Firdevs Ev
Gitmeyecekler İçin Urbino, yaşanacak daha güzel yerlerin hayaliyle meşgul olanların geri çeviremeyeceği en az yarısı uydurma bir şehri içeri buyur ediyor. “Henüz gitmediğim bir ülkenin varlığı her halükarda kârımadır,” diye düşünüyorum, kitabı yıllar sonra tekrar okurken, “olduğum yerden beterse, evimin kıymetini anlarım, olduğum yerden iyiyse gündüz düşü kurmuş oluruz biraz.”
Cem Akaş, kitapta bilgiye erişimin kısıtlı olduğu çağlardan miras bir biçime başvuruyor: hakikati, teyit edilemeyecek abartıda güzellikleri anlatmak için kullanılagelen gezi yazılarına. Ne var ki, ne olmuşun nostaljisi ne elde olanın sıradanlığı ne de olacağın kuruntusuyla yetinecek bir yazar Akaş – iyi ki öyle. Bilgiye dair sır perdelerinin daha kolay aralanabileceği bugünün şeffaflığında, bile isteye kaçmayı seçeceğimiz türden bir cehennem yerleştiriyor gezi rehberine. Göz göre göre o tuzağın içine atlamayı seçiyoruz.
Vaat ettiği grotesk sahnelerin güzelliğiyle bana biraz da Richard Littler’ın Discovering Scarfolk’unu hatırlatıyor: İşlerin hiç de hayal edebileceğimiz sınırlarda ilerlemeyeceği Scarfolk’u bir turist rehberiyle anlatmaya girişmeden evvel, L. P. Hartley’in “The past is a foreign country: they do things differently there,”[1] alıntısını, “so I wouldn’t recommend it as a holiday destination.”[2] diye tamamlayan yarı gerçek yarı kurmaca, uyarı niteliğinde bir epigrafla başlıyor kitap.
Gitmeyecekler İçin Urbino, benzer şekilde, okuyandan kendi iradesini göreve çağırmasını talep eden metinlerden – onun kitabı bir kenara bırakmasını da göze alarak. Nerede heyecanlanacağımıza önden karar vermiş, nerede duygulanıp nerede güleceğimizi önümüze dökmüş bir yazarla karşı kaşıya değiliz. Okurken adım adım kendi Urbino’muzu kurmakla mükellefiz tersine. Onu haritada bir yere oturtan da biziz, kendi ürettiğimiz şeye kıyamayan da. Sonunda, sahip çıkılamadı bu güzelim şehre, derken sokaklarını ateşe veren de biz. Geçmişin yasını tutarken gerçekleştirdiğimiz kıyımdan, yıkıcılığımızdan haz duyuyoruz. Üstüne, cinayetlerimizi kanla yazacak defteri arıyoruz.
Bu ironiye rağmen alenen dalga geçmenin peşinde değil Akaş’ın dili; aksine, tabiatı gereği biraz da aklı havada kalması zaruri kurmaca beyanların içinde saklı ağırbaşlılığa sağlam bir zemin sağlıyor. Ne yazarını ne de okurunu rahata alıştırma niyetinde. Barthes’ın hazzı değil, jouissance’ı getirdiğini söylediği metinlere iyi bir örnek diyebiliriz bu anlamda kitap için.[3] Etkin bir özneden (yazar) edilgen bir nesneye (okur) doğru gerçekleştiği varsayılan akışı kırmayı iyi başarıyor. Zira Akaş’ın Urbino’su tam da yazında hazıra konmama durumunu, okurun bir türlü doyuma ulaşamama halini, acı dolu bir arzunun peşinden gitmenin imkansız hazzını anımsatıyor. Urbino’ya bakıyor ama oraya gitmiyoruz, yola çıkıyor ama oraya varmıyoruz. Şehri elimizdeki bitter çikolata kağıdına saklayıp cebimize atıyoruz.
Yazara kalsa o gitmeyeceğimizi daha başından biliyor, bilhassa da gitmeyecekler için yazıyor Urbino’yu. GPS’e apar topar adını yazıp yollara düşsek bile gündüz gözüyle görülemeyecek bir şehir Akaş’ın Urbino’su. İtalya’da Rönesans’ı iliklerine kadar hissetmiş bu şehrin hayal gerçek mekânlarında bizi gezdirirken göreceklerimize dair mesuliyet de kabul etmiyor. Kendi Rönesans’ını belki yaşamamış belki de hiç yaşamayacak olan bir toplumun dilinde, mekânsızlığın o yerleşik huzursuzluğunu betimlemekle yetiniyor sadece. “Evimi özlüyorum,” diyor kitaptaki tanıklardan biri, “yurdumu ya da yaşadığım şehri değil, evimi…” Cem Akaş’ın Urbino’su, atlaslarla dolu geniş bir kütüphanede kitapları mesken edindim zanneden okurun rastgele karşısına çıkan bir karanlık büyü gibi – pusulanın ayarını bozan bir metin.
Cem Akaş’ı beş-altı yaşlarında, mutfak masasının altında hayal ediyorum. Kendi inşa ettiği sınırlarına saklanmış, oyunda. Zamanda yolculuk ettiği, aslında orada olmadığı bir mekânda: bir tür heterotopya. Gitmeyecekler İçin Urbino ile, o korunaklı çadırın içinde kurşun askerleriyle gerçekleştirdiği o “renkli” katliamı, belki de güvenli demeye bin şahit isteyecek tekinsiz bir dünyadan, yetişkinliğin içinden anlatıyor.
