.

Göç Yolunda Fark Edilmeyen: “Ağlayan Dağ Susan Nehir”

İrem Erdem Atak

“Çingenelerin yaptığı sadece onların dinlemek istediği masalı anlatmaktı. Bütün maharetleri buydu işte: ne duymak istediklerini anlamak…”

Ayşegül Devecioğlu’nun Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı romanı, kurguyu, yalanı ama bir o kadar da gerçekliği aktarıyor. Kendi kimliğinden göçmekle uğraşan Naciye Abla kelimenin tam anlamıyla yersiz yurtsuz. Ne Çingene olabilmiş, ne öteki; anlatılan kalabalığın içinde hep yalnız, hep dertli, hep hüzünlü… Karanlıklar, belirsizliklerle yüklü bir hayatları anlatan bu roman, okuyucuyu da yersiz yurtsuz ediyor Naciye Abla’nın öyküleri peşinde gezinirken.

Çingenelerin yurdu yoktur. Onlar, herkesin yurt diye sahiplenip dikenli tellerle, sınırlarla, silahlı askerlerle koruduğu toprak parçalarından hiçbirine ait olmazlar.

“Yersiz-yurtsuzluk ya da vatansızlık” genel anlamda “köklere bağlılık” kavramının karşıtı olarak kullanılmaktadır. Köke bağlı olmak ve bağlı kalmak, oturmak, kök salmak, yerini sağlamlaştırmak ve böylece huzura ermek demek iken; bütün bunların tersi ise yersiz yurtsuz olmak, kökünden kesilmek, köksüzleşmek demektir. Köksüzleşmenin doğal bir sonucu ise zorunlu olarak “yer değiştirmek”, yani göç etmek demektir.

En genel anlamda göç “anlamlı bir uzaklık ve etki yaratacak kadar bir süre içinde gerçekleşen bütün yer değiştirmeler” olarak tanımlanmaktadır. Göç eden insan, bir noktada muazzam bir özgürlüğe kavuşur ya da kavuştuğuna inanır. Göç ile birlikte sadece farklı insanlarla tanışılmaz, tandık olmayan yerlerle, yeni bir iklimle ve mimariyle de eş zamanlı olarak karşılaşılır.

Göçle birlikte yeni öyküler kurgulanır. Göç tekinsiz ile karşılaştırır kişiyi. Travmatize olmuş kişi, bu zorlu durum karşısında nasıl hareket edeceği karmaşasının yanında genel olarak nasıl karşılanacağının da bilinmediği bir tekinsizlik içinde bulur kendini. Yeni yerdekiler gelen için, gelen ise oradakiler için bilinmezdir.

Anlatıcı her Edirne’ye gidişinde farklı duygular tariflemektedir; merak, şaşkınlık, neşe, bilinmezlik, telaş, kaygı, bağlılık gibi… Adeta orada yaşananları biliyor gibidir, ama bir yandan da inanmak istediği Naciye Abla’nın yalan öyküleridir aslında. İşte, tekinsiz olan ne yenidir ne de yabancıdır, “tam tersine sadece bastırma sürecinin başkalaştırdığı, fakat ruhsal yaşam için öteden beri tanıdık olan şeydir”, gizlenmiştir ve tekrar ortaya çıkar.

Tekinsizlik yaşantısı bir anlamda bilinçdışımızın kendini bize, içimizde olan ve hem bize benzeyen hem de tuhaf bir şekilde farklı bir kişi olarak hissettirmesidir. Göç, bu duyguyu kolaylaştıran en önemli eylemlerden biridir. Çingenelerin de göçerek yaşama devam edebilmelerinin sırrı burada olabilir.

Üstelik göç, eski bağların bırakılmasını ve yeni bağlar kurulmasını gerektirdiği için tıpkı ergenlik gibi ayrılma bireyleşme dönemini andırır. Roman boyunca göç eden kahramanlara rastlarız: Basri, Salih, Cevahir, Güney, Sömgängare… ergensi yanlarıyla yollara düşen kahramanlar…

“Evlerden eşyalardan, mülklerden, bayraklardan, kitaplardan, banka hesaplarından, inceden inceye hesaplanan güvenli gelecek düşlerinden çatılmış dünyayı çıplak ayaklarının altında çiğniyorlardı; bacası tüten, güneşi parlayan çocuk resimleri gibi acemice çiziştirilmiş hayalleri buruşturup atıyor, ne cennetle ödüllendiriliyor, ne cehennemle korkutulabiliyorlardı.” Belki de bu yüzden rahatlıkla göç edebiliyorlardı.

