
İpek Bozkaya
“Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son parayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı.” (Hürriyet, 15 Mart, 2012)
Hayatın kurgudan hep daha ağır olduğu yıllardır söylenegelir. Şu da var ki, gerçeğin yanında gerçek olmayana bir kaçış alanı olarak edebiyat hayatın parodisini yaparken okuyucuyla bir sözleşme yapmaz. Sizi mutsuz ettiğini düşündüğünüz gerçek hayatın karşısında kurgunun muhayyel dünyasına kendinizi kaptırmak istediğinizde edebiyatın sizi mutlu etme sözü var mıdır? Dünyanın yükünü bütün ağırlığıyla hissettiğinizde kurgunun şefkatli ve yapay kollarında gerçeklikten uzaklaşmak istediğinizde edebiyat size böyle bir alternatif dünyanın garantisini verir mi? Edebiyatın sizi çiçekli bahar ülkesinde kelimeler şelalelerinde ahenk denizlerinde iyimser temalarla dolu bahçelerinde bir seyahate çıkaracağı sözü var mıdır? Velhasıl edebiyat travmayı tetiklerse edebîliğinden götürür mü? Ha keza travmatik edebiyat kanonu var mıdır? Yukarıda alıntıladığım on bir yıl öncesinin haberinin dehşetli evreni edebi forma bürünürse nasıl çeşitlenebilir? Tüm bu soruların cevabını Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikâyeleri’nin şiddet, tecavüz, cinnet, ensest, cinayet, intihar, delirme eksenlerinde gelişen evrenini muhatap alarak cevaplamak mümkün. Öyle ki, dünyanın kahrından bunalmış ve edebiyatta soluk almak isteyen dertli okurun salahı için kitabın başında yer alacak, kırmızı bir çemberin içine büyük puntolarla yazılmış “Dikkat: Travma Tetikleyebilir” uyarısı uygun mesafeden gerçekleştirilecek bir okuma eyleminin önlemini en başından almaya yaraması açısından önerilebilir.
21 öyküden oluşan; kapağından ve adından okuru tekinsiz ve kasvetli bir evrene çekeceği belli olan kitap aklın sınırları ve ölüm ekseninde sonu ataerkil toplum tarafından çizilmiş kadınların hikâyelerini anlatıyor. “Delirerek ölenlere” diye başlayan bu kitapta bu ibareyle delirmenin bir özgürlük alanı, bir meydan okuma olarak ele alınmadığını anlıyoruz. Delilik burada bir başkaldırı olarak çizilen bir yaşayış durumundan ziyade maruz kalınan bir alan. Deli Kadın Hikâyeleri şimdiye değin pek çok okur tarafından deliliğe düzülmüş bir methiye olarak okunmuş. Fakat burada buna itiraz ederek Deli Kadın Hikâyeleri’nde deliliğin bir kurtuluş ve kendi hakikatini üretme olarak ele alınmadığını, toplumun normlarından sıyrılmaya yarayan alternatif bir var olma hali olarak görülmediğini, aksine deliliğin sıkışmışlıkla ölüm arasında uğranacak son nokta olarak görüldüğünü belirmek gerek. Deli Kadın Hikâyeleri’nde bahsi geçen delilik, aklın normalliğini öneren ve savunan toplumun karşısında özgürleşme ve normlardan bağımsız hale gelmenin mekânı değildir. Meczupluk ya da mecnunluk bu delirmenin konusu değildir; delilik bir politik kaçış olarak Don Kişotvâri bir düzlemde değil, dünyada bulunmanın ve toplum denen şeye maruz kalmanın acısıyla Tezer Özlüvâri bir şekilde klinik eksendedir. Öyle ki Tezer Özlü’nün kaleminden bu iki çeşitli delirmeyi Leyla Erbil’e yazdığı mektuplarda şöyle okuruz: “Burası deli bir ülke, ama deliliği güzelleştirici değil, anlamsız ve katı, iliklerine kadar satılmış” diyorsun. Ne doğru.”[1]
Deliliğin güzellemesinin yapılmadığı ve delirmenin kendi hakikatini üretmek yerine verili hakikatle başa çıkamamanın neticesinde varılan durak olduğu bu kitapta aklın sınırlarının dışına çıkma deneyimi kadınlıkla kesişiyor. Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikâyeleri’nde delilik ve kadınlıkla kurduğu ilişki, gerçeğin şiddetinden ve delilikle varılan noktanın romantize ve estetize edilmemesinden dolayı da Sevim Burak, Tezer Özlü, Leyla Erbil gibi yazarların deliliğinden yine ayrı bir noktada konumlanıyor. Deli Kadın Hikâyeleri’nde deliliğin sunuluş biçimi olarak gelinen son nokta olan cinnet hali ve intihar, deliliğin rasyonelliğin karşısında değil, eril şiddetin karşısında konumlandığını gösteriyor. Hatta bu karşındalık haline içkin olan maruziyet durumu, kadın deliliğinin erkek yazar tarafından histeriyle ilişkilendirilen tarihini alaşağı ederek delirmeyi içeriden bir bakışla sunuyor. Yazarın ürettiği metnin, eril şiddetin hasebiyle oluşan intikam arzusundan ivmelenerek delirmenin sınırlarında dolaşılan bir üretim sürecinden geçtiği hissediliyor. Sanatın ve üretimin delilik ve dahilik arasında, ve ikisinden de eşit oranda beslenen bir süreç oluşu Mine Söğüt’ün hikâyelerinde, toplumsal cinsiyetin ve politik duruşun da ivmelendirmesiyle, edebi alanı şiddetli bir yaratımın mekânı olarak sonuçlandırıyor. Öyle ki hikâyelerin kasvetli, karamsar, dehşetli ve hazin atmosferinde dolanırken bu hikâyelerin tüketicisi olarak, üreticisinin deliliği edebi deneyime dönüşen bir alan olarak mı yoksa kurgu malzemesi olarak mı ele aldığı sorusu birkaç saniye de olsa zihni meşgul ediyor.

