Aynur Kulak
Aynur Kulak, Halil Yörükoğlu ile yazarın geçtiğimiz Mart ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan Şu An Saat Kaç? kitabı üzerine söyleşi yaptı.
Göçerliğe inanıyorsunuz ve bir göçersiniz. Edebiyatın bu göçerlik noktasında size nasıl eşlik ettiğini sormak istiyorum. Yer, zaman, anlam değişikliğine uğraması adına edebiyat da sizinle beraber göçtü mü? İlk soru itibariyle biraz absürt bir soru sormuş olabilirim ama sizdeki etkisi adına edebiyata dair göçerliğinizle ilgili hiçbir değişiklik yaşamamış da olabilirsiniz tabii. Göçerliğiniz edebiyatla ilişkinizi ne hale getirdi?
Absürt değil tam tersi bence önemli bir soru. Yine bence, merkeze uzak olanlar mesela yurt dışında olanlar daha çalışkan oluyor. Üretmek dışında edebiyat ortamında kendinizi var etme şansınız yok. Yani arkadaş toplanmaları, imza günleri, yayınevi ziyareti fuarlar hepsi edebiyatın içinde. Sizin elinizde tek seçenek yazmak. Normalde de öyle ama uzakta olmanın bence böyle bir etkisi var. Diğer manada edebiyat da benimle göçtü mü, bence net bir şekilde göçtü. Çünkü edebiyat basit tanımla, dil, duygu estetik ise bunların hepsi değişiyor. Sokak yemekleri ve esnaf da değişiyor. Başına gelenler zaten direkt bambaşka hale bürünüyor. Ama yazmaya devam etmek istiyorsun. Ayak uyduruyorsun. Ya da cepten yiyorsun.
Şu An Saat Kaç? üçüncü öykü kitabınız olarak okurla buluştu. Yanlış söylemiyorsam ilk olarak 2017’de öyküleriniz okurla buluşuyor ya da sizi tanımaya başlıyoruz. Kaçış Rampası (2020), Keşke Yüzüme Baksanız (2022) kitaplarınızla beraber öykü yolculuğunuz nereden nereye geldi diye sorsam ne söylemek istersiniz?
Ben de öyle hatırlıyorum. Hatta o sene Yaşar Nabi Nayır’a katılmıştım. Sonra dosyalar retler kabuller derken şu an üçüncü kitap yayımlandı. Bir yerden bir yere gelme konusunda emin değilim. Hep bir stres buldum kendime. İlkinde çok cesurdum. İkinci kitap baya korkuttu. Üçüncü kitap bildiğiniz gibi Amerika’daki öykülerden oluşuyordu, o da bir stres oldu. Uzaktan bakınca çok bariz olmasa da kendi içimde bir üslup kurup sürekli bir şeyler öğrenmeye çalıştığım ve nadiren de olsa galiba yapabiliyorum dediğim bir durumdayım.
Peki üç öykü kitabınızın birbirinden -fakat daha çok Şu An Saat Kaç? kitabınızdaki öykülerin- farklarının ne olmasını istediniz? Sizi masanızın başına oturtan, tetikleyen odak meseleyi merak ediyorum.
İlk olarak iyi ya da kötü yapabiliyor olmak. Sonrasında herkes gibi var olma iz bırakma çabası. Yani derin bir mana arasak bu nedir bilmiyorum. Bunu yapmak iyi geliyor. Yapmaya çalışıyorum. Bir şey söyleyebiliyorsam neden söylemeyeyim. Mesela ben sadece bisiklet çizebilirim. Ve çizerim. İmkan olsa burada da çizerdim. Birine zarar vermeden bir şeyler yapmak ruhumu egomu tatmin etmek ve dilimize olan sevgim memleketin hikâyesine olan hayranlığım beni yazmaya itiyor. Bu öyküleri buradaki yaşadıklarımın görünmesini istediğimden ve edebiyatımızın Amerika’dan seslenen öykülere sahip olmadığını düşündüğümden yazdım.
Kitabının ismi mesaj içerikli mi? Aslında bu soruyu, kitabın isminin bende çok çağrışımlı etkisi olduğunu söylemek adına sordum. Polisiye öyküler olabilir diye düşündüm, zamanın gel gitleriyle inşa edilmiş hafıza içerikli öyküler olabilir diye düşündüm, sonra şimdiki zamanı soruyor, bu yüzden anı sorgulayan, çağın parçalı yaşam hikâyelerini anlatıyor olabilir diye düşündüm. Şunu söyleyebilirim ki, çok yerli yerinde bir kitap ismi ve kitabın açılış öyküsü Cumartesi’de sorunun sorulma sebebini de düşünürsek öykülerin ana düşüncesi adına çok isabetli. Hem Cumartesi öyküsünü konuşmak istiyorum elbet kapsayıcılığı adına, hem de kitabın isminin nasıl belirlendiğini?