Göçebeler herhangi bir yurt ya da vatana sahip olmamalarına rağmen yerleşik hayattakilerle karşılaştırıldığında daha mutludurlar.Yersiz yurtsuzluk bağlamında kültürel periferde kalma ve pasif bir varlık alanıyla kendi varlığını yeniden inşa etmek zorunda kalır göç eden kişi, ama bundan çok da sıkıntı duymaz.

Yazar, “Bütün maskeler utanılacak sırları gizler.” derken çingenelerin karmaşık geçmişine, derin sırlarına gönderme yapmaktadır büyük olasılıkla.

Çingenelerin, yaklaşık 1000 yıl önce Hindistan’dan üç ayrı koldan başka coğrafyalara yayıldıkları, üç ana dilsel gruptan oluştukları (Dom-Lom-Rom) ve kültürlerini özgün özellikleriyle büyük ölçüde korudukları kabul edilmektedir. Bir yandan renkli, büyüleyici ve çekici tarafları dile getirilirken, diğer yandan hor görülmekte, önyargılara maruz kalmakta ve hırsız, dilenci, uğursuz olarak etiketlendirilmektedirler.

Bu damgalamalar sonucunda “çingene” imgesi olumsuz kurulmaktadır. Latince “imagos” (hayal, aldatıcı görünüş) sözcüğünden türemiş olan imge, Türkçede zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya; genel görünüş, izlenim; duyu organlarıyla algılanan bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar, hayaller olarak tanımlanmaktadır. Roman boyunca “çingene” imgesini zihninde canlandırmaya çalışan okuyucu, anlatıcının izinde bağlar kurmaya uğraşır. İmge ve söz birbirine kimi kez eklemlenerek kimi kez ayrımlaşarak ve ruhsallığın yaratıcı eylemleri olarak ruhsallığa, hareket ve özgürlük kazandırır; iç ve dış gerçeklik arasında bağlar kurulmasını sağlar ve bu sayede karşılıklılık içinde bir öteki yaratılmış olur. Psikanaliz de  düş, düşlem gibi sözün ve dil yetisinin ötesindeki çoğu kez görselliğe gönderme yapan ruhsallık ürünlerini kendi uğraşısının temeline yerleştirmiştir.

Belki de “imge”nin en gerçek, en özgün sahibi Çingenelerdir; çünkü onlar sadece ona inanır, ondan yararlanır, onu reddeder, onu kullanırlar. Hem geçimlerini hem varoluşlarını imgenin ürünleriyle sağlamaktadırlar.

“Çingenenin sözde cahilliği bile onun dünyasını bizimkine kapatan duvarın en sağlam taşlarından biriydi. Hiçbirşey bilmeyen- anlamayan bir olarak görülmek yeni hareket alanları sağlıyordu.” Anlatıcıya göre, “çingenelerin hayatta kalmasının, kendilerine düşman olan dünyada yaşayabilmesinin tek yolu” yalan söylemektir.

Çingeneler rutin ve düzenli bir yaşayış biçiminden uzaktırlar. Onlar acıktıkları zaman yerler, yoruldukları zaman uyurlar. Bütün cezalandırmalara rağmen kendilerine has özelliklerini ve dillerini koruyarak bugüne kadar gelmeyi başarmışlardır. Üstelik onlara ait herhangi bir tapınak, saray, mezar veya benzeri yapıya rastlanmadığı gibi eğitimlerine yönelik edebiyat, kitap, sanat gibi herhangi bir ürüne de sahip değildirler. Çingeneler herhangi bir ülkede yaşarken o ülkenin dilini konuşurlar. Yalanın, hayalin, imgenin dili de göç edilen ülkenin dili olur doğal olarak. Ancak, kendi aralarında iletişim kurmak için özgün dillerini tercih etmişlerdir. Bu sayede varlıklarını bozulmadan ya da yok olmadan sürdürmeyi başarmışlardır.

