
Başkalarının Tanrısı, ilk kez Nisan 2022’de Can Yayınları tarafından yayılandı. Mine Söğüt, diğer romanlarında yer verdiği biçimsel farklılıklara burada yer vermemiş, 1’den 48’e kadar numaralandırdığı kısa bölümlerle hikâyeyi kurgulamıştır. Bu biçim tercihi, hikâyeleri anlatılan beş insanın yaşamlarından vurucu sahneleri kısa bölümler hâlinde okumamıza olanak sağlar.
Efsun Abla, Hülya ve Adnan Abi, gecelerini bir kahvede geçiren, gündüzleri ise dilenerek ya da bedenlerini satarak geçinen evsiz insanlardır. Bir gün, bir daha geri dönmemecesine evinden çıkan Musa, -kendisi bir gökdelenin otuz beşinci katında çalışır, yüksek güvenlikli bir sitede yaşar, karısı ve çocuğu vardır- tam intihar edecekken Efsun’un tesadüfen onu görmesiyle bu evsiz insanların hayatına dâhil olur. Matruşka, Musa ile Efsun’un sokakta tesadüfen bulduğu yeni doğmuş bir bebektir. Efsun Abla eskiden, Hülya halihazırda bedenini satan insanlardır. Adnan Abi kendi geçmişine dair hiçbir detay hatırlamaz; onun eskiden kim olduğunu, hangi mesleği yaptığını ise konuşmalarından, olaylara yaklaşımından yola çıkarak tahmin etmeye çalışırlar.
Bir arada yaşayan bu insanlar roman boyunca iyilik-kötülük, tanrı-tanrısızlık, kimlik, aidiyet, zaman ve mekân kavramlarını tartışırlar.
Romanın anlatıcısı Musa’dır. Onu Şair Musa olarak tanırız. Geçmiş hayatını tamamen terk etmiştir fakat şiir yazmaya devam eder. Roman dilinin şiirselliği belki biraz da buradan gelir, âşık bir adamın anlattığı hikâyeyi okuruz aslında. Musa Efsun Abla’ya olan aşkını, onun efsunlu/sihirli biri olmasına bağlar. Aralarındaki yaş farkı onun için bir engel değildir, keza Efsun Abla da içten içe Musa’yı sever. Evini terk eden bir insan olarak Musa, geri dönememesinin sebeplerini şu cümlelerle açıklar:
“Eğer sizinle karşılaşmasaydım, eğer Efsun Abla’ya kapılmasaydım, eğer Matruşka’nın sorumluluğunu almasaydım, eğer Adnan Abi olmasaydı, eğer sen de o kısık sesin ve kocaman gözlerinle kalbimi çalmasaydın, dönerdim belki. Ha bir de bir adam öldürmüş olmasaydım. Dönerdim. Ama artık dönecek bir yerim yok benim. Çünkü dönersem bir hikayem yok. Anlatacak hikayesi olmadan terk ettiği yere dönemez insan.” (sf. 63)
Şair Musa kendi evini, işini, ailesini, tüm o “kişiye yetmesi beklenen yaşamı”, sıkışıp kaldığı dar alandan kurtulmak için terk etmiştir. Geride bıraktığı insanların, o gittikten sonra onsuz bir yaşama kolayca adapte olduklarını bilir. O; kapitalizmin, insanlara kendilerini iyi bir iş, iyi bir ev ve yaşam vadederek, kişiye kendini iyi hissettirerek köleleştirdiği sisteminden kurtulmak isteyen biridir. Kendi yaşamına da son vermek istemiş fakat başaramamıştır. Kişinin, var olan düzenini terk edip intihar edecekken, bunun yerine sokaklarda yaşamaya başlaması kendi tercihidir ve bunu hür iradesiyle gerçekleştirebilir elbette. Sıkışıp kaldığı monoton dünyadan ayrılarak anlatmaya değer bir hikâye yaratmak istemektedir. Musa, daha romanın ilk sayfasında, hayat kaygısıyla güne başlayan, zamanın farkında olmayan diğer insanlar ve onların zaman algısı üzerine düşünür.
“Benim ne geç kaldığım bir işim var, ne de bir telaşım. Vapur iskelesinin yanındaki taşlığa çömelmiş karşı kıyıya, o görkemli saraya bakıyorum, yanımdan geçen insanlar saatlerine bakıyorlar. Ben o sarayın bir zamanlar birilerinin evi olduğunu düşünüyorum, onlar evlerine dönme saati geldiğinde vapurun çalışıp çalışmayacağından endişeleniyorlar. Ben doğumu ve ölümü düşünüyorum, onlar hayatta kalmanın yolunu. Benim aklımda olanlar ve olmayanlar, onların aklında olacaklar ve olmamışlar. Ben hep şimdiki zamandayım, onlar hep gelecek zamanda.” (sf. 9)

Şair Musa, evinden ayrılarak sorumluluklarından sıyrılmış, özgürlüğe erişmiştir. Sokakta yaşamak onun için sadece şimdiyi düşünmenin kaygısını barındırır. Bunu haricindeki iş, aile, geçim sıkıntısı gibi gündelik konular onu ilgilendirmez. Evini terk ettiği son günü tekrar tekrar düşünüp evini terk etmenin ne denli cesaret gerektiren bir iş olduğunu okura aktarır. Musa için, içerisinde dönüp durdukları kapitalist sistemi terk etmek, döngüyü kırmak bir cesaret işidir. Kabuğu kırıp evini terk edersen başına müthiş şeyler de gelebilir ona göre. Onun için şimdiki zaman, sahip olabildiği her şey demektir.
