Esin Hamamcı, Cazdan Sazdan Sözden’in yeni bölümünde müzik yazarı, akademisyen ve müzisyen Kenan Behzat Sharpe ile Türkiye’de Anadolu rock müziği ile İkinci Yeniciler arasındaki bağ, müzik grubu A.Ş.K. ve yazarlık üzerine konuştu.
Dinlemek için:
Esin Hamamcı
esin.hamamci@sanatkritik.com
Kenan, kendinden biraz bahsetmek ister misin? Müzikle dünyan nasıl birleşti?
Kendimi bildim bileli hayatım müzikle iç içeydi. Çocukken babamın arabasında Bob Dylan şarkılarını veya The Beatles’in “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” albümünü dinlediğimi hatırlıyorum. Aynı zamanda anneannemin evinde sürekli Müzeyyen Senar veya Zeki Müren plakları dönüyordu. Bir taraftan onlara kulak kabartıyorum ama pek de anlamıyorum. Sonra bir aile dostumuzun bana Joni Mitchell’in “Blue” albümünü hediye etmesiyle dünyam değişti. O yıllarda Tayvan’da yaşıyorduk, annemle babam orada uluslararası bir okulda öğretmen olarak çalışıyorlardı.
Sonra ben 13 yaşındayken doğduğum yer olan ABD’ye, Kaliforniya’ya döndük. Başta büyük bir adaptasyon sorunu yaşadım, yurtdışında yaşadığımız yıllardan sonra kendimi Amerikan bir devlet okulunda buldum. Kendimi yabancılaşmış hissederken punk müzik benim için bir sığınak oldu. O isyankar müzik hislerime tercüman oldu. Bir yandan da Crass, Conflict, Minor Threat, Anti-Flag, Choking Victim gibi grupları dinlemek benim için müthiş bir eğitim süreciydi. Anarşizm, savaş karşıtlığı, homofobi, hayvan hakları, anti-faşizm gibi konularda bana çok şey öğretti.
Ortaokul son sınıftayken kendim müzik yapmaya başladım. Sonra lise arkadaşlarımla kendi punk grubumuzu kurduk. Ben hem şarkı söylüyorum hem gitar çalıyorum. Ama evde gizli gizli Beatles dinliyorum hâlâ. Sonra punk grubumuz metal bir gruba evrildi ama hafiften indie-rock dünyasını da keşfetmeye başladım. Evde Beulah, Pavement ve Neutral Milk Hotel gibi grupları dinliyorum, sonra bunları arkadaşlarımla paylaşıyorum ve bambaşka müzikal diyarlara yolculuk yapıyorum. Ama müzik zevkim hiçbir zaman tek bir kalıba veya tarza sığmadı. Koyu punkçıyken bile Hieroglyphics veya A Tribe Called Quest gibi hip-hop gruplara bayılırdım, onlar da beni birçok konuda eğitti.
Özetle hep çok sıkı bir dinleyici olmuşumdur. Lisedeyken bile plak dükkanından aldığım albümleri açıp, yatağa uzanırdım ve başka hiçbir şey yapmadan baştan sona defalarca onları dinlerdim. Hep o ciddiyet vardı bende. Fakat o zamanlar, bir gün profesyonel olarak müzik üzerine yazacağım aklıma gelmezdi hiç.
2019 yılında California Üniversitesi, Santa Cruz’da edebiyat alanında doktoranı tamamladın. Tezin 60’ların toplumsal hareketlerinin şiir ve müziğine odaklanıyor. Edebiyatla, özellikle şiirle, müziğin kesişim noktaları sence nelerdir?
Nasıl ki genç bir yaşta hep müziğin yörüngesinde dönüp durdum, lisedeyken sürekli şiir de okurdum. Edebiyat derslerimizde şiir analizi yapardık. Hiç unutmam, bir gün T.S. Eliot’un “The Love Song of J. Alfred Prufrock” şiirini okuduk ve ben mahvoldum. O şiir, yoğun duygulu şarkılar dinlerken hissettiğim yoğunluğu andırıyordu. Şiiri kendi kendime ezberlemeye çalıştım. Sonra mahallemizdeki kitabevinden bana benzer şeyler hissettiren başka şairlerin kitaplarını buldum. Düşünün, ben daha 16 yaşındayım, Amerika’da bir banliyöde yaşıyorum ve evde Baudelaire, Plath, Rimbaud okuyorum. Sırf keyif için.