* * *
“Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek,” der Calvino’nun Görünmez Kentler’inde anlatıcı.[4] Gitmeyecekler İçin Urbino’yu okurken yazarın tasvir ettiği bu mekânsızlıkta çadır niyetine neye sığınılacağı sorusu da geliyor akla. Aslında paylaştıkları bir ortak unsurla, tam da bu tenhayı kırabilecek bir ipucu sunuyor her iki kitap da: ikili bir diyalog üzerinden anlatılan Görünmez Kentler’e benzer şekilde, Gitmeyecekler İçin Urbino’da zurnanın zırt dediği bölüm de karşılıklı konuşmadan oluşuyor. Şehirde gerçekleşecek katliamın habercisi ve faili iki genç kadın (ikizler) birbirlerine hitapla yaşananları anlatıyor, kendi hikâyelerini tek bir anda birleştiriyor.
Konuştuğumuz kişinin görüntüsüyle, sesiyle bu kadar bizden oluşu, anlama ve anlatma deneyimlerine dair ne söyler? Şayet iki kişiysek, iki Urbino mu vardır mesela? Birbirimize anlattıkça sayıları artar mı, sonunda genişleyen bir evren mi olur şehir? Diğer her şeyin aynı bırakılıp sadece deneyimin değiştirildiği kontrollü bir deney hissi veriyor bölüm. Okura, aynada gördüğünüz kişiyle diyalog kurmanın ironik tekinsizliğinde mahrem bir hikâye sunuyor. Geleceğe dair gelişmelere şüphe ve tiksintiyle bakan katil ikizler şimdiki zamandan geçmişin intikamını alırken, gidemeyeceğimizi bildiğimiz bir şehre inat, “aslında orada olmalıydın, anlatınca aynı olmuyor” hissini pekiştiriyor sohbetleriyle. Hep anlatılmayan bir şeyler kalıyor, gidilmeyen yerler kalacağı gibi. Cem Akaş’ın karakterlerinden alışkın olduğumuz haliyle alışılmış cinsiyet rollerinin ötesinde gezinen bu iki genç kadının ters köşe diyaloğu, okuru görkemli bir hikâyeye sokuyor.
Bir şehri, ancak sokaklarında kaybolarak tanıyabileceğiniz söylenir. Tam da bu kaybolma hissini anımsatacak şekilde noktalama işareti kullanılmadan yazılmış “İkizler” bölümü. “Yukarı çıktığımda müziğin beni beklemeyip devam ettiğini kaldığım yeri kaldığım yerde bulamadığımı fark ediyor ve rahatlıyorum” diyor kardeşlerden biri. Kendi düşlemlemelerinizde kaybolacağınız boşlukların elinizden alınmadığı bir diyaloğun verdiği rahatlığı getiriyor akla. Deneysel bir okuma yapmak isteyen için metnin ritmi okurun koyacağı noktalamalara göre değişebiliyor.
İki karakterin diyaloğunu takip eden “Tanıklar” bölümü, bir kez daha, yaşanılanı bir ötekine anlatmakla çözülebilecek bir yapbozun altını çiziyor. Artık gizlice dahil olduğumuz bir dünyadan ziyade, yazarına rapor veren karakterleri dinliyoruz. Bu kez üçüncü bir kulak olarak görevimiz, apaçık verilen bir yaşanmışlık yığını arasından balık tutar gibi asıl hikâyeyi çekmek oluyor.
Urbino’nun yarı gerçek yarı kurmaca tarihçesinin, gezilecek yerlerinin, delisinden sincabına önemli figürlerinin anlatıldığı son bölümde ise yazar okurla konuşuyor artık. Dinlemememiz gereken bir konuşmaya kulak misafiri olduğumuz bölümlerin ardından, sonunda ilk defa muhatap oluyoruz. Yazar gitmeyeceğimizi bildiği bir şehri anlatıyor. Yarattığı güzelliği okurundan sakınırcasına, haklı bir kıskançlıkla.
Gelecek nasıldır bilmem ama onu görmezden gelen zamanın akışından intikamını almak için kılıçlarını kuşanıp hücum eden bir geçmişin imgesi oldukça tanıdık. Cem Akaş Gitmeyecekler İçin Urbino’yla zamana kesikler atıp boşlukları hayal gücüyle dolduruyor. Yıllar öncesinden çıkıp gelen ve yıllar sonra bile şaşırtmaya devam eden kitaplarıyla edebiyat tarihimizin yazımında uğranmadan geçilemeyecek duraklar bırakıyor.
[1] Türkçesi: “Yabancı bir memlekettir geçmiş: orada işler başka türlü yürür.” L. P Hartley. The Go-Between, Hamish Hamilton, Londra, 1953, s. 1.
[2] Türkçesi: “Tatil beldesi olarak önermezdim o yüzden.” Richard Littler, Discovering Scarfolk. Ebury Press, Londra, 2014. s. 4. Kitabın dünyasına bir bakış için: https://scarfolk.blogspot.com/
[3] Roland Barthes, Yazı Üzerine Çeşitlemeler: Metnin Hazzı, Şule Demirkol (çev.),YKY, İstanbul, 2007 [1973],2. Baskı.
[4] Italo Calvino, Görünmez Kentler, Işıl Saatçıoğlu (çev.), YKY, İstanbul, 2013 [1972], 15. Baskı, s. 76.