
İpek Bozkaya
“Benim kitabım için korkunç bir felaket olan -ancak, Edebiyat Cumhuriyeti için ne denli korkunç bir felaket olduğu düşünülürse, kendi felaketim arada kaynayıp gidebilir- taze maceralar peşinde koşma tutkusu, itiyadımıza, mizacımıza öylesine işlemiştir ve bizler bu şehevi arzumuzun sabırsızlanmalarını bu yoldan tatmin etmeye öylesine hevesliyizdir ki, bir kompozisyondan onun kaba saba ve etli butlu bölümleri dışında hiçbir şey algılayamıyoruz.”
Böyle dedirtiyor Lauence Sterne, anlatıcısı Tristram Shandy’ye, bundan yaklaşık üç asır önce yazdığı ve “hiçbir şey anlatmadığı” romanında. Taze maceralar peşinde koşmayı, dramı, insanlar arasındaki büyük büyük meseleleri, uzun tabiat tasvirlerini, girift insan ilişkilerini, bir uzun anlatıdan çıkarınca geriye ne kalır? Hiçbir şey, denilebilir eğer romantizm peşinde koşan hülyalı bir okuyucuysanız. Fakat Tristram Shandy okuruysanız denilebilir ki; geriye anlatmanın zevki kalır.
Konuya Tristram Shandy ile girmemizin nedeni, Kerem Eksen’in Buradayız’ının Sterne’in ele avuca gelmeyen anlatısından yaklaşık üç yüz yıl sonra benzer saiklerle yazılmış olması. Hatta biraz daha ileri götürerek diyecek olursak Shandy’ye öykünmesi. Ama öykünmenin sınırlarının yazarın kendine özgü dilini oluşturmaya engel olmayacak ve teknik ilhamdan öteye geçmeyecek şekilde çizildiğini elbette söylemeden geçmeyelim ki öykünmek burada bir taklit olarak algılanmasın. Yoksa tedirgin ve şüpheli bir okursanız; editör Selim’in romanının konusunu arkadaşına açıkladığında arkadaşının biraz düşündükten sonra ona sütlü kahve içmeyi önermesini (“roman yazmak isteyen bir adamı anlatan bir roman, insanda sadece sütlü kahve isteği mi uyandırıyordu.”) okuduğunuzda Shandy’nin yedinci kitabın otuzuncu bölümünde sütlü kahve içmesini ve kahveden iki cümle bahis açmasını (“bu arada belirteyim, pek leziz bir içecektir, ince hastalığa birebirdir, ancak kahve ile sütü birlikte kaynatın, -aksi halde sadece kahve ve süt içmiş olursunuz.”) hatırlayabilirsiniz; ve iki anlatıda da sütlü kahve gibi her yerde rastlanır bir içeceğin kısa bir an anlatı sahnesine çıkmasını tespit etmedeki paranoyak yaklaşım sizi aşırı yorum hastalığından muzdarip bir okur olmaya sevk eder ki bu kötü ve üzücü bir şeydir.
Bu yazıda bir öncü olarak Tristram Shandy Beyefendi’yi sık sık anacağız. Ve Shandy’nin huzuruna çıkıp biraz oralarda dolanacağız.
Eksen, dramsızlık ve hayata dokunma meselesini merkeze çekerek yaşamın sıradan yanlarını, anlatıcının yazmak istediği kitabın yazılış sürecinde eritip bu süreçteki meselenin yazının kendisi oluşunu anlatıyor Buradayız’da. Shandy’den alıntılatıdığım ilk paragrafla bağlantılı olarak Buradayız’ın anlatıcısı da yazmak istediği romandaki merkezsizliği ve yalınlığı (Shandy yalın değil gürültülüdür) şöyle anlatıyor:
“Madde bir, kahramanlarım hiçbir koşulda ürpermeyecek, sırtlarında en ufak bir ürperti hissetmeyecekler. Ürpermek de ne demekmiş, anlamsız ve tamamen gereksiz bir ayrıntı… Ayrıca kahramanlar -madde iki- Yurdaer’in romanında olduğu gibi hayali bir adaya gidip adını merak etmedikleri yalnız ve gizemli kadınlarla ansızın sevişmeyecekler. Hayır, hiçbir erkek, hiçbir şekilde, hayatın anlamını bir sır gibi içinde taşıyan o kumral kadınların cazibesine kapılmayacak. O hâlde madde üç: Kahramanlar -kadın veya erkek- hiçbir koşulda hayatın sırrını içlerinde taşımayacaklar. Bu sırrı şu veya bu yolla ele geçirmiş olanlar, bildiklerini derhal en yakınlarındakilere açıklayacaklar. Ayrıca hiç kimse metaforik kentlerin metaforik sokaklarında anlamlı sessizliklere bürünüp yürümeyecek, metaforik gemilere binip metaforik adalara doğru yolculuğa çıkmayacak! Olaylar alelade mekânlarda, hatta mümkünse gözümüzün önünde cereyan edecek. Madde dört.”