Öyle bir deneyimden sonra tabii ki üniversitede edebiyat okumaya karar verdim. Bir taraftan hâlâ sıkı bir müzik fan’ı gibi bana çok yoğun şeyler hissettiren şiirler okuyorum, onları kendi kendime ezberliyorum fakat aynı zamanda şiiri akademik bir gözle okumayı öğreniyorum. Ve iki yaklaşım beni çok etkiliyor. Hem liseden beri yaptığım ‘close reading’ yani yakın okuma, hem de daha tarihsel hatta materyal metodlar birarada. Bir şiirin kullandığı dilin, metaforların, imge dünyasının tarih, toplum ve hatta ekonomiyle nasıl bağdaştırıldığını öğrendikçe daha da çok heyecanlıyorum.
Sonra aynı okulda doktora yapmaya karar veriyorum. Ama bu sefer tezime müziği de katmak istiyorum. Tez çalışmam, 1960’larda Amerika ve Türkiye’deki toplumsal hareketlerle şiir ve popüler müzik arasındaki ilişki üzerine. Şanslıydım çünkü edebiyat bölümümüz klasik bir İngilizce bölümünden ziyade Kültürel Çalışmalar disiplinine yakındı. Bu yüzden farklı janraları ele almam hiç sorun olmadı. Bu noktada benim formasyonum çok net bir şekilde Marksist edebiyat eleştirisinden de etkileniyor. Fredric Jameson, Lukács, Franktfurt Okulu vb. düşünürleri okuyorum. Ama sonra fark ettim ki bu bahsettiğim yazarlar hep nesirden, yani düz metinden bahsediyor. Roman türünün tarihsel gelişimi kapitalizmin gelişimiyle doğrudan bağlantılı olduğu için Marksist bir analize daha elverişli oluyor. Bir de narrative, yani anlatı olduğu için formu yapısal ve uzun erimli değişimleri göstermek için daha uygun. Oysa şiir de müzik gibi daha anlık bir olgu. Onların da zamanla ilişkisi var ama daha kısa. Bir şarkı zamanda var olur, baştan sona dinleriz. Episodik değil, durdurup yeniden başlatmıyorsun çoğu zaman. Tabii burada popüler müzikten ve lirik şiirden bahsediyorum. Dramatik veya epik şiir hiçbir zaman çok ilgimi çekmedi. Lirik ise ‘lyre’ kelimesinden geliyor tabii, Antik Yunan’da bir enstrüman. Tam da bu yüzden doğrudan duyguları oynatan, insanı çok öznel bir yerden yakalayan bu janraları ele alıp çok alakasız görünen toplumsal, ekonomik ve tarihsel olaylarla olan bağlarını eşelemeyi seviyorum. Çünkü duygular hiçbir zaman sadece öznel değildir veya politik alandan ayrı değildir.
Washington Post, Al-Monitor, Duvar English’te Türkiye’de çağdaş müzik, sinema ve televizyon üzerine yazılar yazdın ve sanırım şu an yeni olmakla birlikte Medyascope’ta bu konular üzerine program sunuyorsun. Müzik yazarlığı kısmına değinmek istiyorum biraz, bu nasıl oluştu? Türkiye’de müzik yazarlığı yapmakla yurt dışında yapmak arasında ne gibi farklar var, tecrübelerinden bahsetmek ister misin?
İlk gazete yazımı 2018’de yazdım ve yine müzik aşkımdan dolayı bu işe girdim. O sene rapçi Ezhel “uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını özendirme” suçundan tutuklanmıştı. O sırada Amerika’daydım. Ezhel’i bir süredir dinliyordum ve onun “Müptezhel” albümüne fena tutulmuştum. O tutuklanınca bir şey yapmak istedim. Bu olay yabancı basına çok yansımamıştı. O yüzden ilk aklıma gelen şey bir şey yazmaktı. Fakat bir gazeteye nasıl konu önerisi gönderilir, bir gazeteci yazısı nasıl yazılır, hiçbirini bilmiyordum. Bu konuda İstanbul’da yaşayan eski bir dostum olan, gazeteci Paul Benjamin Osterlund’a danıştım. Süreci anlattı ve Al-Monitor’dan birinin mail adresini verdi. Burada eski editörüm Nazlan Ertan’ın kulağını çınlatmak istiyorum. Onun pozitif yaklaşımıyla ve teşvikiyle o Ezhel yazısından sonra Al-Monitor’a başka konular üzerine de yazma şansım oldu. Anadolu Rock, Şanışer ve Susamam şarkısı, BluTV gibi yeni dijital platformlar ve başka başka konular üzerine yazılar yayımladım.
