.

Can Gürses: “Her romanım benim devrimim.”

Abdullah Ezik: Bugüne kadar yayımlanan dört eseriniz de roman türünde. Bir tür olarak roman sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? 

Varoluşumla kol kola gezip tozmanın, sarılıp uyuyamamanın, ağlaşıp dertleşmenin, dans edip gülüşmenin, düşünüp taşınmanın, arınıp paklanmanın canıma en uygun yolu yazmak. Tüm sanatları birden icra edebileceğim tek sanat türü olduğu için roman yazıyorum. Roman yazarken hem şiir söylüyor hem dans ediyor hem resim çiziyor hem tiyatro oynuyor hem (oyunculuğunu, rejisini, sanat yönetmenliğini, kostüm tasarımcılığını, ışıkçılığını hep birden üstlendiğim bir) sinema filmi çekiyor hem de bir senfoni besteliyorum. Tüm bu sanatları tek bir romanda bir araya getirebilmemi ruhumun çılgınlıkları, kalbimin aşırılıkları, aklımın oyunları kadar matematik, tarih, psikoloji, felsefe ile sosyoloji sağlıyor. Uzun sözün kısası roman yazarak şu fani ömrümde yapamayacağım her şeyi yapıyor, olamayacağım her şeyi oluyorum. Böylece her romanla biraz daha ben oluyorum. 

Roman, aklı başında, başı sonu olan, belli noktalama işaretleriyle ayrılan cümlelerden oluştuğundan şiir kadar özgür bir edebi tür olmasa da insan türünü anlamaya ve insanın yaşamıyla var oluşu arasındaki gelgitlerini en adil tavırla, kılı kırk yararak anlamlandırmaya imkân tanıyan tek tür olmasıyla cezbedici bir kıymettedir. Kalkıştığı gayenin yüceliğine rağmen özünde hayranlık uyandırıcı mütevazılıkta bir insancıllık taşır. Roman, ruhu; arzu duyan acı çeken kanlı canlı bir bedene büründürür, aklı; kemiğiyle damarıyla öteye uzanmış bir el gibi dokunulabilirleştirir, kalbi; bir çocuğun sokakta yüksek sesle söylediği bir şarkıya dönüştürüverir. 

Dilek Sarıboğa: İlk romanınız En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, 2007 Ocak’ında Edibe’nin hazırladığı bir sofra etrafında Deryadil ailesinin bir araya gelmesinden, kişisel hesaplaşmalardan, tartışmalardan meydana gelir. Kutuplaşmış ama bir arada birçok karakter söz konusudur. Bunca farklı kişiliği/karakteri meydana getirirken nasıl bir yol izlediniz? Sizin için bu sofranın kalbinde ne vardı? 

Hayatın yolunu izledim. Aileyi aile yapan karşıtlığı, çoğulluğu tasarladım. Sofranın kalbine sevgiyi koydum. Emekle, incelikle, zarafetle, cömertçe, kardeşçe verilen sevgi ile bencilce, korkuyla, haksızca, önyargıyla, öz sevgisizlikle verilemeyen sevgiyi. Sevgi veremeyen bir kalp zamanla işlevini yitirir. Kalp, sevgisini verdikçe çarpar. Kalp, sevgisini veremedikçe sevgiyi yitirir ve böylece mutluluk yaralanır, hastalanır, can çekişir. Romanın ana alıntısı Edip Cansever’den iki dize: “Hepimiz Tanrı kaldık / Kimse mutluyum demesin.” Hayati birer parçası olduğumuz aile tarihimizin, hikâyemizin tanrısı kaldıkça mutsuz olacağımız ve mutsuz edeceğimizi söylemek istedim romanımla. Tanrı’nın inayeti, sevgisini verdiği anlarda belirir. Sevgisini kendisine saklayan bir Tanrı, mutluluktan yoksundur. Sevgiyi anlamaya ve anlatmaya çalışan insanlar, eşyalar, hatıralar, hâller, hayaller, hakikatler kuşatır romanın sofrasını. Bir aile tarihi, her kişisi tarafından başka başka anlatılır. Bu yüzden romanı bıraktım hepsi bir bir anlatsın. Kimi sevgisini vermeye can atan ama verecek can bulamayan bir Tanrı edasında, kimi gördüğü tüm sevgisizliğe rağmen sevgisini seve seve veren bir kul naçizaneliğiyle ve hayat doluluğuyla, kimi sevgi nasıl verilir unutmuş bir Tanrı tavrıyla anlatır. Her aile tarihi hüzünlü bir sevgi destanıdır. 