Deli Kadın Hikâyeleri’ni oluşturan 21 hikâyenin özeti ve yazarın anlatı stratejisi kitabın girişine konulan şiirde kısaca yer alıyor:
“Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım.
Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkum,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım.
İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı
atacağım.”[2]
Girişte yer alan ve metnin tamamına dair fikir verici bu şiirde geçen; hezeyan, kadınlık, lanetlenmiş[lik], saçlar, doğurmak, mahkûm, kaybetmek, mühürlü, yalnız, delirerek, kendini aşağı atmak gibi ifadeler yazarın kurduğu evrenin ve dilin ileride evrileceği kasvetli yapıyı gösteriyor. Annemin O Harikulade Saçları adlı ilk öyküyle mutsuzluğun ve sıkışmışlığın kapısı aralanıyor. Bu ilk öykü babası kardeşini öldüren, annesi intihar eden, delirmek üzere olan kadının öyküsü. Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat ise 77 yaşında, çocukları öldürülmüş bir annenin ölmek üzereyken sayıklamalarını; Kürt Kediler ve Çingene Kelebekler, paranoyadan muzdarip yaşlı kadının kendini ve evini ateşe vermesini; Hatmi Çayı, babası tarafından hiç sevilmemiş bir kadını; İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın, bileklerini keserek intihar eden şair kadını; İyi Geceler Ölü Kediler, annesiyle üvey babası uyurken ablası evlerini ateşe veren kadını; Maharetli Pembe El bileklerine kasap kancaları takarak intihar eden anneyi; Pencereler Kelebek Delileri Sever, kendini pencereden atan deli kadını; Sinekler Sevişirken, babası bacaklarını kesmiş, tecavüze kalkışmış, yatağa bağlı ampüte bir kadını; Vakvak Ağacı, nesiller boyu ağaçta kendini asan sülaleyi ve kızının kendini asması için pazardan ip alan anneyi; Veda Töreni, bileklerini keserek küvette intihar eden bir kadını; Vicdansız Bir Memlekette Öldüm Ben: yirmi yaşında kendini asan bir kadını; Ağacı Kayıp Parkta, kendisini denize atarak ölen kadını; Balon, oğlu hastanede yatarken intihar eden kadını; Aşkı Hikâye Yapan İmkansızlık Değil midir Anneanne?, önce karısını öldüren sonra kendisini asan bir babanın kızını; Parmaksız Yakup, anneannesi kendisini pencereden atan, annesi babasını bıçaklayan, annesi babasının suratına kızgın yağ atan, 27 yaşında bir adamı; Kendimi Neden Bu Şehirde Öldürdüm, bütün kadınlardan bir parça taşıyan, çocuk doğuran, öldürülen, ezilen, sevilmeyen, kendini öldüren bir kadını anlatıyor. Hikâyelerin bu şekilde özetlenebilecek bunalım ve dehşet dolu evrenleri, hikâye geçişlerindeki resimler ve şiirler ile boşluklarda bile nefes almaya mahal vermeyerek kitapta bir bütünlük olarak karanlığı sürdürüyor. Kadınları delirten, sevgisiz, eşit olmayan, eril ve kaotik bu toplumun sürüklediği psikolojik haller genelde öykülerde aile kurumunun iflasıyla veriliyor. Aile kurumunun delirttiği kadını öldüren toplum, kadını delirtmek suretiyle ailenin de temellerini sarsarak bu ilişkiyi sonsuz bir çembere hapsediyor. Öyküler -bir iki öykü haricinde- eşitsizliğin taraflı bakış açısıyla verilmesiyle, zarar görenin yalnızca kadın, zarar verenin de yalnızca erkek olduğu indirgemesiyle, genel manada toplumun topyekûn sorunlu mekanizmaları ve iktidar üzerine düşünmenin mümkün olmadığı bir ortamda sunuluyor. Aslında sosyal bir inşa olan cinsiyetin ikili yapısından azade bir eşitlik mücadelesinden bahis açabilmek için hâlâ kat edilmesi gereken yol olduğunu söyleyen bu hikâyeler şiddet ve kurban olmak, kadınlık ve maruz kalmak eksenlerinde genişliyor.