Sonra 2019 yılında doktoramı bitirdikten sonra tekrar İstanbul’a döndüm. Gazete Duvar’ın İngilizce sitesi Duvar English yeni yeni başlıyordu. Yine Paul’un yardımıyla oradaki genel yayın yönetmeni Cansu Çamlıbel’e ulaştım. Henüz çok tecrübeli bir gazeteci sayılmazdım fakat yine de bana şans verdi ve kendime ait bir köşem oldu. Benim için harika bir dönemdi bu. 2 yıla yakın bir süreçte her hafta Türkiye’de kültür/sanat üzerine köşe yazıları yazdım. İngilizce olarak veya yabancı basında bahsedilmeyen filmler, müzisyenler, diziler, belgeseller, kitaplar, oyunlar ve aklınıza gelebilecek her türlü kültürel olay üzerine yazılar yayımladım.
Türkiye’de kültür/sanat yazarlığı yapmakla yurt dışında yapmak arasında ne gibi farklar var tam emin değilim. Zira ya freelancer olarak çalıştım ya da bu işi buradan yaptım. Fakat Türkiye hakkında yurtdışında yapılan haberlere dair bir iki kelam edebilirim. Şimdilik bariz bir şekilde oryantalist ve ofansif olan haberleri bir kenara bırakalım. Kültür/sanat haberleriyle ilgili ciddi bir eksiklik var. Erdoğan en son nasıl bir açıklama yaptı, mültecilerle ilgili şöyle bir düzenleme yapıldı, Rusya ile Türkiye arasında neler oluyor, enflasyon şu kadar yükseldi, vs. gibi konulara odaklanılıyor en çok. Bunlar tabii ki son derece önemli meseleler, haberi yapılmasın demiyorum. Ama burada yaşayan normal insanlar olarak biz yokuz bu haberlerde, en fazla piyon veya kurban olarak yer alıyoruz. Çizilen porte de bitmeyen bir kıyamet. Tabii, buradaki durumun feci olduğu aşikar. Fakat durum sadece bu karanlık tablodan da ibaret değil. Her şeye rağmen insanlar muhteşem şeyler üretiyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, şarkı yazıyorlar, film yapıyorlar. Uluslararası mecraları buralara baksınlar, bu hikayeleri anlatsınlar diye ikna etmek de çok zor. Ancak çok sansasyonel bir şey olunca dikkat ediyorlar. Mesela Bir Başkadır dizisi çıktığında haftalarca telefonum susmadı veya Tarkan “Geççek” isimli teklisini çıkardığında bir meslektaşımla Washington Post’ta yazı yayımlayabildik. Fakat her hafta kültürel anlamda ilginç, tartışmalı, ilham verici şeyler oluyor aslında. Şimdilik sadece Duvar English veya Medyascope English gibi Türkiye bazlı fakat yurtdışına dönük mecralar, benim odaklanmak istediğim türden hikayelere tutarlı bir şekilde yer açıyor. İyi ki varlar.