A.E.: En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ın sofrasında Deryadil ailesinin tarihinin gün yüzüne çıkmasında evin yıllanmış eşyalarının da önemli bir yeri vardır çünkü herkes gibi onlar da dile gelir, başlarından geçenleri anlatır. Eşyaların dile gelmesi, insanların konuşmasına göre okura nasıl bir alan açar? Siz bu konuda yazar olarak nasıl bir yol izlediniz? 

Yalnız sözcüğünü kalabalık bırakan yalnızlıkta bir kimseyim. Hâl böyleyken bana yoldaşlık eden insan-dışı şeylere şükranla dikkat kesilir, değer atfederim. Eşya, kimsenin göremeyeceğini gören, işiten, hisseden, hafızasına kaydeden, sakin, durgun, bilge varlığıyla vakti geldiğinde içinde tuttuklarını dillendiren bir sırdaş, tarihçi, zaman bekçisidir. Hikâyemizin işlemesi olmanın ötesinde hakikatimizin pusulasıdır eşya. Kaybolduğumuzda göz göze geldiğimiz eşyamız bize kim olduğumuzu, yaşadıklarımızı niye yaşadığımızı, doğruyu, yanlışı, iyiyi, güzeli fısıldar. Bir dostun yerini tutar eşya; tüm ağırlığına rağmen tatlı bir masal anlatırcasına bize hakikatimizi anlatır. Eşya durduğu yerde, tevekkülle zamanı sırtında taşır. Her hikâye anlatıcısı evvela zaman hamalıdır. 

Etkisinden kurtulamadığım, kurtulmaya da niyetimin olmadığı deprem faciasında hayatını kaybeden sahipleri yerine eşyalar anlattı hikâyelerini. Yıkık dökük bir evin salonunda kalan tek şey bir fotoğraftı. Bir aile fotoğrafı. Onların hikâyesini, mutluluğunu, ölüme asla ait olmadıklarını o fotoğraftan âlâ kim anlatabilirdi? En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’da dile gelen eşyaların biri de mutlu günlerden kalma bir aile fotoğrafıdır. Can okurumu, söz hakkı tanıdığım eşya ile karşı karşıya getirişim, hakikati her zaman insanlarda bulamayacağımızı hatırlatarak, hayatımızı canlandıran cansız unsurlarda saklı anlamı ve hikâyenin aslını işitmeye, hissetmeye davettir.

Esin Hamamcı: Kırık Beyaz’da, son romanınız Bir Ömrün Takvimi’nde olduğu gibi Beyoğlu, nostaljik bir alan olarak geçiyor. İki romanda da aynı mekân kahramanlar için adeta gökten düştükleri bir yer. Beyoğlu’nun geçmişine dair pek çok ayrıntı da buluyoruz. Bu bölgeyi yazarken nasıl bir araştırma yöntemi izlediniz? 

