.

Suat Derviş’in Romanlarında Kadınlar ve Anneler

İrem Erdem Atak

Suat Derviş’i okumak, onun yazdıklarını düşünmek benim için doğrudan kadınları, Suat Derviş’in kadınlarını düşünmek oldu. Özellikle kadınların dünyasında dış gerçeklik ile içsel dünyanın çatışmalarını rahatlıkla okuduğumuz Suat Derviş romanları, sıradan yaşam hikayeleri gibi gözükse de, kadın benliğinin derinliklerini sergilemesiyle, ruhsallığı anlama çabasıyla çok değerli. Kadın sorunları üzerine düşünen, yazan, röportajlar yapan bir gazeteci olan Derviş kadın hareketinin önemli savunucularından olarak her fırsatta kadınların sorunlarına değinmeyi ihmal etmemiştir.

Roman kahramanlarının büyük bir kısmını da kadınlar oluşturur Suat Derviş’in. Önceleri, bu kadınların aileleri genellikle yıkılan imparatorluğun üst sınıfına aittirler; ancak yeni toplum oluşumunda bu sınıfın ortadan kalkmasıyla birlikte yeni toplumun parçası olmakta zorlanırlar. Aşkları hayal kırıklıkları ile sonlanır; yalnızlık ve ümitsizlik onları bazen Avrupa’ya gitmeye zorlar bazen de yaşamlarına son vermeye.

Sevgiyi arama çabası, yaşamla mücadele, sevgisizlik ve yalnızlık korkusu, ölüm korkusu, aşkın yok ediciliği, karşılıksız aşkın doğurduğu kıskançlık, toplumsal ahlak kuralları dışında seyreden aşklar ve ekonomik imkânsızlıklar en göze çarpan temalardır. Popüler edebiyat daha çok sık rastlananı; kutsal aileyi, fedakâr anneyi, sadık eşi ve mutlu sonla biten aşkları yazar. Ancak Suat Derviş’in aşk kavramı ayrılık, aldatma ve kıskançlık etrafında şekillenmekte; çoğu romanda bu da kadınlığı, kadınsıyı ön plana getirmektedir.

Kadın bedeni, yaşamın erken dönemlerinden itibaren kaygılara ve kayıplara tanıklık etmektedir. Doğum travması, sütten kesilme, kastrasyon kaygısı, penis eksikliği, adet kanaması, bekaretin bozulması, çocuk sahibi olma kaygısı, çocuk sahibi olamama korkusu, doğum, bebeği kaybetme kaygısı, menopoz ve üreme işlevlerinin kaybı gibi farklı yaşam dönemlerinde ortaya çıkan çeşitli kayıplar hayal kırıklıklarıyla birlikte ilerlemektedir.

Farklı farklı kadınlardan bahsediyoruz.

Yaşlı, bilgisiyle saygınlık ve hayranlık uyandıran erkeklere hayran ya da âşık olan genç kadınlar deyince:

Hiçbiri’nde Cavidan’ın Selim Paşa’ya karşı hissettikleri; 

Onu Bekliyorum’da Suzan’ın Şefik’e yönelmesi; 

Beni Mi?’de Nermin’in kimselere açamadığı tutkusu; 

Gönül Gibi’de Süheyla’nın rahmetli eşi İrfan’a hayranlığı gibi…

Bazı kadınlar da fırsatçı gözükür… Aksaray’dan Bir Perihan’da Perihan için paşa torunu Nuri eski varlıklı halleri olmasa da son derece parlak bir kısmettir. Ankara Mahpusu’nda Zeynep kendisine âşık olan tıp fakültesi öğrencisi Vasfi’nin yaşlı ve zengin amcasının peşindedir.

Aşk için evliliklerini bitiren, hatta çocuklarını terk eden kadınlara da rastlanır.

Aşk, kişinin kendini keşfetmesinin bir yolu olarak kullanılsa da sonunda mutluluk ve evlilik gelmez. Aile kurumu, kadınlara yüklenen annelik ve iyi eş olma gibi patriarkal sisteme dayalı özellikler yer almaz.