Hangi türler ilgi alanına giriyor? Rock bunların arasında sanırım…
İngilizcede çok sevdiğim bir kelime var: omnivore. Her şeyi tüketen insan. Hem etçil hem otçul. Tabii ki rock severim, o gelenekten geliyorum. Fakat gitar müziğinin geride kaldığını düşünüyorum. Günümüz müziğinin nabzı artık başka yerlerde atıyor. Son 10-15 yılda rap ve R&B sadece Amerikan popüler müziğini değil, tüm dünyayı ele geçirdi, Türkiye dahil. Gerçekten de bazen dendiği gibi, dünya müziği “siyah” müziğidir. Neyse, Türkçe rap elbette yeni değil, fakat bu 3. dalgada tamamen ana akım oldu. Yeni rapçilerin büyük bir kısmını kötü buluyorum, yeni bir janra Türkiye girince anında arabeskleşiyor. Yaratıcı bir sentez ortaya çıksa buna varım ama yapılan şey sadece yerli dinleyicinin asgari müşterek zevkine yönelik gelişigüzel, tam “Altı kaval üstü Şişhane” denecek türden derme çatma adaptasyonlar. Fakat gerçekten rap’in kaynaklarından esinlenen çok yetenekli bulduğum isimler de var, Ezhel, Da Poet, Kayra, Hazel gibi.
Aynı zamanda sıkı bir pop dinleyicisiyimdir. Bundan da utanmıyorum. Bazen insanlar bunu yadırgıyorlar. Mesela, her senenin sonunda Spotify’da ‘Best of Turkey’ başlıklı bir çalma listesi hazırlıyorum ve aynı zamanda Twitter’da uzun bir flood’da seçtiğim şarkıları tek tek anlatıyorum. Bu listenin içinde hem indie tayfasından Nilipek veya Can Kazaz olur, hem eskilerden Moğollar veya BaBaZuLa, hem de Aleyna Tilki veya Mabel Matiz. Hepsi benim için ilgi çekici isimler ama en çok günümüze dair bir şey söyleyen müzikleri severim. Bertolt Brecht’in dediği gibi, yeni ve kötü olanı eski ve iyi olan şeye tercih ederim.
Dinlemeye dayanamadığım tek bir şey var. Şöyle açıklayayım. İngilizcede high-brow ve low-brow tabirleri var ya; yüksek sanat ve düşük kalite veya ticari sanat. Ben mesela hem avangard olan black midi’yi dinlerim, hem de Taylor Swift’i. Hatta en sevdiğim sanatçılar yükseği ve popüleri birleştirirler, Rosalía veya SOPHIE gibi. Tek dayanamadığım şey middle-brow, yani orta seviyede olanlar. Şöyle ifade edeyim, ileri veya kompleks gibi görünüp altını dolduramayan, aslında oldukça popüler ve sıradan bir şey sunan sanatçılar. Türkçe rock piyasasını dolduran birbirinin muadili olan bir sürü grup var gibi mesela. Bütün şarkılarına kötü diyemem belki ama bana hiç hitap etmiyor. Çünkü bana kalırsa bize, ‘şimdi’ye dair bir şey söylemiyor. Duman ve Mor ve Ötesi zamanında bunun daniskasını yaptı zaten.
Paul Osterlund ve Parham A.G.’yle “AŞK” adında bir grubunuz var, buradaki çizginizden bahsedelim mi? Müziğinizi nasıl tanımlarsın?
Paul ve Parham’ın yanı sıra, punk grubu Asperger’den Yasin de var bizim grupta. AŞK benim için çok eğlenceli bir proje. Bir kere birlikte çaldığım insanlar çok iyi. Paul, Kadıköy yeraltı müzik dünyasında bir dönemde efsane olan Foton Kuşağı gibi gruplarda çaldı. Parham’ın kendi solo projesi var, ayrıca meşhur punk grubu Second ve metalcore müziği yapan Frozen Clouds’da çalıyor. AŞK’ta icra ettiğimiz müzik bir anlamda punk, hepimiz oradan besleniyoruz. Ama aynı zamanda daha melodik, “college rock” veya “alternative rock” dediğimiz tarzdan esinleniyor müziğimiz. Birkaç isim sayarsam, Dinosaur Jr., Dramarama, erken dönem Goo Goo Dolls, Teenage Fan Club var diyebilirim. Demin ‘gitar müziği’ni kötüledim fakat hayatıma en çok yön veren tarz bu müzik aslında. Dolayısıyla çalmaktan çok keyif alıyorum. Ayrıca WILLOW (veya daha sığ örneklerden Olivia Rodrigo ve Machine Gun Kelly) pop-punk müziğini tekrar popülerleştirdiler. Ben de erken 2000’lerle ilgili hâlâ nostaljik hissediyorum. Bu anlamda ‘eski ve iyi olan’dan ben de vazgeçemiyorum. Fakat AŞK aynı zamanda janralarla biraz oynayacak, şarkılarımız şimdiden hafiften R&B, elektronik müzik ve metal’dan unsurlar taşıyor. İlk iki şarkımız bu kış yayımlanacak, sonra da albüm çalışmalarımız başlayacak.