En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ın Edibe’si, Haziran’ı, Hicaz’ı, Kor’u, Yılmaz’ı, Bal’ı ile Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ın Mahur’u, Nafiz’i, Talat’ı Beyoğlu’na doğuştan ait kahramanlar. Kırık Beyaz’ın doğudan İstanbul’a göç eden Kuzgun’u ile Bir Ömrün Takvimi’nin Görünmez Adalı Mimoza’sı Beyoğlu’nun yabancısı. Tüm kitaplarımda, en çok da Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da Beyoğlu nostaljik bir alan olarak yer alır. Ancak dediğiniz gibi Kırık Beyaz ile Bir Ömrün Takvimi’nin kahramanları Beyoğlu’na düşüverirler; Kuzgun, Beyoğlu’nun sonradan çocuğudur, Mimo ise Beyoğlu’na sığınmış bir savaş mağdurudur. Bu tercihimin sebebi, Beyoğlu’nu hem evlatlarının gözünden hem evlat edindiği çocuklarının gözünden hem de kendisine ait olmasa da koynunda huzur ve anlam bulan sığınmacılarının gözünden anlatma arzum. Beyoğlu’nu öyle seviyor ve öyle çok görmek istiyorum ki olabilecek tüm gözlerle ona bakmak ve onu anlatmak için karakterim kim olursa olsun yolunu ne yapıp edip Beyoğlu’na düşürüyorum. Kendimi ne zaman arasam Beyoğlu’nda bulduğumdan olsa gerek, roman kahramanlarımı da aynı yola sürüklüyorum. Hayatlarının dönüm noktalarında kendilerini Beyoğlu’nda bulmalarını sağlıyorum. Hele onları Beyoğlu’nun eski zamanlarına çıkarmak bana mutluluktan mutluluk beğendiriyor. Yaşayamadığım Pera demlerini onlara yaşatarak ben de yaşamış kadar oluyorum. Romanıma taşıdığım eski dönemlerde çıkan gazeteleri, dergileri didik didik okuyor, o günlerde çekilen filmlerde gezintiye çıkıyor, o zamanların romanlarında işitemeyeceğim kokuları, sesleri işitiyor, yüzleri görüyorum. Romanlarımda bol bol yer alan eski Beyoğlu sahnelerini tüm bu bilgilerin ışığında kurduğum hayallerden kuruyorum. 

E.H.: Anlatımı bir gökkuşağının renklerinin ve bu renklerin sembolize ettiği kişilerin, kavramların, öğelerin üstlendiği Kırık Beyaz’da iyiliğin kırılmaya başlamasıyla birlikte renkler de kırılıyor ve her şey gerçeğin rengi olan siyaha dönüşüyor. Bu geçişlerde metne müzik de eşlik ediyor. Müziğin Kırık Beyaz’a etkisinden söz edelim mi? 

Kırık Beyaz’ın tamamı iç seslerden oluştuğundan, anlatıcıların iç dünyalarının rengine ve bu rengin tüm tonlarına, karanlık, aydınlık, loş, parlak tüm hâllerine sirayet ediyor okur. Müzikse eksiği tamamlıyor, renkleri bütünlüyor, iç dünyanın tercümanı oluyor. Tüm romanlarımda müzik hayati bir önem taşır. Bazen bir insanı dinlediği şarkılar, kendi sözcüklerinden daha iyi anlatır. Dinlediğimiz şarkılar, kendimize bile itiraf edemediğimiz, dile dökemediğimiz duygularımızı, düşüncelerimizi saklamaz mı? Sevdiğimiz şarkıları dinleyerek kendimizi kâh tanımaya kâh hatırlamaya çalışırız. Roman kahramanlarımın hikâyelerine eşlik eden şarkılar onların ruhunu mırıldanıyor. Ve daha hayatisi, onları gerçeğin siyahlığından kurtarıyor, özlerindeki renge tutunmalarını sağlıyor.

A.E.: Üçüncü romanınız Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da İstanbul, romanın merkezinde, büyük bir dönüşümün kalbinde yer alan özel bir mesele olarak değerlendirilebilir. Gerek Ölüyordum, Geçerken Uğradım gerekse ana çerçevede İstanbul sizi ve yazınınızı nasıl besler? 