Şu An Saat Kaç? ismi mesajdan ziyade doğrudan hayatımın bir özeti. Coğrafya bilgisi iyi olan eş dost akraba dahil olmak üzere herkes özellikle Amerika’da olan birine direkt saat sorar. Bizimkilerin hala çok keyif aldığı bir soru bu. “Orada saat kaç, şu an saat kaç. Bizde öğlen bizde akşam. Demek kahvaltı yapıyorsun ha.” Yani bence eğlenceli. Ama bu kadar basit değil. Temelince çok anlam var. Birinden uzakta ya da birinden ayrıyız. Ama konuşuyoruz. Aynı dünya lakin bambaşka saatler. Bilimsel olarak aşırı basit ama ruhen o kadar değil. Aynı gezegende miyiz değil miyiz? Çünkü yaşadığımız yer vardır. Sevdiklerimiz vardır. Bir de uzakta sevdiklerimiz vardır. Ne yaşıyor, ne yapıyor, tam şu an ne yapıyor? Bütün bunlar, bu aynı anda olamamak meselesi ruh halime etki etti. Haliyle bu eksende gerçekleşti bazı yazma halleri. Cumartesi öyküsü ara sıra gittiğim kafenin plastikle çevrili ek yerini görmemle, arkadaşımın kongre baskını önemli onu öyküye yedirsen hoş olur demesinin birleşmesinden ortaya çıktı. Zaten mesele biraz bu, Amerika’da birileri kongreye baskın yapar annen bir saatte arar ve hortum çıkmış der. Benim günlük hayatımda bundan çok var.
Farklı bir ülkede, farklı bir kıtada göçmen olmak üzerine kurulu öyküler okuyoruz. Ortak duygu yalnızlık, ait hissetmeme, yeni bir hayat inşa ederken karşılaşılan zorluklar, yer yer farklı kültürlerin yarattığı absürtlükler. İçinde bulunduğumuz çağ ile beraber tematik yapının tamamen değiştiğini görüyoruz: Orası gurbet değil artık göç edilen yer. İşçi değiller beyaz ve mavi yakalılar, her işi yaparımcılar hatta. Ne dersiniz? Şu An Saat Kaç? içerisindeki öykülerin tamamını bu tematik yapı değişimleri üzerinden konuşursak ne söylemek istersiniz?
Bu kavramların doğrudan tanımına baksak başka şeyler denilebilir belki. Ama ben anladığımı ve hissettiğimi söylemek isterim. Yani mesele çok değişti. Kitleler halinde devlet destekli Almanya’ya Belçika’ya gitmedik biz. Kendi adıma green kart çıktığı için geldik. Özellikle Amerika, insanların genelinin yani hayatı daha iyi yaşamak için geldiği bir yer. Hepsi gurbet ve hepsi zor. Zorsa, birisi de çıkıp o zaman gitme diyebilir. O zaman bir insanın daha iyi bir hayatı talebini, siyasi vaziyeti, ekonomiyi konuşmak gerekir. Ama bir fabrikada mesai arasında “Ah ulan be!” denilmiyor artık. Devirden kaynaklı bu. Belki aynı zorluk yaşanıyor ama tercihen burada olanlar başka bir zorlukla mücadele ediyor. Ki işçi olan da dilenci olan da CEO olan da var neticede. Ama en nihayetinde uzak yani. Dile kültüre uzak. Yeniden var olma çabasının duygusallığı da var. Hepsi birleşince gurbet.
Amerika bizden daha kozmopolit bir yapıya sahip, öyle değil mi? Siz orada yaşadığınız için yanılma payı adına önce bunu bir sormak istedim. Israrla yabancılaşmak istemeyen karakterle karşı karşıyayız. Yeni bir ülkeye, yeni bir hayata tutunma refleksi olabilir bu diye düşündüm. Gündelik diyaloglar bu anlamda çok canlı ve etkili. Bir yandan kozmopolit yapıya ayak uydurma çabası (Meksika kolası mesela veya başka ülkenin yabancılarıyla diyaloglar) bir yandan da dönerle, ayranla, baklava ile yerelde kalma isteği. Karakterler adına bakacak olursak göçmen olmak hangisi, tam olarak neye tekabül ediyor?
Amerika Kozmopolit bir yer. Hatta dünyada faşizmi en fazla yakıştıramadığım yerlerden. Göçmenlerin kurduğu bir kıta nasıl böyle olur diye yer yer düşünüyorum. Bu düşünceme cevaplar vardır tabii. Lakin hayatın en çaktırmadan ötekileştirmesini yapabilen bir topluma sahipler. Çünkü her ne kadar kozmopolit olsa da o en son gelenin kendini ifşa ettiği garip memleket. Üstelik bu ifşa o adam para kazanıyorken vergi veriyorken olur.
Bu yabancılaşmak istememe meselesi de kendi içinde çok eleştirilebiliyor. Ben burada biraz farklı düşünüyorum. Çünkü elimizde ya da benim elimde bu zamana kadar olan gurbet Almanya idi. Ve o insanlar ve çocukları belli ki sağlam sınavlar geçirdiler kültürel olarak. Belki daha fazlası. Yukarıda belirttim. Şu an başka bir devir başka bir hal var. Bir parantez açarak zaten otuz senedir dünyada Amerikan kültürü boy gösteriyor.
