.

Kaan İnce Şiirinde Ergenlik ve Ölüm Düşünceleri Üzerine: “İçimde yüzlerce çocuk beni toplar”

Bengi Düşgör

“Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş.
Kırık düşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim

Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için
sabahın en serin ucunda bağıran ben
intihar edecekmiş gibi sıkıyorum
düşük boynuma asılı sonbaharı…”

Kaan İnce henüz 22 yaşında, genç bir şairken hayatına son verdi. Tüm şiirleri, Gizdüşüm/Ka n/Birinci Defter, Gizdüşüm adı altında, diğer şiirleri de ölümünden sonra yayımlandı. Belli ki kısacık yaşamına ne şiirlerini ne de düşlerini sığdırmıştır …

Onun şiirinde ölüm ve intihar kelimelerinin ne denli sıklıkla geçtiği, ölümüyle beraber daha da çarpıcı biçimde görünür hâle geldi. Yoğunlaşmış bir ölüm düşüncesinin, bir eyleme dönüşme olasılığı belki de kimsenin aklına gelmemiştir. Şairler ölümden söz ederler ve onun üzerine sıkça düşünebilirler, ancak bu onlar için bir entelektüel faaliyetten ileri gitmeyebilir de… Kim bilir?

Kaan İnce oldukça genç yaşta bir şairdir, ergenliği bitmiş midir, ya da Didier Lauru’un dediği gibi “ergenlik bir gün sonlanır mı?” ya da sonlanması için nelere ihtiyaç vardır? Yaşı nedeniyle bu dönemin izlerini şiirinde ve yaşamında görmek olasıdır. Ölüm düşüncesi de bu izlerin bir kısmıdır. Klinik çalışmaların çoğu ergenlikte ya da gençlikte, ölümü düşünmek ile intihar düşüncesinin aynı şey olmayabileceğini söylemektedir. Ölümü düşünmek, aslında bir entelektüel faaliyet olarak bir gençlik uğraşı diye düşünülebilir çünkü ölüm düşüncesi belki de ilk defa ergenlikte bir anlam kazanmaya başlar. Anne ve baba figürlerine olan bağımlılıktan çıkış ve bireyselliğin kazanılması özgürleştirici bir rahatlama sağlayabileceği gibi, ilk ayrılıkların depresif duygulanımını da taşıyabilecektir. Kendi başına olabilmek arzusu gerçeğe dönüşebileceği gibi, ötekine duyulan ihtiyaç, aslında bu yaşlarda akran desteğine duyulan ihtiyaca dönüşecektir. Anne ve babasından uzaklaşan genç artık onların ve elbette kendisinin de ölümlü olduğu düşüncesine yaklaşabilir. Yoğun bir tüm-güçlülük düşüncesinin yanı sıra kendi ölümüne yönelik düşünceler de aklına gelecektir.

Patrice Huerre, kuşaklar arası bağlardan söz ederken şöyle der: “insani ve duygusal ilişkilerin satranç tahtasında hiçbir figür, zincirleme bir reaksiyona yol açmadan, bütün diğerlerini, bir seri yeniden yerleşme gerçekleştirmek zorunda bırakmadan yer değiştiremez…” Ergenlik, kuşaklararası değişimlerin ve bağlantıların aynı zamanda kopuşların izlerini ve duygularını ortaya çıkarmakta oldukça başarılı bir dönemdir. Her şey yerinden oynamakta, değişmekte ve yeni gelene yer açmaktadır. Ancak kimi zaman bu değişimler, hüzünlü ve melankolik bir duygulanıma da yol açabilir.