Ancak, bütünüyle bakıldığında, kadın kahramanlar, kutsal annelik ve geleneksel ev kadınlığı rollerinin çok dışındadır. Erkek egemen ahlak anlayışını eleştirmekle kalmaz; bu “iki yüzlü ve çifte standartlı ahlakı” ön plana çıkarır. Zamanla romanlarında, toplumun dışına itilmişler, kenar mahallerde yaşayanlar, evsiz barksızlar, işsiz güçsüzler, sokak çocukları, seks işçileri, suçlular, azınlıklar yer bulurlar kendilerine.

1920’li yıllarda yazdığı ilk romanlarında, İstanbul’un üst tabakasının yaşamına uzanan, konaklarda, köşklerde yaşanan aşkları ve bu ilişkiler bağlamında, kadınların toplumsal konumlarını işleyen Derviş, 1930’ların sonlarında yayımlanan yapıtlarında ise, ekonomik dinamikleri göz önüne almaya başlamış, hem kadını hem de erkeği farklı şekillerde baskı altına alan toplumsal-ekonomik düzeni konu etmiştir; toplumsal sınıfların “farklılığını” vurgulamaya ve bunun yarattığı sorunları ele almaya başlamıştır. Bu dönemde yazar için roman, süregelen düzeni değiştirmek, adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için eylem çağrılarının yapıldığı bir “arena” olmuştur.

Freud (1932) anne olmayı kadının ruhsal gelişiminin son aşaması olarak görür. Gebelik, kadının, annesine ve annesinin rahmine sahip olma arzusundan vazgeçmesini sağlayabilir. Kadın, gebe kaldığında annesininkinden ziyade kendi rahmini düşlemleyebilir ve sahiplenir (Tunaboylu-İkiz, 2004). Benzer şekilde Guignard (1999) da bir kadının gebeliği sayesinde kendi rahmini annesininkinden ayrıştırabildiğini söyler. Kadının annesinin rahmine geri dönmeye yönelik füzyonel arzusu, kendisi hamile kalıncaya kadar devam etmektedir. Kadın ancak anne olduğunda kendi rahmine sahip çıkabilir. Kendi annesi ile öğrendiği bu ilişkiyi bir başkasına iletme eskiden yaşanan ilişkilerin de yeniden canlanmasına neden olacaktır. Hem kadınlık işlevlerini sürdürmeli hem de anne olabilmelidir.

Derviş’in romanlarındaki kadınlar sadece anne değildir. Kadınlığın kutsanmış ve olmazsa olmaz özelliği olarak görülen annelik, Derviş’in romanlarında böylesi bir mutlaklık taşımaz.

Bu, Derviş’in kadın karakterlerinin annelerini düşünmemizi gerektirmektedir belki de. İyi bir annesel imgeye sahip olmayan bir kadının anne olması oldukça zordur.

Kendine tutan bir ortam sunulmuş, yeterince iyi muamele görmüş, kapsanmış ve betaları (ilk bedensel duyuların yarattığı ve bebeğin özümseyemediği unsurlar) annesinin yardımıyla alfalara (anne ruhsal aygıtını bebeğine ödünç vererek bunları dönüştürür) dönüştürülmüş bir kız çocuğu, zamanla annesinin sağladığı bu işlevleri içselleştirir ve kendini sakinleştirip, kendini bedensel ve dış dünyadan gelen uyarımlara karşı koruyacak bir uyarım kalkanı geliştirir. Büyüyüp kendisi anne olduğunda da bu işlevleri hem kendisi hem de bebeği için kullanmak durumundadır. Annesi tarafından yeterince kapsanamamış kız çocuğu, kendisi anne olduğunda, benliğindeki bu eksikliklerle kendisinin de kapsayan olamadığını, bunun için yeterli korumayı sağlayamadığını görür.