Hayran olduğumuz film artistlerini hep en güzel hâlleriyle görürüz. Bizim için o, şimdi ne kadar yaşlı ve başka da olsa hep o en güzel hâlindedir. Ona duyduğumuz tutkulu sevgi, onu, en sevdiğimiz hâliyle görmemizi sağlar. Sevdiklerimiz için durum biraz farklıdır; gözümüzün önünde yaş alırlar, değişirler ve biz onları hep şimdi oldukları hâlleriyle severiz. Biliriz ki yarın da onları yarın alacakları hâlleriyle seveceğiz. Sevemeyeceğimiz bir hâl de alabilirler tabii, o vakit sevgimizi, çiçek toplar gibi şimdiki zamandan toplayıp, bir geçmiş zaman sandığına kaldırıp, orada saklarız. Ne var ki hayranlık duyulan bir yıldızı daima en parlak hâliyle görür ve severiz. Şimdiki hâline dair ne bilirsek bilelim, görmeyi tercih ettiğimiz onun parıltılı hâlidir. Onun güzelliğini, ihtişamını, eşsizliğini sorgu sual etmeyiz. Benim için İstanbul, sanki sessiz sinema çağından hayranı olduğum bir film aktristi. Onun o benzersiz yıldız olduğuna eminim. Ona ne zaman baksam, yorgunluğuna, yıpranmışlığına, kederine rağmen onu en güzel hâliyle görüyorum. Benim şu hayatta tüm derdim güzelliği bulmak. Yaşamak için ihtiyaç duyduğum her şey güzelliğin bağrında saklı. Bu yüzden İstanbul, bana hâlâ o en güzel hâliyle görünerek peşinden koştuğum anlama taşıyor beni sularında. Yazdıklarım, güzellik arayışımda çıktığım seyahatlerim. Bu yüzden İstanbul sokaklarında yazmayı çok seviyorum. Aradığım şeyi sözcük kılığında bulabiliyorum bir İstanbul vapurunda, tepesinde, kıyısında. Dilimi, İstanbul’u İstanbul yapan o muhteşem edasını izleyerek keşfediyorum. Bir müziğe söz yazar gibi, İstanbulca kuruyorum dilimi. İstanbul’un mavisinin kâh kaskatı kâh yumuşacık adımlarına, sokak çocuğunun gür nidalarına, insanının yenidoğanvari figanına, güneşinin kadim türküsüne, ayının çılgın sayıklayışlarına, lodosunun bluesvari ezgisine, martısının inleyen mırıltısına, her nevi aracının dinmeyen konçertosuna en çok da geçmişinin uğultulu ninnisine söz yazan bir güftekârım. Dilim, İstanbul sayesinde tanıdığım, öğrendiğim, keşfettikçe büyülendiğim, büyülendikçe doyamadığım, arayıp durduğum güzelliğin toprağında açan bir meyve ağacı. Her bahar, ağacımın meyvelerini koparıp, tadına bakan bilir ki bu benim dilim. Her eserimde arzu ederim ki daha leziz, daha renkli, daha canlı bir güzelliğe erişsin ama hep benim ağacıma ait kalsın dilimin meyveleri. Şüphesiz bu meyvelerin çekirdeğinde İstanbul’un güzelliği gizli. İstanbul’a baktığımda gönüllü bir körlük, ısrarcı bir inanç ve tutkulu bir aidiyetle gördüğüm güzellik.

A.E.: “Türkçenin yüzyıl içindeki evrimi/değişimi” de sizin Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da tartışmaya açtığınız başlıklardan biri. Yazar olarak sizin bu konuya ayrıca değinmeniz, ayrı bir değer atfetmeniz dikkat çekici. Bu noktada dil ve dil tartışmaları sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Türkçenin yüzyıllık süreç içerisinde geçirdiği evrim sizin dilinize ve romanınıza neler kattı? 

Romanın kapsadığı yüzyıllık süreçte evine kapanıp münzevi hayatı süren Nafiz’in 30’larda kalan Türkçesi ile yaşama karışarak hikâyesini sürdüren Mahur’un zamanla beraber dönüşen Türkçesini bir arada tutuyor Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ın ikili anlatımı. Aşkın akıl almaz değişmezliğiyle şehrin akıl almaz değişkenliğinin tezatı üzerine kurduğum romanımda iki sevgilinin ayrı zamana ait dili, hikâyelerinin aynı zamana ait olamayacağını söylemenin yollarından biriydi. 