Yakında Rockers and Radicals in Anatolia: Turkish Psychedelic Rock and the World 1960s kitabın yayınlanıyor. Bu fikir nasıl oluştu? Sence nasıl bir eksikliği dolduracak ve kitapta hangi müzisyenler olacak?
Keşke yakında yayımlanacak diyebilsem! Hâlâ üzerine çalışıyorum fakat İngiltere’deki bir yayıneviyle görüşme yaptım ve bu konuya akademik dünyada ilgi duyulması beni yüreklendiriyor. Ayrıca burada “American Research Institute in Turkey” araştırma kurumuna teşekkür etmem lazım. Kazandığım postdoc bursu sayesinde bu sene freelance işlerimin çoğunu bırakıp sadece bu kitaba odaklanabiliyorum.
Kitapta özellikle birkaç müzisyene ve gruba odaklanıyorum: Tülay German, Moğollar, Cem Karaca, Selda Bağcan ve Barış Manço. İlginç bir şekilde sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da Anadolu Rock dediğimiz müziğe çok yoğun bir ilgi var. Bu, 10-15 yıldan beri süregelen ‘compilation’ çalışmaları ve yeniden basılmış albümlerden kaynaklanıyor. Aynı zamanda YouTube’da yayınlanan Anadolu Rock Revival Project gibi projeler bu müziği ve tarihini yeni nesillere aktarıyor. Bu dalgadan cesaret toplayan yeni gruplar ve müzisyenler de var: Altın Gün, Derya Yıldırım, Armageddon Turk, Islandman, vs.
Fakat bütün bu ilgiye rağmen şimdiye kadar İngilizcede Anadolu Rock üzerine etraflıca bir akademik çalışma yapılmadı. Gabriel Skoog’ın yayımlanmamış bir tezi var, Ali C. Gedik ve Martin Stokes hocalarımızın bu konuya kısmen değinen değerli çalışmaları var. Akademik olmayan bir kitap da var, Danile Spicer’in The Turkish Psychedelic Explosion adlı eseri, fakat bu kitap bu konu üzerine çalışanlar için son derece eksik ve Türkiye bağlamını bilmeyenler için de yanıltıcı bilgiler veriyor. Ayrıca Spicer’in kitabı Türkçe literatürden faydalanmıyor. Türkçe’de Murat Meriç, Derya Bengi, Naim Dilmener, Münir Tireli ve Güven Erkin Erkal’ın çok önemli kitapları var, her biri benim gibiler için son derece önemli. Fakat benim yapmak istediğim şey daha az ampirik (şu şarkı bu tarihte çıktı, kayıtta çalan şu müzisyenler var, bu albümün etkisi şöyle oldu, vs.) ve daha çok kuramsal ve karşılaştırmalı.
Mesela, doktora tezimde Anadolu Rock üzerine bir bölüm vardı. Tezim 60’lar/70’lerde Türkiye’de ve ABD’de toplumsal hareketler ve kültürel üretime odaklanıyor. Bu iki case study’yi seçerek aslında belli bir sava karşı çıkıyordum. Bu sava göre Amerika’da 60’larda karşıkültür ve hippie’ler gibi akımlar baskındı, oysa Türkiye’de karşıkültürün yeri önemli değildi, Türkiye’deki hareket daha çok 3. Dünya’dakilere benziyordu, daha ciddiydi, anti-emperiyalistti. Hem yurtdışından bakanlar hem o dönemin çoğu aktivisti hâlâ bunu savunur. Tabii ki çok önemli farklar var ama 60’ların en önemli tarafı tamamen küresel olması. Sadece politik anlamda değil, kültürel anlamda da. Mesela Türkiye’de 60’lara, 70’lere baktığımızda inanılmaz bir kültürel patlama sözkonusudur.