Donald Winnicott, ergenlikte zamanın öneminden söz ederken, aslında ergenliğin tek çaresinin zaman olduğundan, ergenlik sürecinde yaşanabilecek kayıpların, değişimlerin ve nihai kazanımlara yol açacak zorlayıcı sürece katlanmanın tek çaresinin, zamanın geçeceğini bilmek olduğundan söz eder. Ergenlik acılarını zaman dindirecektir. Ancak bunun için beklemek gereklidir. Ergenlik büyümeyi vaat eder ve büyüyünce her şey değişecektir…  Oysa hiçbir değişiklik, büyümek de buna dahil, korkudan muaf değildir. Değişiklikler aynı zamanda ergeni korkutmakta ve hem bir arzuya hem de endişeye yol açarak, bir kargaşa yaratmaktadır. Bu kargaşa bazen içinden çıkılamaz bir depresif duygulanımın ya da duygusal bir çöküşün ve felaketin de habercisi olabilir. Kaan İnce bir şiirinde “içimde mayın tarlası var,” diye bağırır, patlamaya hazırmış gibidir…

“Dağılacağız yıldızlara bir bir

Sarı ışıkları evlere bırakıp

Sen ve ben

Ardımıza bakmadan artık…

Damarlarımdan

Gözlerinin içine bakarak

Tükürerek suratına ölümün

Mümkünü yok

Ben bozulmuş insan eti

Sen gecesin bayat

Başat ölüm

Çekinik hayat

Dövüşürüz sövüşürüz

Sabreden sarılık

Karaciğerimde patlar

İçimde mayın tarlası var”

Oysa ergenlikte ve gençlikte, ölmek arzusu ile intihar etmek arzusu aynı şey olmak zorunda değildir. Ergenlikteki tüm güçlü düşüncelerin de etkisiyle, ölmek, geri dönüşsüz bir durum olarak düşlemlenirken, intihar etmenin ise o kadar da geri dönüşsüz olmadığı düşüncesi hâkim görünmektedir. Bununla beraber intihar düşünceleri ergenlikteki normal gelişimin bir parçası olarak kabul edilebilecekken, intihara yönelik plan yapmak ve eyleme geçmek ise ruhsal bir zorluğa bağlı olabilmektedir.

Gençlerle yapılan olağan sohbetlerin büyük kısmında ölüme yönelik düşünceler ve ölümle bağlantılı zihinsel meşguliyetler, sıradan ve oldukça rutin biçimde karşımıza çıkar. Gençlik belki de “geniş zamanlar” olduğundan, ölüme dair düşüncelerin en kolay dile getirilebileceği zaman değil midir? Hem uzak hem de bir o kadar yakın olunan…

“bir bir geziyorum ölümleri, gecenin bakışları arasında. sabah
göğe yelken açıyorum, gündüzler tanımıyor beni nasılsa. Ayna-
larda yürüyorum bazen, martılarla düşüyorum denize; dudak-
larımı siliyor acılar. soluk alışımı duyamıyorum. sokak lambaları
gibi geç yanıyorum. gölgeler yürümüyor artık. kıvrılan yollarda
şarap lekeleri, sabahın ilk izi. ezanla dönüyor evine yüzü
külrengi gececikler. kaç kuytuda paslanıyor yalnızlık? üşüyorum.
gideceğim.

ve ben güzün ağlayacağım
sulara çekileceğim dönerken balıkçılar
yakamoz göreceğim dümensiz simsiyah gözleri
öleceğim
ve ben…”

Ergenliğin getirdiği büyümek düşüncesi, aynı zamanda ayrılıkları gündeme getirir ve ayrılık da çoğu zaman hüznü. Anna Freud “ergenlik bir yas zamanıdır” derken, ergenliğin getirdiği geri dönüşsüz değişimlerin ne denli yaralayıcı ve baş edilmesi gereken ayrılıkların işareti olduğunu söylemektedir.