“Olan Şeylerin Romanı”nda Nazlı’nın anlattıkları bu bağlamda dikkat çekicidir. “Canımı kurtarmak istedim. Yaşamak istedim. Yaşamak. Yaşamak anlamıyor musun? Ne yaptıysam yaşamak için yaptım. Açtım yaşamaya. Güneşe açtım, Yemeğe açtım. İnsan gibi olmaya, insan gibi giyinmeye, temiz yerde yatmaya, temiz esvap giymeye, temiz insan görmeye açtım. [. . . .] Herkes gibi bir annem olsun istiyordum… Temiz esvap giyen sabun kokan bir annem. Evet onlar gibi… Onlar gibi bir babam olsun istiyordum. İşi olan okuyup yazan… Mahallede itibarı olan herkesin tanıdığı, herkesin saydığı babam.” Eksiktir, yetersizdir, dayanaksızdır…

Anne, birincil annelik meşguliyetinde bebeğin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, canlanan kendi arkaik taraflarıyla da ilişki halindedir ve tüm bunlar anneyi narsisistik olarak kırılganlaştırır. Anne, tüm bu işlevleri yerine getirmek zorunda olmanın yanı sıra, aynı zamanda kendisi için de yeni bir kimlik oluşturmalıdır. Racamier (1995), bedensel, hormonel ve ruhsal değişimlerin eşliğinde, kadınların bu süreçte ‘kendiliklerini’ çok kırılgan hissettiklerinden bahseder. Pek çok engellenme ve çaresizlik yaratan durumla baş başa kalan kadın, kendi geçmişindeki savunma mekanizmaları ve ego gücüne yaslanarak, bu zorluğu hasarsız atlatmaya çalışır (Hecker, 2009).   

Suat Derviş’in romanlarında kadınlar ve annelik genellikle çocukları ölen anneler üzerinden işlenir. Suat Derviş’in kadın roman kahramanları çoğunlukla annesizdir ve kendi çocuklarını da kaybetmişlerdir.

“Fosforlu Cevriye” de annesini hiç tanımamış; bir annesinin olabileceğini düşlemlemekte zorlanmıştır. Annesiz dünyaya gelmiş olmasının imkânsızlığını bilse de bir annesinin olmuş olduğu fikrine tamamen yabancıdır. O bir sokak kızıdır, belki de onu sokak doğurmuştur: “Anne! Bu ona o kadar uzak gelen bir kavramdı ki…İnsanların annesiz dünyaya gelemeyeceklerini pekiyi bildiği halde kendisinin bir anne sahibi olmuş bulunmasına ihtimal veremiyordu. Bir kadın … Acaba hakikaten kendisini karnında taşımış, onu kanıyla beslemiş ve ona hayat vermek için ızdırap çekmiş bir kadın var mıydı?”

Kadın karakterlerin bu durumunu, Suat Derviş’in kırklı yaşlarının başında yaşadığı hamilelik sonucunda çocuğunu kaybetme acısına bağlamak mümkünse de annelerin çocuklarını kaybetmiş olmaları yeni bir hayatın inşa edilemeyişini de sembolize edebilir.

“Hiç”te Atıf, Seza’dan kurtulmak için anneliğini kullanır. Annesiz olan, teyzesi tarafından büyütülen Seza iyi bir anne ise oğlu için Berlin’e gitmelidir. Oğlu ile Berlin trenine binen Seza Atıf’tan ayrıldığı için yüksek sesle ağlar kendini durduramaz. Oğlu buna anlam veremez. “Anne ben varım ya! Beraber değil miyiz!” dediğinde “Mehmet’i yanında ya! Deli olmuş bu ana! Bu ananın aklı başından gitmiş. Utanmıyor” diyerek kendini ayıplar. Berlin’de oğlunun hastalığını öğrendiğinde de anneliğini sorgular. Doktor Mehmet’in hastalığının birkaç aydır başladığını Seza’nın dikkat etmemiş olacağını söylediğinde ise iç sesi konuşur “Evet, fark etmemiş olacak. İki üç aydır, hatta beş altı aydır! O çocuğu ile meşgul olmadı ki!” (s. 112).

Seza anne olmasına rağmen kendi kalp derdine düştüğü ve oğlunu ihmal ettiğinden nefret eder kendinden. “… Ben onsuz ne yaparım? Bana sadece o öldü dediler. O öldü. Peki ama ben ne yapacağım? Bana, bunun acısına nasıl tahammül edilir öğretmediler.. Bana o yokken nasıl yaşanır öğretmediler!… O öldü.. Ne kadar kolay bunu söylemek değil mi? (H, 159). Mehmet’i tüm çabalarına rağmen kurtaramadığında ise kendini tamamen kaybeder, yaşamla bağını koparır, sonunda da intihar eder.