Toparlayacak olursam, ben kendimiz olalım derdindeyim. Sen kendin olmazsan adamlar seni ciddiye almazlar, çünkü zaten onlar gibi asla olamıyorsunuz. Adam pazar günü içinde kum olan bir ufak torbayı ufacık bir delikten geçirip arkadaşıyla bira içerek eğleniyor. Yani senin bundan keyif alman iki nesil alır. E o zaman ben televizyondan güreş izleyeyim ama şehrin takımının maçına da gideyim derdindeyim. Örnekler saçma ve komik olduysa affola. Fakat tam da böyle bir durum var.
Kendimiz olalım derken kabuğumuzdan bir ömür boyu çıkmayalım manasında da demiyorum. Neftlix’ten dizi izliyoruz. Mis gibi etçilere gidiyoruz. Bizim oranın şeker oranına benziyor diye Meksika kolası talep edebilelim istiyorum. Buna ek olarak da hafif eziklik hafif kendini ifade edince gelen özgüven, bakın bizde de bunlar var gibi durumlar oluşuyor. Ben ingilizce kursunda Noel Baba bizim oralı demiştim. Derim de, o kadar Hristiyanı bulmuşum neden demeyeyim gibi bir his.
Artık sadece para kazanma amaçlı değil, yaşamı yabancı bir ülkede kurma kararıyla hareket etmek mevzu bahis, fakat bir yandan da bırakılıp gidilen yere geri dönme ihtimali, cepte olan bir ülke hep var. Çünkü bırakılan yer vatan ve orada aynı zamanda aile var. Akrabalık düzeyinde de olsa birileri var. Öyküleri hissettirdiği bu duygularıyla da konuşabilir miyiz?
Yani biz geleneksel olarak şehirde yaşarken de köyümüze dönmek ya da ufak bir sahil şehrine gitmek isteyen insanlarız. Hatta o ihtimallerden dolayı şehre tahammül edebiliyoruz. Çünkü şehir ki çok severim bütün güzelliklerine rağmen yorucu ve madden zor. Amerika’da ki durum da temelde bununla ilgili. Buradaki aileler ve çocuklarla ilişki, buradaki yaşlı insanların güncel durumlarını izlediğimizde, kendimizi huzurevinde hayal edemiyoruz. Zaten zor alışıyoruz ya da öyle hissediyoruz. O yüzden o seçenek bizi rahatlatıyor. Tercihen burada olduğumuzu hatırlatıyor. Sahipsiz olmadığımızı kaba tabirle artistlik yapabileceğimizi.
Bu düşüncelerden dolayı bazı öykülerde, o geri gidip memleketten ev almak isteyenler, bir hedef koyup tamamlanınca gitmek isteyenler ve hiç bu soruları sormayan insanlar var. Bununla beraber Amerikalı, Almancı, Turist sıfatları var. Aynı zamanda biz nereliyiz, napıyoruz gibi git geller var.
Mizahi, akışkan bir anlatımı tercih ediyorsunuz. Bu tercihinizi de konuşmak istiyorum. Genelde günü kurtaran ve gündelik koşturmaca içerisinde yabancı bir ülkeye tutunmaya çalışanların öykülerini okuyoruz. Daha dramatik bir anlatım da olabilirdi. Mesela Huzurevi öykünüzü örnek gösterebilirim bu mizahi bakış açısı, anlatım için. Öykülerin anlatıcısı da birinci tekil şahıs olduğu için, sizin hayata bakışınızın tam tezahürü gibi geldi bana bu yaklaşımınız, ne dersiniz?
Bu soru beni şaşırttı çünkü çok duygusal olmasıyla ilgili de dönüşler alıyorum. Ama bence de mizahi bakış var. Komik değil de bir halin içindeki saçma sapan durumlar var diyebilirim. Adam ailesinden kopmuş huzurevinde hala muziplik peşinde. Yani ne yapsın ki gibi galiba. Dramatik olduğum taraflar da var yani öykülerde. Ben kendi adıma ne kadar sıkılıyor ve utanıyorsam o kadar komik olmaya çabalıyorum. Garip bir laf edip yüzümdeki utangaçlığı atma telaşı galiba. Bir yandan da çok alakasız şeyler yaşıyorum hep. Bu da biraz kendinden komik oluyor.
Şu an bu soruları iki gündür geldiğim tamircide cevaplıyorum mesela. Adam bambaşka bir konudan bahsediyor. Arabam bozuldu. Ama soruları cevaplıyorum.
Dünyanın gidişatına dair umutlu musunuz? Ve oradan bakınca burası için bir umut var mı? Manzara nasıl?
Umutsuz olmak daha zor geliyor bana. Klişe ama öyle. Aksi zor ve yorucu. Yani ne yapacağız sabah uyanıyoruz işte. Bir şeyler bambaşla olabilir. Bu çok romantik ve çocukça biliyorum. Karalar mı bağlayalım. Dertleri dert etmemek değil bu.