Tevfika İkiz
tevfika.ikiz@sanatkritik.com
Peyami Safa’nın Server Bedi ismiyle yazdığı Ateş, verimli yazarımızın 1944’te yayımlanan ama neredeyse unutulmuş, pek de öne çıkarılmamış romanını elime aldığımda “yine bir savaş romanı, hep aynı dönem savaş anlatıları ve travmalar üzerinden yazıyorum” derken en sevdiğim duygu, şaşkınlıkla, kendimi entrika içeren bir aşk romanının içinde buldum. Aklıma bir hastamın sözleri geldi: “İnsan en canhıraş kötü deneyimlerinde içinden aşk çıkaracak enerjiyi buluyor”.
Ateş romanı atmosferi oldukça zor, ağır travmaların yaşandığı Çanakkale Savaşı’nı bize çerçeve olarak sunarken aslında bir erkek için ateşten gömlek savaşta ölmek mi yoksa erkekliğini kaybetmek mi daha korkutucu gibi son derece evrensel bir sorunsala da yanıt arıyor gibi. Romanı okurken yazarın zihninde yani ruhsal sahnesindeki karakterleri ve onlara yüklediklerini aydınlatırsam sorumun yanıtlarını ya da düşünme yollarını da aralayabilirim diye aklımdan geçirdim.
Hegel’in “en iyi bilinen en bilinmeyendir çünkü çok iyi biliniyordur” cümlesini erkek cinselliğine atfedebiliriz. Erkeklik, erkek gücü gibi kavramlar hem çok çalışılan hem çok iyi tanınan olmalarından ötürü derinleşmeye de fazla izin vermese gerek. Romanımız tam bir erkek romanı olarak düşünülebilir. Turgut Cevat Bey savaşta kışın zor şartlarında kumandanının verdiği bir emirle başka köylere bir iş için yola çıktığında karlar içinde bir genç hanımla karşılaşır. Savaşın ağır şartlarında bir “güzel” genç kızın orada bulunmasının şaşkınlığını yenmeye çalışırken kimi aradığını sorgular ve kızın arkadaşı Ali Seyfi’nin nişanlısı olduğu ortaya çıkar. Ali Seyfi tabiri caizse ölümden beter bir durum içerisindedir. Turgut Cevat arkadaşı ile karşılaştığında onun iki bacağının da artık işlemez durumda olduğunu öğrenir. En kıymetli yerin başın ve kalbindir, şeklinde ikna çabalarına rağmen Ali Seyfi nişanlısı Şefkat’i görmek istemez. Şefkat ismi tabii ki ilerleyen satırlarda romanın sorguladıkları ile çok anlamlı hale gelecektir. Ali Seyfi nişanlısının karşısına sakat şeklide çıkamayacağını söyler. “O benim bütünümü seviyordu ama ben onun sevdiğinin yarısıyım,” diyerek iki bacağının da kesilmesinin bu aşkın sürmesine olanak vermediğini arkadaşına söyler. Yazar bu diyalogda kadın ruhuna dair fikirlerini cesurca söyler; ilk fedakârlık hamlesi ile ağır hastalık kabul edilir ama eksikliğin içine dolan zehir ile bedbaht olunur merhamet nefrete çevrilir. Öykünün devamında öncelikle Şefkat’in nişanlısından hamile olduğunun anlaşılması, ardından bebeğini kaybetmesi, Ali Seyfi’nin ölmediğini öğrenip ona ulaşamama çabaları, melodram tadında ilerleyen romanda sürekli sorgulananın aşkın ve sevginin yetersizliklere, eksikliklere yetip yetemeyeceğidir. Önemli karakterlerden biri de Turgut Cevat’ın annesidir. Toplumsal ahlak ve ilkelerinin sözcüsü olan bu kadın hem aşkın değeri hem sakat bir kişiye bakımın zorlukları, evlenmeden çocuk sahibi olunması konusunda bir nevi üst benlik işlevi görmektedir. Roman boyunca aşkın yüceliği karşısında ahlak ve vicdan meseleleri de hep tartışılmaktadır. Turgut Cevat sevgiliye çirkin görünmenin zorluğunu, insanın yüzünde sivilce çıksa bedbaht olacak nerede kaldı iki bacak olmadan mutluluk, diyerek aslında Şefkat ile arkadaşının uzak kalmasını düşündüğünü de göstermektedir. Narsistik olarak incinmenin zorluğuna, acıma değil hayran olunmasını isteyen bir sevgi düşüncesine rağmen, Şefkat insan kalbi her şeyin çaresini bulur diyerek aşkın üstünlüğünü savunmaktadır. Sakatlığı şerefli bir sakatlık vatan için olmuş, derken aslında sevgilisini ülküselleştirerek bu sorunu halledecek gibi dururken, gerçek çok daha acıdır. Ali