerde olduğu gibi çiçek kokularının mutluluğu yansıtmasının aksine karamsarlığı ve mutluluğun kolonya gibi “uçucu” oluşunu hatırlatmasıdır.

“Her Şey” isimli öykü, yine adı olmayan bir öykü kişisinin yaşadığı yeri avucunun içi gibi bildiğini söyleyip, her yeri tek tek anlatmasıyla başlar. Burada da aşk teması işlenir. Bakkala, kasaba, komşuya, sahile, takıcıya tek tek yolunu düşürür, buralarda dolaştırır. Kadınların ismi yine belirgindir. Her yere uğranır ancak “aşktan” kaçılması gerekir:

“Çık üst katına, tamam tamam utanma. Sitare Abla’nın muhabbeti insanı aşık eder. Hemen kaç. Aşktan kaç.” (s.72)

Bu öyküde dikkati çeken bir diğer nokta ise karşımıza yine “limon”la ilgili bir anlatımın çıkmasıdır. “Güneş denize limon gibi düştü.” ifadesi okura mutluluğu çağrıştıracakken ters köşe yaparak yerini “yabancılık”a bırakır.

“İbrahim” öyküsüne geldiğimizde buradaki öykü kişisinin adı bellidir: Ali. Otuz üç yaşındadır. Çocukken çok kötü bir şey yapmıştır. Bir itiraf öyküsüdür “İbrahim”:

“Ben çocukken kötü bir şey yaptım. İlkokuldayken. O güne gitsem… Nereden baksan yirmi bir sene öncesi. Tamam gidelim bakalım. Madem anlatıyorum. Zil çaldı. Arkadaşlarım sınıftan çıktı. Ben çantamı yavaş toplayıp geride kaldım. Oyalandım, biri var mı diye sıraların altına bile baktım. Kimse yoktu. Bu kez camdan dışarıya bakıp kontrol ettim. Bahçede bir-iki öğrenci kalmıştı. Onlar da çıkışa doğru ilerliyorlardı. Okul eve gitmenin coşkusuyla hızlı hızlı boşalmıştı. Ne varsa artık evlerinde koşarak gidiyorlardı. Erken çıkılan, geç girilen yer değil mi ev? Babam öyle yapıyor. Ben sevilmeyecek şeyleri babamdan öğreniyorum. Annem pek konuşmuyor. Babam bizi dinlemiyor. Ben eve gitmek istemiyorum. Gidersem de sokağa doğru koşuyorum. Mesela okuldan en son ben çıkıyorum. Ama herkes öyle mi? Değil. Bana benzeyenleri şıp diye tanıyorum. Fark edilmediğim zaman bir şeyler yapıyorum. Buradayım diye. Bakın tam burada.” (s.84)

İç konuşma hâlinde akıp giden cümleler, okura anlatır gibi yapılırken kendi içindeki gelgitlere ayna tutarak bilinci açığa vurur. “Tamam gidelim bakalım. Madem anlatıyorum.” derken anlatıcı hem kendisini hem de okuru karşısına alıp konuşmaktadır. Okura anlattığı şeyi aslında kendisine tekrar itiraf etmektedir. İbrahim’e yaptığı “kötülük” diyebileceğimiz olayı “Öyle birdenbire. Hiç düşünmeden. Arasın da bulamasın diye, şakacıktan. Yoksa ne derdim var canım benim İbrahim’le!” (s.85) şeklinde aktarırken “şakacıktan” diyerek hafife almakta, kendi içinde çözümlemeye gitmektedir. Ali’ye göre olayı İbrahim bile unutmuştur aslında, durup dururken bu sayfaları yeniden açmanın manası yoktur. Ateşte yanan İbrahim peygamberi çağrıştıran öykü, “günahsızlığa” çağrı yapmaktadır. Çünkü İbrahim’i değil, aslında onun kıyafetlerini ateşe atmıştır:

“Allah affeder mi ki? İbrahim’i değilse de eşofmanını sobaya attım. Neden attığımı hatırlıyorum. Ama sabah sınıfa girdiğimizde sahiden üzgündü. Çünkü küllerin arasında kalan ufak tefek köz parçaları, geneli naylon olan ucuz eşofmanın kollarını yakmış, eşofmanın o kolu büzüşmüş, İbrahim’in gözleri dolmuştu.” (s.85)

İbrahim, yanık elbiseyi giyer, o yanmış kolu kullanmaz, derste sadece sağ elini havaya kaldırır. Ali’nin gözünde İbrahim, “kolsuz da olsa çalışkan bir çocuk”tur. Ve gülmediği zaman kendisine benzemektedir. Eve gidip babasına durumu itiraf ettiğinde boğazına “adem elması” saplanır gibi hisseder. Babası ve annesi evde televizyon izlemekteyken kendisi suçla baş başa kalır ve bu suçluluk duygusuyla ne yapacağını bilemez.

Halil Yörükoğlu’nun Keşke Yüzüme Baksanız öykü kitabı, gerçekten de ismi gibi insanlarla temas kurmakta sorun yaşayan ve onlara “ben buradayım, beni görün” diyen öykülerden oluşur. Başkarakterler bunu yaparken asla yüksek tonda değildir, sessizlikle yapmayı başarır. Sessizlik ve susma eylemi bu noktada kitabın tümüne yayılır. Çünkü konuşmak öykülerin bitişlerinde çoğu zaman bir sonuç getirmez. Bu nedenle kitap iç konuşmalar hâlinde akıp gider. Tüm çözülmeler kişilerin kendi iç konuşmalarında yaşanır ve dışarıda normal bir hayat akıp giderken kimse bu karakterlerin ruh hâlini anlamlandıramaz. Bir diğer nokta ise öykü kişilerinin isimlerinin olmamasıdır ki bu da yine “sessizlik”in getirdiği bir sonuçtur. Var olmak, görünür olmak Keşke Yüzüme Baksanız’da çok kolay bir eylem değildir. Terk edilenler, yalnızlar, aşıklar, istedikleri elinden kayıp gidenler ile dizi izleyenler, televizyon başından kalkmayanlar, günlük hayata dalıp gidenler, mutlu mesut geçinip gidenler karşı karşıyadır. Kurmaca ile gerçek şeklinde iki ayrı dünya gibi ele alabileceğimiz yaşantılar ise günümüz dünyasından aktarılır ve böylece bize günümüz insanının yaşantısından portreler çizer.


[1] Halil Yörükoğlu, Keşke Yüzüme Baksanız, İstanbul, İletişim Yayınları, 2022, s.12.