Örneğin Türkçe şiirde bir taraftan son derece deneysel ve bohem fakat aynı zamanda derin bir şekilde politik olan İkinci Yeni şairleri var. Onlara karşı olarak yeni nesil toplumsal gerçekçi şairler yerlerini alıyor. Tezimin bir bölümünde bu iki grup şairin arasındaki tartışmalara odaklandım ve İkinci Yeni’yi yaşanmamış bir altkültür hareketi olarak teorize etmeye çalıştım. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da ‘New Left’ yani ‘Yeni Sol’ olarak adlandırdığımız hareketin felsefesinin çok benzerini geliştirdi İkinci Yeniciler. Onlar için devrim sadece bir sınıfın başka bir sınıfı devirmesi değildi. Şiirlerinin satırlar aralarını dikkatli bir şekilde okuduğumuz zaman anlıyoruz ki onlar için de devrim aynı zamanda zihnimizi, duygularımızı, ilişkilerimizi, gündelik hayatımızı baştan aşağı değiştirmek ve dönüştürmek demekti.
Anadolu Rock müziğinde de benzer bir şey gözlemliyorum. Bir de Anadolu Rock, bu dönemde Türkiye’deki toplumsal ve kültürel hareketlerin dünyadaki konumunu anlamak için müthiş bir örnek sunuyor bize. “Saykodelik rock’dan daha çok ‘1. Dünya’ya dair bir kültürel akım olabilir mi?” diye sorulabilir. Fakat Anadolu Rock’u irdelediğimiz zaman hem dünyaya hem de Türkiye’ye dair çok can alıcı şeyler gösterdiğini görüyoruz. Kitapta geliştirdiğim tüm argümanları burada sayamam ama kitapta birkaç temel soruya cevap arıyorum. Burada birkaçını listelersem sanırım dinleyici ne yapmaya çalıştığımı daha iyi anlar:
- Anadolu Rock sadece politik şarkı sözleri kullandığı zaman mı politikti?
- Düzenledikleri müzik yarışmalarıyla Hürriyet ve Milliyet gibi ana akım gazeteciler, Anadolu Rock gibi Anadolu’dan kopan ezgileri ve sözleri Batı enstrümanları ile birleştiren bir müzik tarzını neden destekledi? Bu müziğin ideolojik temelleri ne? Ne derece resmi ideolojiden besleniyor veya ona karşı çıkıyor?
- 60’larda Türkiye’de ithal ikameci sanayileşme stratejisi hakimdi. Peki, Anadolu Rock’ın da aranjman müzik tarzı yerine yerli bir rock modelini geliştirmesi bu bağlamda o dönemin Türkiye’siyle ilgili ne gösteriyor bize?
- Anadolu Rock’ı dünya bağlamına nasıl oturtabiliriz? Zira sadece Türkiye’de değil, bu dönemde İngiltere’de, Brezilya’da, Meksika’da ve daha pek çok yerde yerli halk müziği geleneklerini modern bir tarzda yorumlayan bir sürü hareket ortaya çıktı. Bu, bize küresel konjonktür ile ilgili ne gösteriyor?
- Jeopolitika, yumuşak güç ve materyal tarih Anadolu Rock’ın gelişmesini nasıl etikiliyor? Mesela, biliyoruz ki Türkiye’de rock müzik buradaki askeri üslerinde yaşayan Amerikan askerlerin plakları sayesinde yayılıyor, Erkin Koray gibi birçok müzisyen de ilk gitarlarını yine onlardan satın alıyorlar. Aynı zamanda yeni sanatçıların patlamasında 60’larda plakların hammaddesi olan petrolün fiyatının düşük olması büyük bir rol oynuyor.
İşte kitabım böyle büyük soruların cevabını arıyor, fakat müziğin kendisinden ve verdiği coşkudan uzaklaşmayarak.
Müzik üzerine yazmak senin için nasıl bir deneyim?