“Her birimiz, bu döngünün dışına çıkarsak hayatta kalamayacağımızdan adımız gibi eminiz. Döngünün içinde olmakla dışında olmak arasındaki farkı düşünmek için ne zamanımız var ne de cesaretimiz. Ama heyula gibi korkularımız var. O döngüden çıkacak olursak başımıza korkunç şeyler geleceğinden eminiz de muhteşem şeyler de olabileceğini aklımız almıyor.” (sf. 24)
Şair Musa’nın bahsettiği muhteşem olay âşık olmak ise bir insanın en azından yaşamını devam ettirebileceği bir evinin olması -her ne kadar vahşi bir sistemin içindeki köleler gibi de olsa- tüm bunları terk etmekten daha mı iyidir?
Öte yandan diğerleri; eski orospu Efsun Abla; hafızasını kaybedince kendisini sokakta bir bankta bulan, kim olduğunu bile bilmeyen Adnan Abi; bedenini satarak yaşamını sürdüren Hülya ve sokağa atılmış halde bulunan Matruşka kendilerini bilinçli olarak sokağa atan kişiler değildirler. Onlarınki öteden beri süregelen bir evsizlik ve kimliksizliktir.
Yaşadıkları kahvehanenin yıkılması gündeme geldiğinde yeni bir mekân arayışı gündeme gelir, terk edilmiş bir ev bulup orada yaşamak isterler. Şair Musa, Haliç’in öbür tarafına geçip ev bulmak için Galata’ya doğru yokuş tırmanır. Hatta eski bir ev bularak iç avlusundaki zeytin ağacının altında bir süre uzanır. Musa diğerleriyle yaşamaya devam etmek ile o evde yalnız başına kalmak arasında ikilemde kalır. Burada kişinin yalnız olmak ihtiyacı ile bir gruba dahil olmak isteği çatışmaktadır.
İstanbul’un içine çekip görünmez kıldığı bu insanlar başkalarının gözünde zaten hep orada olan ya da hiçbir yerde olmayan, tüm dünyanın içinde ama kuytu köşededirler. Kahvenin yıkılması, kentsel dönüşüm ile birlikte yaşadıkları kuytu köşelerden de olan toplum dışındaki bu insanların evsizliğini ve dışarıda ne şekilde bir yaşam sürdüklerini de okura gösterir. Sokakta önlerinden öylece geçip giden insanlar, onların varlığının farkında bile değildir.
“Bir çocuğu bir şehre sevdirmek, bir şehri bir çocuğa sevdirmekten neden daha zor?” (sf. 43)
Bu cümleler, İstanbul’un kuytu köşesinde yaşayan insanlarının şehirle kurdukları ilişkiyi özetler niteliktedir. Bir şehir yıkılarak insanları yaşadıkları kahveden ediyor; dönüşerek başkalarına yeni, konforlu yaşam alanları sağlamaya devam ediyor. Birileri hep elde ederken diğer kenardakiler, görünmeyenler yaşadıkları alanlardan oluyor.

Kırların Hatçe’nin hikayesi üzerinden ev içi şiddete maruz kalmış, sokağa atılmış, yaşamını zorluklar içinde bedenini satarak idame ettirmek zorunda kalan kadınlara da değinmiştir. Bilgisiz toplumların, bir kadının uğradığı şiddeti görmezden gelip “Orta Çağdaymışçasına” nasıl da damgaladığını ve yaşam alanından kovduğunu görürüz.
Şair Musa’nın işlediği cinayet, adaletin dahi kendi içlerinde sağlandığını, bir sevgiyi elde etmek için cinayetin meşru kılındığını, değer yargılarının diğer insanlardan çok daha başka olduğunu okura gösterir. Musa, polislerin peşinde olabileceğini düşünse bile kimse aslında onun işlediği cinayeti bilmemekte, umursamamakta, yargılamamaktadır.
Roman, bize anlatı boyunca bir tanrının kimin için Tanrı olabileceğini sorduruyor. Her şeyi elde etmek isteyen vahşi insanların tanrısıyla, sokakta yaşayan, önünden geçip gidilen, görmezden gelinen bu insanların tanrısı bir olabilir mi? Belki de Musa, bu soruyu kendisine sorarak içinde bulunduğu vahşi dünyadan, kabustan çıkmak ister. Yaşamın başka bir şekilde de var olabileceğini, sistemden çıkılabileceğini, kabuğunu kırabileceğini düşünür fakat buna cesaret edebilir mi?
Mine Söğüt, kahramanlarıyla ve diyaloglarıyla, okura fantastikle gerçeğin bir arada olduğu bir dünya sunarak aslında içinde bulunduğumuz duvarlardan çıkabileceğimizi ve kendi gerçeğimizi yaratabileceğimizi gösteriyor.