Yazıyla ilgili fikirlerimizi tekrar sorgulamaya davet eden ve anlatıcının neye tam olarak karşı çıktığını anlamamızı sağlayan, anlatıcının manifestosu diyebileceğimiz bu alıntıladığım paragrafta anlatının özünü veren anahtar bir kelime var: alelade. Bu, anlatıcının bir anlatıdaki beklentisini hap şeklinde sunan bir kelime. TDK bu kelimeyi: 1. Her zaman görülen, olağan; 2. Bayağı. şeklinde açıklıyor. Olağanlık ve bayağılık, sıra dışının sıkıcılığından ve geçiciliğinden korur, gündeliğin ve duruluğun övgüsüdür. Burada olağanlık başka odaklar aramaksızın kendine dönüşü, dolayısıyla yazının kendine çarpıp tekrar ivmelenmesini anlatıyor. Yazının büyük olaylardan değil de kendi varoluşundan hareketlenmesi, yani yazının meselesinin yazı oluşu, yazıyı bir araç değil amaç yapıyor. Amacı yazı olarak belirlediğinde ise yazı hayata değil, hayat yazıya araç oluyor.
“Genç adam kırtasiyeciye girdi. Bu sıradanlık, diye düşündüm, canımı sıkıyor, hem de çok. Romanımda kırtasiyeciye girildiğinden bahsetmek dahi istemem. Benim romanımda insanların kırtasiyeciye girmelerini, restorandan çıkmalarını, otobüs beklemelerini istemiyorum. Bunlardan yeterince bahsedildi, mesela Yusuf Atılgan güzelce anlattı insanlar sinemadan nasıl çıkmışlar, nasıl yürümüşler filan, geldi, gitti, içi sıkıldı, bunlar hoş, ayrıca Yusuf Atılgan’ı severim ben, ama dünya felakete sürüklenirken bunlardan bahsetmek olmaz. Yeni bir dil, yeni bir roman.”
Anlatıcı Selim, burada yukarıda bahsettiğimiz sıradanlığı tersyüz ediyor ve aslında yine sıradanın sınırlarında dolanıp günlük hayatın önemsiz ayrıntılarını bu yeni roman ve dil arayışı içinde farklı bir yerde konumlandırmak ya da bunlardan tümüyle sıyrılarak sıradanı yeniden yorumlamak istiyor. Selim’in yazılagelmiş sıradanı, edebiyat oyunlarıyla yeniden konumlandırmak istediği bu arayışında neye karşı olduğunu belirlemedeki motivasyonu itirazdan temelleniyor.
Hayatla ilgili büyük, ağır, kompleks ve muhtemel gerçekleri okurdan askıya almasını talep eden -ve bu gerçekleri alaya alan- bu tür bir yazıda bu boşluğu yazar gündelik retorikle dolduruyor ve yine verdiği ansiklopedik bilgilerle, insan ruhuna dair dolaylı çözümlemelerle, günlük hayatın özüyle; fütursuzca üst üste yığılan anlam yüklü olgular yerine; edebiyatın bir oyun aracı olarak neler yapabileceğini, yazının bu oyunun bir parçası olarak nasıl eğilip bükülebileceğini gösteriyor. Tristram Shandy’nin romanslara savaş açması gibi Buradayız’ın anlatıcısı da bu büyük olaylı, metafor yığınlı, entrikalı, hayatın sırrını tek bir cümlede arayan dev prodüksüyonlu anlatılara savaş açıyor.

Okuru ikna etmek ve okurun duygudaşlığını eşzamanlı sürdürmek için uzun uzadıya bir sahneyi dramatize etmeye gerek duyan ağdalı metinlerin karşısında, karakterler yazan karakter üretiyor, yazma eylemi üzerine yazıyor, yazıyı yazının meselesi yapıyor. Ve nihayetinde “roman yazmak isteyen yazar adayını anlatan bir roman” konusuyla Buradayız kendi kendini oluşturan, metnin bir kurmaca olduğunu hatırlatan, kendi kurgusunun kurgu sürecini anlatan anlatıcıyla bir üst kurmaca oluyor. Okuru bilgilendirmek ya da okura yol göstermek gibi bir misyonu olmayan ve okuru özgürleştiren bu yaklaşım yazının sosyal, politik, didaktik, romantik vesaire yükünü omzundan atıp misyonsuzluğu misyon ediniyor, yazıyı kısıtlamalardan, şarta bağlamalardan kurtarıyor.