Müzik üzerine hem yazmak hem okumak harika bir deneyim. Hani ‘Dünya üzerinde hiçbir eleştirmenin heykeli dikilmedi’ diyorlar ya? Bir kere yanlış, Toronto’da edebiyat eleştirmeni Northrop Frye’nin heykeli var mesela. Sanırım insanlar ‘eleştirmek’ kelimesini sevmiyorlar. Hem İngilizcede ‘criticism’ın hem Türkçede ‘eleştiri’nin kötü bir tınısı var. Oysa Sanat Kritik’teki ‘kritik’ kelmesi Hint-Avrupa dil ailesinin çok eski ve güzel bir kökünden geliyor. Antik Yunancadan ‘krinein’ kelimesi, ayrıştırmak, karar vermek veya açıklamak demek. Latincede ‘cribrum’ süzgeç veya elek demek. Yani ‘critic’ veya ‘eleştirmen’ dediğimiz insanın işi bir şeyleri kötülemek değil. Aksine, sanatın, üretilmiş olanın uçsuz bucaksız karmaşasına düzen veriyor, birbirinden farklı olan şeyleri ayrıştırarak aslında bir rehber görevini üstleniyor. Ben sevdiğim bir şarkının veya edebi eserin iyi bir eleştirisini okuyunca o esere yeni bir gözle bakıyorum. Analiz etmek keyfime mani olmuyor. Aksine o eseri daha iyi anlamak keyif veriyor. Ve eleştiri, eserden ikincil bir konumda değil. Ona karşı ‘parasitic’ veya asalakvari bir ilişkisi yok. Eleştiri yazısı yazmak da başlı başına üretmek demek. Son derece yaratıcı bir eylem. İşinin ehli bir eleştirmeni okuyunca bunu hissediyorsun.
Sevdiğin müzik yazarları kimlerdir? Tavsiye edeceğin kitaplar ne olurdu?
Türkiye’den mesela Murat Meriç’in Hayat Dudaklarda Mey kitabını çok seviyorum. Derya Bengi’nin Sazlı Cazlı Sözlük serisi inanılmaz keyifli ve öğretici. Genç yazarlardan Cansu Demirer’i başarılı buluyorum, 5Harfliler’de çıkan Çiğdem Talu yazısı çok güzeldi mesela. Yabancı müzik yazarlarından tabii ki en başta Greil Marcus var, benim için özellikle The Old, Weird America kitabı. Ellen Bass’ın hem fikirlerinden hem de üslubundan hala çok şey öğreniyorum. Eski de olsa Simon Frith’in Performing Rites’ı benim başucu kitabım. Bu aralar Joshua Clover’ın Roadrunner kitabını okuyorum. Kitap boyunca tek bir ‘single’a odaklanıyor, The Modern Lovers’den “Roadrunner.” Kitap hem komik hem kuramsal anlamda derin ve yoğun. İyi müzik eleştirisi nasıl yazılır diye bana örnek oluyor.
Peki seninle bir liste yapsak hangi müzisyenler veya şarkılar öne çıkardı?
Çok zor ama güzel bir soru! Şarkılarla başlayalım. Şu an benim için öne çıkan, zamansız diyebileceğim 10 şarkıyı söyleyeyim, hem Türkiye’dekilerden hem de yabancılardan.
10 Yabancı Şarkı:
Otis Redding – “Cigarettes and Coffee”.
Nina Simone – “22nd Century”.
Joni Mitchell – “The Last Time I Saw Richard”.
Dionysis Savvopoulos – “Zeimpekiko”.
Nick Drake – “Pink Moon”.
The Clash – “Lost in the Supermarket” .
Jorge Ben Jor – “Os Alquimistas Estão Chegando”.
Whitney Houston – “I Wanna Dance With Somebody”.
my bloody valentine – “when you sleep”.
Frank Ocean – “Pink + White”.
10 Yerli Şarkı:
Tülay German – “A Perdre Haleine”.
Erkin Koray – “Türkü”.
Μοğollar – “Haliç’te Gün Batımı”.
Nükhet Duru – “Beni Benimle Bırak”.
Sezen Aksu – “Bu Gece”.
Hardal – “Gece Vakti”.
Grup Yorum – “Sıyrılıp Gelen”.
Yavuz Çetin – “Oyuncak Dünya” .
Ezhel – “Şehrimin Tadı”.
Melike Şahin – “Nasır”.
Müzisyenlere gelirsek, say say bitmez. 2022’de yeni müzik çıkaran ve benim için sürekli fonda olan birkaç ismi söylemekle yetineyim:
Guerilla Toss, Bad Bunny, Düşün, Jockstrap, RUBY, Simge Pınar, Marina Satti, aisu, Planet 1999, Zone.