Türk edebiyatında kadın ve delirme arasındaki ilişkinin Tanzimat edebiyatından başlayarak günümüze değin şiddetini nasıl arttırdığı ve bu artan şiddetin aynı oranda edebi düzleme nasıl yansıdığı Deli Kadın Hikâyeleri’nde açıkça görülmektedir. Önceleri sesini çıkaramayan, zayıf, güzelliğiyle erkekleri efsunlayan ve nihayetinde iç çatışmalarından deliren kadının karşısında bu sefer sesi iki kere kısılmış, geldiği noktada ilerlemesine müsaade edilmemiş, hür iradesiyle intiharı bir silah olarak kullanan ve mücadele alanında olanca şiddetiyle deliren kadın, bu hikâyelerde kadınlığın tarihyazımı için bir alan sunmaktadır. Deli Kadın Hikâyeleri’nde kadınların deliliği Doktor Ramiz’in “Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır”[3] nevinden bir söylemle işaret ettiği sofistike bir sürece değil, böylesi bir sürece mahal bile vermeyen travmatik bir deneyimi işaret ediyor. Sesini duyuramayan, çaresizliğiyle kendine dönen kadın Mine Söğüt’ün hikâyelerinde çıkışsızlığını kendini yok ederek buluyor. Entelektüel bir iç çatışmadan ziyade, eril dünyayı kadın olarak deneyimlemenin talihsizliğiyle deliren kadınların yazılmış sonu bu.
Delirme ve şiddet perspektifinin yanında bu okuma deneyiminde en başından tedbir alınması gereken bir başka konu metaforlar üzerinedir. Deli Kadın Hikâyeleri’nde metnin metaforik yapısı yazarın kurduğu evrene okurun çaba göstererek girmesini gerekli kılmaktadır. Anlama çabasından vazgeçildiğinde oluşan, yan yana dizilen kelimelerin ahenginden doğan bir estetik haz ihtimali okuma deneyimini sürekli kılmaktadır. Metaforların anlamını çözme çabasından özgürleşince anlamla girilen mücadele yerini anlamdan özgürleşmeye; ve edebi sulara, o suların seni yukarıda tutacağına güvenerek hareketsizce bırakmaya varmaktadır. Anlam çabasıyla suyun üstünde kalmak için çırpınmak yerine bu hikâyelerin seni suyun üstünde tutacağını kabul ettiğinde oluşan hafiflik Mine Söğüt öykülerini edebiyatın dalgalı denizlerinde savaş vermekten kurtarır. Yazarla ortak anlam havuzunda buluşmakta ısrar etmek yerine yazar “Pencereler kelebek deliler sever”[4] dediğinde “Kepenklerin zebraları orospulara hayrandır” şeklinde doğaçlama Orhan Velivâri içsel bir defansla okuduğunda çarpışmayı ve hazzı katlayarak deneyimleme potansiyelini barındırmaktadır bu tür öyküler.
Nitekim boşuna değildir Ahmet Haşim’in 1926’da anlamla savaşmak yerine teslim olmayı şu sözlerle savunusu;
“Mânâ araştırmak için şiiri deşmek terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hâkir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi susturulan o sihrengiz sesi telafiye kâfi midir?”[5]
Kaynakça
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 2008, Dergâh Yayınları
Ahmet Haşim, Piyale, 1928, Muallim Ahmet Halit ve İkbal Kütüphaneleri
Mine Söğüt, Deli Kadın Hikâyeleri, 2015, YKY
Tezer Özlü, Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, 1995, YKY
[1] Tezer Özlü, Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, 1995:56
[2] Mine Söğüt, Deli Kadın Hikâyeleri, 2015: 9
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitü, 2008: 105
[4] Mine Söğüt, Deli Kadın Hikâyeleri, 2015: 95
[5] Ahmet Haşim, Piyale, 1928: 7