“Çılgın Gibi”nin Celile’si öksüzdür, annesi Celile’yi doğururken ölmüştür. Bu yüzden Celile çocuğunun olmasından çok korkar ancak âşık olup uğruna kocasını terk ettiği Muhsin’den hamile kalır. Bunu Celile’nin onu evliliğe zorlama planı olarak gören Muhsin çocuğu apar topar aldırtır. Celile çocuk isteyen bir kişi olmamasına rağmen, hayatta hiçbir şeyi olmayan biri olarak ilk kez kendine ait kendisinin bedeninde yarattığı bir varlığa sahip olmak istemiştir. Annelik gururunu da avucunda tutamamış o da parmaklarının arasından gitmiştir. Bununla yüzleştiğinde de ne yaşamaya ne de ölmeye güç bulamaz kendinde.

Kadınlar bilindik yargıların dışındadır, fedakarlıklarıyla ideal olan kadınlardan bahsedilmez, çok katmanlıdır Derviş’in kadınları. Çoğu da yaralıdır, sevgisiz, şefkatsiz kalmışlardır.

“Aksaray’dan Bir Perihan”da Perihan’ın peş peşe doğurduğu dört çocuğu ile ilişkisinden pek söz edilmez ama Gülter’in çocuklarını kaybedişi gayet trajiktir. “Gülter düşünüyordu, altı defa anne olmak ne büyük bir saadetti! Fakat altı kere çocuklarının ölümünü görmek dünyadaki felaketlerin en acısı en müthişiydi”. Bir de erken yaşta öksüz kalan, ablasına sığınmak durumunda olan Pakize vardır tabi.

Yazarın “Serbest Fırka hareketine katılmış olması” da, Derviş’in, kadınların süregelen toplumsal yapılar karşısındaki konumlarının değişmesinin “politik” yollarla mümkün olduğuna inanması sonucudur. Toplum dışına itilmiş insanların yaşamları, işçilerin uğradığı haksızlıklar, kadınların erkekler tarafından istismar edilmeleri, çocukların küçük yaşta sokağa düşmeleri veya çalışmak zorunda kalmaları gibi konular onun 1935’ten sonraki yazarlığında asıl temalar olur.

Bitirmeden, Suat Derviş’in kendi anne-baba imgelerine göz ucuyla da olsa bir bakmak isterim.

Derviş, anılarında öğrenimiyle bizzat ilgilenen babasının kendisi için önemini, “o bir tıp adamıydı, ateist idi; eğer babam olmasaydı, ben kıyasen bu kadar erken bağımsız görüşlere ulaşamaz ve çevremle bağlarımı koparamazdım” diye açıklamaktadır. Şiirsel bir dille anlattığı annesiyle ilişkisi ise belki de hiçbir zaman tatmin edici olmamıştı. Şöyle diyordu annesi için: “…öyle nazlı öyle narin öyle inceydi ki, sanki elimi ona değdirsem, gönlümün istediği gibi doya doya öpsem onu incitirim zanneder; onu bir azize resmi gibi uzaktan, geriden huşu ve sevgiyle sanki tapınır gibi içten, yana yana seyrederdim.”

Belki de bu yüzden, ona kalan gerçeklikle çok daha fazla uğraşmaktı.

“Ben rüya gördüm. Hayatı tanımıyordum. Hayattan anlatacak şeyler bilmiyordum. Rüyalarımı anlattım, fakat şimdi ne on altı yaşında, ne yirmi yaşındayım. Yani bebeklerimi kafamın ve kalbimin tavan arasına lüzumsuz eşyalar içine terk ettim. Artık rüya görmüyorum. Uyandım. Etrafımı görüyorum, etrafımda olan şeyleri hissediyorum. Beni bebekler değil insanlar alâkadar ediyor. Beni hayal değil hakikat alâkadar ediyor, çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan ve en parlak hayalden çok daha zengin ve çok daha cazip…”

Hiçbir zaman bilemeyeceğiz neden vazgeçti Suat derviş bebeklerinden… Acaba kapsayan bir anne işlevinden yoksun olan bu güçlü kadın romanlarındaki kadınlara mı annelik yapmaya niyetlendi?