Ayşegül Devecioğlu- Fotoğraf: Muhsin Akgün-(Kaynak:https://www.metiskitap.com/catalog/author/1607)

Naciye Abla’nın anlatıcıya anlattığı öykülerin; çocuk satan çingenelerin, Malihulya’nın, Sairfilmenam’ın, Mayabozan’ın, Kankurutan’ın ne kadarının gerçek ne kadarının “hayal” ne kadarının “yalan”, ne kadarının kendi hayatına, ne kadarının başkalarının hayatına ait olduğu hep bilinmez kalmıştır. Ama bu imgeler anlatıcıya ilham olmuş, anlatıcı imgenin peşinde bütün hikâyeyi derlemeye uğraşmıştır. Hikâye anlatmayı ondan öğrendim. Çingene çok güzel hikayeler anlatırdı; gençliğine dair, çocukluğuna dair…Anlattıklarının çoğu yalandı. Onu şüpheyle dinlerdim; öykülerin, gölgenin de ışık kadar aydınlattığı bir dünyaya ait olduğunu bilmezden önce…

Çoğu çingene gibi Naciye Abla da hikâyesini yanılsama ve unutma; kimliğini yadsıma ve bir başka kimliğe bürünme üzerine kurmuştur. Ortada yok sayılan bir kimliğin uyumlu hali, Naciye Abla’nın kendi kimliğini yadsımak zorunda kalması, yadsırken de kendini yok sayanlara karşı uyumlu gibi göründüğü anlarda bile bir net bir karşı koyma tavrında olması dikkat çekicidir. Tüm masallarını kendini doğaya adayarak, yurdunu müziğin ve neşenin yurdu haline getirerek ve unutarak oluşturmaktadır.

Naciye ablanın öyküleri, tıpkı odasındaki eşyalar gibiydi. Birbirleriyle hiçbir tarihsel ve işlevsel benzerliği olmayan eşyalar bir araya konmuştu odada. Naciye Abla’nın hayatı da başka insanlardan alınmış hayatların yan yana getirilmesinden oluşuyor gibiydi.  “Yalanın yüreğindeki hakikat hep gizli kalmalıydı”. Çiçekçi, falcı, bohçacı, temizlikçi, çalgıcı, dansçı kadınların hakikati…Yine de, hakkında bir yığın bilinmezlik barındıran ve S.Freud tarafından “karanlık kıta” olarak tanımlanan kadınlığın yasak bilgilerini, hakiki arzularını da de anlatıp durmaktadır Naciye Abla. Çünkü masallar gizil ve yasak olanın söze dökülmesini kolaylaştırmışlardır hep.

Naciye Abla çingene’dir ve özünü hiçbir zaman kaybetmemiştir, o sadece ortamın ona sağladığı olumlu durumu lehine kullanmak için farklı bir görünüme bürünmüş, aslını inkâr etmek için çaba göstermiştir. Sonuçta “ne kendi halkından ne diğerlerinden olamadan göçüp gitmiştir”.

“Anlatılamayan, okunamayan, öğrenilmeyen ve hiçbir kitapta yazılı olmayan bu şeye ulaşmak için ışık kadar karanlıktan, gerecek kadar yalandan da geçmek gerektiğidir; yalanın, masalın, öykünün gerçekle olan aynı etinden…”

Anlatıcı, Naciye Abla’nın anlattığı her masalın, onun yaşamındaki çok önemli bir olayı sakladığını keşfettiğinde tamamlar hikayesini. Her masal bir yara, bir sızı barındırmaktadır içinde. Belki de yeterince “hoşgörülmüş”, hayır “horgörülmüştür” ki tek dayanağı yalan olmuştur bu çilekeş çingenenin.

Ne nehrin duyduklarını ne dağın gördüklerini yalın, olduğu gibi, gerçeklik içinde anlatmak mümkün değildi.

“Söylenemeyen yüzünden ağlardı dağ ve nehir söylenemeyen hakkında susardı. Nehrin ağlaması olanaksızdı. Bu yüzden susuyordu; bazen bentleri aşıp köyleri, tarlaları sular altında bırakarak susuyor ve dağ özellikle sabahları ağlıyordu.”

Belli ki Naciye Abla da hem ağlayan dağ hem susan nehirdi….