Seyfi bacağını değil “ehemmiyetli uzuvlarını” kaybetmiştir ve şarapnel parçaları nedeniyle hadım edilmiştir. “Ölüm bundan daha az felakettir, kuvvetim olsa ön cephede savaşır erkekçe ölmek isterdim,” diye feryat eden Ali Seyfi herkesten uzağa giderek izini kaybettirmiştir. Bacağı kesilmiş adamla bir kadın evlenir ama ya bir harem ağası ile? Bir kadının gözünde erkekliğini mi kalbini ve ahlakını kaybetmek mi hangisi seçilmeli gibi ikilemler romanın merkez sorunsalını oluşturmaktadır. Şifa bulunamayan aşk melankoliye dönüşür fikrine bağlı kalan öyküde Turgut Cevat Şefkat’i teselli ederken bir yandan da sağlıklı erkek olarak onun elinin güzelliği gibi detayları da bizlere satır aralarında anlatarak “güçlü erkek, tercih edilendir” şeklinde bir kıvama da okuyucuyu getirir. Sıcak hislerin üzerinden zamanın rüzgârı geçmelidir, zaman aşk ateşini önce içimizde yelpazeler sonra söndürür, eskitir, yıpratır, perişan eder. Romanın devamında Turgut Cevat savaşta yaralanır ve ne tesadüftür ki arkadaşının yattığı hastaneye getirilir. Seyfi’nin yattığı odaya, hatta yatağa yatırılması onda arkadaşının kaderini takip etme duygusu uyandırır. Tabii onun makus talihine benzemekten ziyade aynı kadını kendisinin sevebileceği duygularının hevesine kapılır. Bu satırları okurken Freud’un erkeğin kadınsı üç büyük figürü aklıma geldi: anne, sevgili ve ölüm. Turgut’un hasta yatağında bu üç büyük kavram ile bir arada yoğrulan akıbeti özenle anlatılır. Düşmandan ya da bombadan korkulmaz sakat kalmaktan korkulur, fikri ile boğuşan Turgut Cevat sonunda bir şekilde Şefkat’in arkadaşı hemşire ile hasta yatağında karşılaşır ve ona ulaşır. Annesinin Şefkat’in olumlu özelliklerini anlatan uzun mektubu da kendi arzuları ile birleşince sevgiliye kavuşulur. Peki Ali Seyfi ne oldu? Hadım edilen kahraman tabiatla baş başa başarısız olarak devam etti yaşamına. Ateş bir yerden girdi ama başka yerlerde yanmaya devam etti.
Erkek bedenini en çok tehdit eden savaş, Turgut Cevat’ın hadım olan karakter karşısındaki dehşeti tahmin edilebilir. Ayrıca baş kahraman nasıl sakat olacaktı ki? Fizikî sakatlığı olan erkekler erkekliğin toplumsal ve geleneksel temsilleri ile nasıl baş edecekler? Kas gücü veya saldırgan eylemler ile değil, bakış ve kelimelerle ötekini yenmeyi her fırsatta gösterme, üstünlük gösterisi, kendini beğendirmek, yönetmek yani baştan çıkarmak ve cinsellik kendine güvenin merkezindeyken Ali Seyfi tabii ki Turgut Cevat ile sahnede rekabet edecek durumda değildi. Bu nedenle ücra bir köşede bundan sonra sadece tabiat ile ilgilenecekti gibi bir sona doğru itildi. Her zaman performansı yüksek, hiç hatasız, eksiksiz olma durumu, ölçüsüz bir benlik ideali ile yaşama beklentisi, roman kahramanının boşluk duyguları hissetmesini, bütünlüğünü kaybetmesini, ağır darbe alan narsisizminin toparlanamayacağı mesajını da vermektedir. Savaşta fedakârlık vardır ve bu duygu ile her bir savaşçı asker kanı, canı ve vücudunu ölümüne ortaya koyar; alınacak ödül ise şereftir. Ama bu ödül toplumsal hayatta ne kadar süre erkekliğin üstünlüğünü garanti edecektir?
Romanı okurken Şefkat etrafında örülen olayların izini sürdüğümde, Freud’un 1933’te yazdığı Erkekte Özel Bir Nesne Seçimi yazısını hatırladım. Ödipyen sorunsalın anlatıldığı metinde anneyi babadan kurtarma düşleminin yanı sıra kardeşlerden de kurtarma, kendisine saklama gibi bir durum söz konusuydu. Turgut güçlü bir erkek olarak savaştan görece sağlam çıkmış aynı hasta yatağında yatsa da arkadaşı bir nevi kardeşi gibi gördüğü Ali Seyfi gibi kayıpları olmamış, onu devre dışı bırakıp Şefkat ile evlenmişti, acaba romanın devamı olsaydı mutlu bir beraberlik olur muydu bu çalıntı aşkta?