Dilek Sarıboğa
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, Can Gürses’in ilk kez 2014’te yayımlanmış olan ilk romanı. Roman adından çağrışım yaptığı üzere bünyesinde içlenme, dert yanma ve en önemlisi kırgınlık duygularını bir aile sofrasında topluyor. Yetişkinlerin birey olma, aileyle-çevreyle çatışma hikâyeleri, çocukluk anıları, maziye ve mazideki aileye özlem gibi meseleleri ele alıyor roman. Bunu yaparken de sanattan, edebiyattan, siyasetten, İstanbul’dan ve insani meselelerden parçalar seriyor.
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, bir yemek salonunda yemek masası etrafında geçen bir sahneyle başlıyor ve neredeyse romanın sonuna kadar, bütün olaylar bu akşam yemeği boyunca cereyan ediyor. Masada Edibe Hanım, oğulları, torunları, gelinleri ve Türkiye’ye henüz dönüş yapmış kızı Koza ilk kez bir arada. Koza, 12 Eylül olaylarında Paris’e kaçmış ve 27 yıl sonra evine, ülkesine dönmüş biri, bu yemek de esasında Koza’nın dönüşünü kutlamak için tertip ediliyor. Artık yetişkin olmuş, yolları ve kişilikleri birbirinden ayrılmış olan çocuklarını bir arada tutmak isteyen Edibe Hanım, Koza’nın dönüşüyle ailesi için yeni bir başlangıcın kapısını aralamak istiyor.
Edibe Hanım’ın ailesi başka bir tabirle Deryadil ailesi orta-üst sınıfa mensup; farklı sanat alanlarında, entelektüel faaliyetlerle yaşamını sürdüren bireylerden oluşuyor. Belki bu sebeple romanda karşımıza çıkan problemler daha çok anlaşılmakla, kendini ifade edebilmekle, sözle söylenmeyip biriken duygu yükünü açığa çıkarmakla ilerliyor.
Bu noktada romanda anlatıcı meselesi dikkat çekici bir konumdadır. Romanda anlatıcı devamlı olarak değişir, masada oturan herkesin -hatta evde bulunan yıllanmış eşyaların- iç sesleri anlatıya yön verir. Karakterlerin her biri, birinci tekil şahıs olarak düşüncelerini paylaşır, böylelikle roman çoksesli ilerler. Karakter yoğunluğundan ötürü romanda anlatıcıları tespit edip birbirinden ayırabilmek biraz güçlük katan bir detay olmasına karşın biraz da farklılık katıyor romana. Çünkü hangi karakterin anlatıcı olduğunu ancak anlattıklarını dinledikten sonra seçebiliyoruz, kiminle konuştuğumuzu bilmeden ahizeyi kaldırıp konuşmaya başlamışız gibi hissediyoruz okur olarak. Her anlatıcı da kendi hayatına özgü dertleri, farklı eğilimleri ve düşünceleri romana yeni bakış açıları katıyor. Burada yazarın farklı yaşlarda, cinsiyetlerde, mesleklerde olan karakterlerin psikolojik betimlemelerini ustalıkla sunabilmesi dikkate değer.
Burada romanın en ayırt edici özelliklerinden biri, bölümlerin adını sofrada bulunan bir yemekten almasıdır. Sofrada, yemeklerden her birini sevmeyen bir karakter vardır ve o yemeğin adını taşıyan bölümde, yemeği sevmeyen kişinin bahsi geçer. Romanın üzerinde durduğu meselelerden biri de budur; birini tanımak istediğimizde ekseriyetle neleri sevdiğiyle ilgileniyoruz ancak bir yemeği, bir müziği, bir rengi sevmek yeterince ayırt edici bir bilgi vermiyor karşımızdaki hakkında. Zaten bir şeyi sevmek için bir sebebe ihtiyaç duymayız ama bir şeyi sevmiyorsak bunun mutlaka bir sebebi vardır. Yani sevilmeyen şeyle kişi arasında bir bağlantı bulunması kaçınılmazdır.