Yaşayan, nefes alan bir sihir, dil. Gelin görün ki dilin de bir hafızası var. İhtiyar bir dil ancak ona kendisi hatırlatıldığında gençleşip gelişiyor. Değişmeye değer gördüğü anlarda değişiyor dil. Değişmekten ziyade özüne sadık kalarak gelişmek onu canlı tutuyor. Bir diğer deyişle, kişiliğini korumak canlı tutuyor dili. Söylediği sözün farkında olan, kendini ifade ederken alışılagelmiş deyişler yerine kendine ait bir söyleyişi arayan, kökünde kalp anlamı da taşıyan dilin, kalbini var edecek, yaşamını belirleyecek maya olduğunun bilinciyle düşünen, dinleyen, okuyan ve konuşan, dile emek veren ve özen gösteren insanlar dilin kişiliğini koruyor. Dili ayakta tutan, koruyup kollayan ufarak bir azınlık; laf değil söz söyleyen insanlar. Çoğunluk, dilin dönemlerini belirlese de ona can katmayabiliyor. Yabancı dilden devşirme abuk sabuk sözcükler dili zenginleştirmiyor, bilakis dili kendine yabancılaştırıyor. Halbuki biz, konuşarak, düşünerek, yaşayarak dili kendisiyle barıştırmalıyız. Ne hissettiğimizi ne düşündüğümüzü anlayabilmemiz için evvela iç sesimizin çıktığı dilin ciğerini bilmeliyiz. Kendimizi tanıyabilmemiz için önce dilimizi tanımalıyız. Dil öyle olduğu için biz de öyle olmamalıyız; dil bizim en güvenilir yol arkadaşımız olmalı, bizim özümüzü keşfetmemize kılavuzluk etmeli. Biz böyleliğimizi dilin öyleliğiyle kavramalıyız. 

Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da Nafiz sayesinde o şairane eski sözcüklerle yazma şansı sundum kendime. Eski sözcüklerdeki zekâ, incelik, işçilik zamane sözcüklerinden katbekat alacalı. Ve fakat ben size diyemem ki en güzeli eski sözcükler; hayır, ben daima yaşayanın, nefes alanın yanındayım. Beni besleyen, bana can katan canlılığın kendisi. Yaşayan sözcükler benim kıymetlilerim. Ancak bu demek değil ki ben yalnızca bugünün sözcükleriyle ifade ederim kendimi. Benim en sevdiğim sözcükler zamansız sözcüklerdir. Bu sözcüklerle bulurum yolumu ve yine bu sözcüklerle inşa ederim var oluşumu. Beni ben yapan dilimi bu sözcüklerle kararım. Eski ama eskimemiş, yeni ama bilge sözcüklerin cümbüşüne dalıp oyunlar oynarım. Ama asla unutmam; benim dille oynadığım oyunların bin âlâsını dil benimle oynar. Dilin insana kendini sınatan tuzaklarla dolu oyunlarını fark edince, hakikatin ve güzelin diline kaçıp arınırım. Dilin iyicil oyunlarındansa güç, neşe, cesaret bulup, onunla iki ayyaş gibi gece gündüz dil divaneliği eder dururum.

Can Gürses

İpek Bozkaya: Edebiyatın politik olarak bir şeyi önermesi misyonu bu söylem alanını çağlardır çeşitli yazarların bu uğurda başvurabileceği bir kapı haline getirdi. Son romanınız Bir Ömrün Takvimi’nde Görünmez Ada ile ilk elden kendini vermeyen fakat derinlemesine bir okumada kendini gösterecek politik bir söylem de görüyoruz. Bu romanın dünyayı değiştirici bir şeyler önerici bir duygudan ivmelendiğini söyleyebilir miyiz? 

Görünmez Ada benim kurduğum bir hayal; ideal ülkemin hayali. Bir Ömrün Takvimi’nde bu hayali paylaşıyorum. Ancak tüm inceliğini ve nefasetini resmettiğim ütopyadan farksız hayalimin hayata uygulandığında kusursuz olamayacağına dair duyduğum gerçekçi endişeyi ve insancıl önseziyi de Mimo’nun hikayesiyle açıklıyorum. İnsan hikâyesi anlatan her eser politiktir. Bu dünyaya gelmiş bir insanın varoluşu bireysel bir resimse, yaşamı toplumsal bir resimdir. Politika dediğimiz şey insanın ait olduğu büyük resmin üslubudur. Politika, portrenin fonudur, manzaranın kadrajıdır. Bu dünyada geçen bir hikâye anlatıp da politik olmamak ne mümkün! Ingeborg Bachmann’ın sık sık alıntıladığım o sözü ne kadar da doğrudur: “Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” İki insanın ilişkisini kuran tüm değerlerin üslubu, onların ruhlarının rengini açık eder. İnsan duygularının her cinsini yansıtan bu renkler dünyayı bildiğimiz, yaşadığımız dünyaya boyar. Sevgi de nefret de kardeşlik de düşmanlık da barış da savaş da iki insan arasında doğar. Toplumu bir aile sofrası olarak gören ilk romanım En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın da bu inanca dayalıydı. Ve tüm romanlarım, anlattığı kişilerin kurdukları ilişkilerin üslubunu, ait oldukları büyük resmin üslubunun bir sonucu yahut bu üsluba başkaldıran bir nevi şahsına münhasır üslup olarak işler. 