Kitapları anlatan bu tür postmodern kitaplar -şüphesiz diğer kitaplarda olduğu gibi- edebi bir mirasın üzerine bina edilir. Laurence Sterne kitap boyunca kendinden önce yazılmış kitapları okura sırası geldikçe hatırlatır, hatta daha da ileri giderek okuru sorguya çeker ve “okumadıysanız okuyun” der. Horace, Montaigne, Cervantes, Homer, Shakespeare, Hogarth, Bunyan, Locke, Isocrates, Aristo, Vergilius ve daha nice yazar ve düşünür Tristram Shandy’nin malumatfüruş anlatısında bir görünüp bir kaybolur. Shandy’nin bunu yer yer okura kızarak, okurdan eyleme geçmesini bekleyerek yaptığını göz önüne aldığımızda Buradayız’ın anlatıcısı kendi halinde bildiklerini tekrar eden ve okurun bilgisini bir beklentiyle yoklamayan biri gibidir. Buradayız’ın anlatıcısı Selim de Shandy gibi okurun önüne bir yazar envanteri çıkarır:
“Bir romanın neye benzemesi gerektiğini bile bilmiyordum henüz. Madam Bovary bile kitaplığımda öylece duruyordu. Evet, Madam Bovary’nin kapağını açmamıştım ya da Anna Karenina’nın… Gerçi Proust okumuştum bir miktar, sonra Dostoyevski ve tabii Laurence Sterne… Tanpınar’ın bütün romanlarını, sonra Oğuz Atay’ı, Yusuf Atılgan’ı, Yaşar Kemal’i okumuştum. Ama henüz hazır değildim. Belki de çoktan hazırdım. Belki bütün bunlar, bu Flaubert’ler, Tolstoy’lar, hepsi içimi kirletecek, içimde özgün olan ne varsa öldürecekti. Ama belki…”
Selim’in, okuru roman boyunca kendinden önce yazılmış metinlerin evreninde gezdirerek o evrene davet etmesi, edebiyat tarihinin önemli kişilerinden sürekli bahis açması, yazıya desteğe seleflerini de çağırması rüştünü ispatlamaya çalışan bir anlatıcının/yazarın “bakın ben aslında bunları da biliyorum” diyerek yaptığı bir şeymiş gibi okunmasına yol açar. Okuduğumuz yazar kahraman, edebiyatın bütün muhtemel oyunlarına öyle hakimdir ki yazıyı oyunun bir parçası olarak kullanacakken kendinden önce yapılmışları ve kendini o noktaya getirenleri süzgecinden geçirdiğini alenen belirtir. Sterne, Tristram Shandy’de yazarın bu tavrını şöyle açıklar:
“Görüyorsunuz ki ben ilim irfan sahibi biri olarak yazmaktayım; kinayelerim, tasvirlerim, istiarelerim, mecazlarım bile hep allame işi, hem ben kişiliğimi gerektiğince korumaz, farklılığımı ortaya koymazsam halim nice olur?”
Yazar kahraman, bu postmodern oyunda (her ne kadar postmodern kelimesini Selim sevmese de) böylece kendi mesleki (yazarlık) bilgi ve birikimini dolaysız olarak anlatıya eklemlemektedir ve anlatıya malzeme olarak hayatın sıradan dertleri yanında ve bunlara referans olarak okuma listesiyle birlikte kendini de eklemektedir. Bu kadar çok yazarın gürültüsünün, yazarın kendi sesini duymayı zorlaştırması ve bu gürültünün bir okuma listesiyle kendi listesini oluşturup bu sürecin sonunda bu kitabı almış olan saf okura başka yazarları adres göstermesi, okurdan duygusal ve entelektüel katılım bekleyen bu tür bir metin için oyunun bir parçasıdır. Ve yazıyı yazının meselesi yapan edebiyatın işlevi de burada başlar: yazının olanakları üzerine düşünmek.
Okurun okuma eylemiyle ilgili geleneksel beklentilerini dönüştüren, yazıyla ilgili fikirlerimizi tekrar sorgulatan ve okuru üretime dahil eden bu tür romanlar kendilerinden önceki metinlerin basmakalıp edebi örüntülerine karşı çıkarlar. Tristram Shandy kitabının düpedüz bir romans olduğunu öne sürecek hipereleştirmenlerle savaşa girer, Selim de yazacağı kitabın sürekli piyasadaki anlatılardan sıyrılacağını ve onun kitabında klişelere yer olmadığını anlatır. Alışılagelmişin eleştirisini yaparak yeniyi kuran bu edebi akrabalık bağında şövalye romanlarından zehirlenen Don Kişot’a, Don Kişot’tan etkilenen Stern’e, Sterne’den etkilenen Oğuz Atay’a 2013 yılında Kerem Eksen de Buradayız ile eklemlenir ve “Buradayız”, “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba”ya verilmiş bir cevaptır.