Romanda Can Gürses farklı anlatıcılar arasına, Edibe Hanım’ın eşyalarını da dâhil eder; edebiyatımızda yiyeceklerin ve eşyaların kurguya bu kadar dâhil olduğu ve öne çıktığı metinlerden biri olarak, bu detaylar biraz Masumiyet Müzesi’ni hatırlatıyor. Ancak Masumiyet Müzesi’nden farklı olarak En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’da eşyalar ve yiyecekler bir duyguya aracılık etmekten öte romanda bir karakter kadar öne çıkıyorlar. Romanda Edibe Hanım’ın evinin sarı duvarları, işlemeli masa örtüsü, cam sürahisi, antika aynası gibi yıllanmış eşyaları roman birer anlatıcı kimliğine bürünür, ailenin hikâyesini bir de onlardan dinleriz. Bu anlatıcılar kişilerden farklı olarak daha nesnel yaklaşır olaylara, duygulardan azade seyircileri gibidir Deryadil Ailesi’nin. Ancak Edibe Hanım için ev bizzat ailenin bir ferdi gibidir:
“Benim hayatım bu evin hayatıdır. Beni benim anlatmamdan çok bu evden gelip gidenlerin anlatması doğrudur. En çok da bu evden gidip bu eve dönenin anlatması.” (s.39)
Aileyle en güçlü bağ çocukluk döneminde, kendiliğinden kurulan sevgi dolu bir bağdır. Romanda da çocukluk anıları ve eski mutlu anların nostaljisi ön plana çıkar. Edibe Hanım’ın oğulları Korkmaz, Yılmaz, Hicaz; kızı Koza; torunları Kıvanç, Semih, Haziran, Kor ve Mine… Tüm bu karakterler konuşmaya devamlı olarak çocukluk anılarına özlemle başlayıp devamında ergenlik ve ilk yetişkinlikte aileleriyle kopma süreçlerini tahlil ederler. Çocukluktan bugüne geçen zaman içinde kendilerini bugün oldukları kişi hâline getiren yaşadıkları ve ailedeki diğer üyelerin bunlara tutumları üzerine bir hesaplaşma niteliği taşır romandaki iç sesler.
Romanda zaman yatay ve dikey olarak işlenir. Bir yandan karakterler birer birer anılarını anlatırken bir yandan da masada, gerçek zaman akışında akşam yemeği masasında sohbet devam eder. Bu sohbet ekseriyetle Edibe Hanım’ın gayreti evine dönen Koza’yı memnun etmek ve aile bağlarını güçlendirmesi için önemlidir. Ancak bir ömrü ailesinden ayrı geçiren Koza’ya kardeşleri geçirdiği zaman hakkında hiçbir şey sormaz, sanki yıllardır yanlarındaymış gibi ya da varlığıyla yokluğu arasında bir fark yokmuş gibi davranırlar. Sessizlik de bazen bir tepkidir ve Koza’ya karşı bürünülen bu sessizlik, onun kadın başına girdiği bu yola ve kişiliğine saygı gösterilmediğinin bir karşılığı gibidir.
Kadınlık olgusundan bahsetmişken, romanda verilen mesajlardan biri de kadınlara bakış açısının her zaman sosyal sınıfla, kişinin eğitim düzeyiyle doğrudan bağlantılı olmadığıdır. Burada göze çarpan bir detay da bir erkeğin bunu her zaman sesli söylemediği, açık fikirli görüntüsünün altında bazen içten içe ilkel bir algıya sahip olabileceği ihtimali oluyor. Sözgelimi romanımızda Edibe Hanım, orta-üst sınıfa mensup, modern bir hayata ve algıya sahip bir dansçıyken yetiştirdiği oğulları Korkmaz ve Yılmaz avantajlı bir kesime mensup olmalarına rağmen erkekliğin zayıf yanlarından nasibini almış insanlardır. Korkmaz bir akademisyen olarak kadından/eşinden beklentisinin evine bakması, çocuklarını iyi yetiştirecek bir anne olmasını açıkça söylerken Yılmaz’da durum daha farklıdır. Yılmaz da bir yönetmen ve kadınlarla iletişimi abisine göre daha iyi biri olarak sesli söylemese bile erkeklerin çeşitli sebeplerle kadınlardan üstün olduğu algısına sahip biridir:
“Hem niye kıskanacakmışım kadınları? Benim kıskandığım erkeklerdir; erkeklerin gözbebekleri! Benim görebildiğimi görme ihtimalleri kudurtur beni. Öyle kadınlara başrol vermeyişim, göz önüne kaşla göz arasında getirişim bundan değil de neden!
“Sinema seyircisini kadın olarak tahayyül edemem ben. Gözetleyen biri varsa muhakkak erkektir. Ben kadınlara film yapmam, erkeklere yaparım. Erkekler bana hayranlık duymalı ki ben aşağılık kompleksi duymayayım. Çoğunluğun bir üyesi olarak çoğunluktan, erkeklikten üstün olayım.” (s.57).