Dünyaya gelmiş her insanın canına karşı birçok görevi var. Bu görevlerin en hayatisi devrim olmak. Herkes, mizacı doğrultusunda devrim olmalı. Hele böyle bir toplumda. Benim mizacım, tek kişilik bir devrime müsait. Kalemimle kâğıdım tek yoldaşlarım. Her romanım benim devrimim. Can okurum, bu devrime katılıp onu büyütüp, güzelleştirip, hayata dönüştürsün isterim. Önce kendi varoluşunu sonra ait olduğu hayatı değiştirip daha iyisini daha güzelini daha dürüstünü kurmaya can atsın ve davransın isterim yazdıklarımı okuyanlar. Devrim, yapılarak olunan bir şeydir. İnsanı özüne layık özgür bir insana dönüştürür. Daha güzeli, insanı insan yapar devrim olmak. Devrim olabilen, özgürlüğünü ve böylece insanlığını kazanır. 

İ.B.: Bir Ömrün Takvimi’nde Mimo’nun dünyayı göreceği ve değerlendireceği bir sanat ve alan olarak fotoğrafı seçmesinin sizin edebi üslubunuza da katkısı oldu mu yahut fotoğraf sanatının bağlantısını dilinizde nasıl yaptınız? 

Mimo yalnızca mutluluğun, umudun, neşenin fotoğrafını çeken bir fotoğraf sanatçısı. II. Dünya Savaşı’nda Leningrad Kuşatması’nda gördüğü acının fotoğrafını çekmeyi reddetmiş, ancak umutlu anların fotoğrafını çekmiştir. Sanatçı neyi görmek istiyorsa onu gösterir. Gözleri, görmek istemediği ama görmek zorunda kaldığı sayısız hakikatle bilenmiştir. Gözlerinin bakışı onun üslubudur. Gösterdiği şeyi gösteriş şekli onun sanatıdır. Gözlerini alabildiğine açar ve gözünün içine bakılmasını bekler sanatçı. Gözlerinin içinde kendini görecek bir başka insanı arar. Bir sap gül verir gibi görüşünü verir gözlerinin içine bakana. Bir insanın neyi nasıl gördüğünü dile getirmesi bir sırrını paylaşmaya eşdeğer bir cesaret gerektirir. Sanat bir sırrı paylaşmaktır. Fotoğraf da edebiyat da resim de içi dünyayla dolmuş gözlerin şeklinden şekle girerek içini dolduran dünyayı binbir düşünceyle yoğurup sil baştan doğurmasıdır. Gözlerin yapıp ettiğidir sanat, bilhassa resim, fotoğraf ve edebiyat. Görülen daima görenin eseridir. Bu üç sanatın en can alıcı ortaklığı ise eseri yaratan gözlerin görünmeyişidir. Fotoğrafçı da yazar da ressam da görünmez, oysa eserleri kocaman açılmış gözleridir. Sanatçıların gözlerinin kendilerine has bakışları, eserlerini görünür ve ölümsüz kılarken onları görünmez ve yeniden yarattıkları her dünyaya karşılık biraz daha ölümlü kılar. Sanat, sanatçının ölüme kafa tutuşudur. Sonunda sanatçı bu dünyadan göçse de ölüme karşı galip gelir. Çünkü ardında capcanlı bir parçasını bırakır; gözlerinin bakışını bırakır. Eserlerini sonsuza dek yaşatan gözlerinin bakışıdır. 

Can Gürses, 

14 Mart 2023, 

Moda, İstanbul.