Bunlarla birlikte, romanda kullanılan duru, şiirsel dilin anlatımı güçlendirmesi romanın akışı açısından oldukça önemli. Kaynağını farklı sanat dallarından, bilhassa şiir ve müzikten alan bir roman olan En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, yoğun olarak farklı duyulara hitap etmek üzere tasarlanmış. Müzikler, sesler, renkler, tatlar hepsi farklı duyguları temsilen ortaya atılmış, her biri parça parça öne çıkarılıyor. Romanda fonda Türk sanat müziğinden, Yunancadan, İngilizceden şarkılar ve bunlar üzerine sohbetler iç içe geçmiş bir kültür mozaiğini karakter mozaiğine uyarlıyor. Bu noktada Doğu-Batı ve farklı kültürler temelde sanat konusu etrafında bir araya gelmiş; özelde de farklı yaşam tarzlarını karşılaştırmaya imkân sağlıyor. Baktığımızda başta ailenin annesi Edibe Hanım da gençliğinde hem bale hem de modern dansla meşgul olmuş, sanatı her dönemiyle her dalıyla hayatının bir parçası görüyor, bir yandan ailesinin de içten içe böyle bir hayat sürmesini arzu ediyor:
“Sanatı hayatla bir görmemeli. Sonra kendime dönerim. Ben ayrı mı görürüm hayatımı sanattan? Bedenimin konuştuğu dil, kurduğu cümleler hayatımı anlatmadı mı? Sanat hayattan ayrı düşemez, ya sanatçı? Sanat üreten sanatçı yaşamın içinde sıradan kalabilir mi?” (s.37)
Yazarın farklı duyulara hitap ederken başvurduğu bir diğer yöntem ise renkleri çeşitli duygularla, karakterlerle özdeşleştirerek tıpkı eşyalarda ve şarkılarda olduğu gibi renkler üzerine çağrışımlar yaratmaktır. Romanda öne çıkan renkler arasında en belirgin olanı gülkurusudur. Koza’ya annesi bir gülkurusu pantolon alır, Koza Fransa’ya kaçtığında da o pantolon üzerindedir, 27 yıl sonra geri döndüğünde de… Gülkurusu Koza’nın gençliği gibidir. Yine evin sarı duvarları üzerine bir hikâye anlatılır, o duvarlar da Edibe Hanım’ın evinin yaşanmışlığını ifade eder. Romanda sevilen ve sevilmeyen şeyler (eşyalar, yiyecekler, müzikler, renkler) kişileri tanımamız için paylaşılan ipuçları gibidir. Bu noktada yine Koza’nın hangi rengi sevdiği başka bir deyişle hangi rengin Koza’yı yansıttığı bile onun kim olduğunu gösterir:
“Koza Fransa’dan gönderdiği mektuplarında uzun yıllar çıkarmadığı yeşilden vazgeçip bordoyu sevmeye ve bordoya bürünmeye başladığını yazmıştı. Gençliğinde Koza, nam-ı diğer kızıldı. Kırmızıyı sevdiği olmamıştır hâlbuki. Koza hayatta en bol olanı, en doğal olanı sevegeldi: insanı ve yeşili. Demek sonra bordoyu… Kim bilir bordoda ne sezdi? Nasıl koktu bordo ablama?
Romanda müzik, dans ve sinemadan ayrı olarak en çok öne çıkan sanat edebiyattır. Hicaz’ın şair, Koza’nın çevirmen olması sebebiyle meslekleriyle bağlantılı sohbetlere girmeleriyle birlikte birçok şaire, yazara ve esere göndermelerle ilerler roman. Bilhassa Edip Cansever, Turgut Uyar, Tomris Uyar, Sait Faik, Tezer Özlü, Orhan Pamuk alıntılarıyla anlatıya mozaiğin parçalarıymış gibi dâhil olurlar bu sebeple alıntılarla romandaki kahramanların ifadelerinin harmanlandığı noktalarda metinlerarası bir geçiş söz konusudur.
Yalnız romanda sevilenler kadar sevilmeyenlerin de, sevilmeme sebepleri üzerinde durulduğundan bahsetmiştik. Sofrada edebiyat üzerine bir sohbet esnasında Korkmaz, Orhan Pamuk’un adını vermeden ve romanın adını da anmadan Beyaz Kale romanı hakkında fikirlerini paylaşır. Romanın akışında edebiyatın, müziğin koşulsuz saygı duyulması anlayışını sarsmakta, sanatın herkeste aynı izlenimi bırakmadığını göstermesi açısından önemlidir:
“Hâlâ şu Nobel alan herifi konuşuyorlar. Bok var sanki Nobel’de. Kalıbımı basarım jüri herifin kitaplarının tümünü okumamıştır. Kurnaz adam işte aklını heba etmek yerine kullanmış. Gâvurdan nasıl ödül alırsın? Kafanı gâvurcaymış gibi yaparak. Yani tam da edebiyat yaparak. Uydurukçusun yani, yazarlık başka nedir ki?” (sf.122) “Şimdi kitapta bir hoca var bir köle. Hoca bizim buralı, köle Gâvuristanlı. Bunlar kitabın sonunda birbirleri oluyorlar.” (s.123)
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, lirik ve hüzünlü anlatımıyla bir aile, Deryadil ailesi, üzerinden aile ortaklığının hayattaki seçimlerimiz, birey olma serüvenimiz ve kendi kimliğimizi yaratmak adına içinde bulunmak zorunda kaldığımız çatışmalara dikkat çekiyor. Aile figürünün varlığı olduğumuz kişiyi yaratmamızda ne kadar etkili, çocukluğumuzun ve ebeveynlerimizin karakterimiz üzerine olumlu/olumsuz etkilerini seriyor metin. Bunu yaparken dili oldukça akıcı kılıp, meselelerini güncel hayattan, sanattan, edebiyattan alması da biz okurların metne ilgisini artırıp kendimizden bir şeyler yakalamamıza imkân sağlıyor.