Şairlerin ölüm ve hatta kendi ölümleri üzerine yazmaları pek de az rastlanır bir durum değildir. Muñoz, Edebiyatta Ölüm Teması konulu tez çalışmasında Walt Whitman (1819 – 1892), Emily Dickinson (1830 – 1886), Sylvia Plath (1932 – 1963) ve Anne Sexton (1928 – 1974) gibi şairlerin edebiyatında ölümün ele alınış biçimini inceler ve bu şairlerin yaşamlarından da yola çıkarak “ölüm” temasının neden bu denli önemli bir yer işgal ettiğini anlamaya çalışır.  Çalışmasında, Plath ve  Sexton gibi şairleri, intihar edimini gerçekleştirmiş olmaları bakımından özellikle seçtiğini belirtir. Şiirde ölüm düşüncesinin belirmesi ve buna yönelik bakış açılarının oluşumunu anlamaya çalışır. Muñoz, Calvin S. Hall’un  “Şiirde Ölüme ve Yaşama Yönelik Yaklaşımlar” isimli çalışmasında zaman içerisinde farklı yazarların bu konuya yönelik bakış açılarını incelemeye aldığından da söz eder ve bunun başka birçok yazar için “ölüm” dürtüsünün edebiyattaki yerini anlamaya çalışmanın bir yolu olduğunu aktarır. Şiirde ölüm kelimesinin aslında kaçınılmaya çalışılan ve olumsuz bulunan bir yazım biçimi olduğundan, bunun yerine çoğunlukla daha çok örtmece ya da öfemizm olarak bilinen kapalı ya da metaforik anlatım biçimlerine yer verildiğinden, “öleceğim” demektense “gideceğim” kelimelerinin tercih edilmesinden bahseden.

Oysa Kaan İnce, şiirinde “öleceğim” demekten çekinmez, ya da “intihar” kelimesinden uzak durmaz. Bunun yüzyıllar içinde şiirde ortaya çıkan akımlar, değişimler, farklı anlatım unsurlarına başvurulması gibi teknik anlamları olabileceği gibi, şairin bu konuya olan yaklaşımındaki açıklık, bu düşünceden uzaklaşmadaki bir zorluğa ya da yoğun meşguliyete de işaret edebilir. Ölüm ve intihar düşüncesiyle dolu, durdurulması güç bir meşguliyettir belki de buna yol açan.

“…sendelerse ışığın ayın ölürüm

Sen yanımda yoksan

Gözlerine açamayacaksa güller tenimden

Ölürüm

Ama yaşam süslemecileri düş birliğinde

Kaptı kaçtı bir aşka karşı

Sesler…geceler…ölmemeler…

Kararır kentin lacivert sokağı ve evler”

Aynı çalışmada Muñoz, Sylvia Plath ve Anne Sexton’ın şiirlerinde beliren ölüm temasının şairlerin intihar düşüncesiyle bağlantısını ele alır ve iki şairin şiirinde de belirgin olan duygunun, dünyevi yaşamdan duyulan huzursuzluk ve bunun yerine ölümü bir kurtuluş olarak görmeleri olduğunu tespit eder. Şiirlerinde ortaya çıkan çocukluk düşleri, yaşantıları ve buna bağlı olarak “bir hayalet sevgiliye ya da anneye yeniden kavuşma arzusunun” ölümle ilişkilendirildiğini söyler.

Kaan İnce şiirinde de aşk ve ölüm kelimeleri sıklıkla beraber görünürler ve şiirine yoldaşlık eden sanki, kavuşulmayacak bir yitik aşk nesnesinin yarattığı karamsarlık ve melankolidir. Belki de gençliğe ait yoğun bir aşk acısı onu ölümle burum buruna getirmektedir.

“… yüzünü aynada bırakıp giden kadın rujlu dudaklarını unuttun

            Yakamda

Sanki daha bi kalktı burnu aşkların

Ama kanmadım dünyaya zamana kalamadım kalkamadım ayağa

Sevdaya açamadım gözlerimi hem kapayamadım

Ah ölüm son burgu

Çırılçıplak değil henüz şiirin yağmuraltı aşkları gözlerime akan

Benden geriye kalan ince bir buğu”

Freud, Yas ve Melankoli‘de, yas sürecinin bir kayıp yaşantısına verilen tepki olduğundan söz eder ve bunun sevilen bir kişinin kaybına verilen tepki olabileceği gibi, bir soyutlama da olabileceğini, bir idealin, bir vatanın ya da özgürlüğün kaybı karşısında içine girilen bir süreç olabileceğini; aynı kayıpların bazı kişilerde ise melankoli denebilecek daha patolojik olduğu düşünülen bir ruhsal duruma da yol açabileceğini belirtir. Yas sürecinin doğal kabul edilen bir tepkiyle sağlıklı olabileceğini ve bir süre içinde tamamlanabileceğini ve hiçbir zaman bir tedavi gerektirmeyeceğini de ekler. Melankolinin ise acı veren bir keyifsizlik, dış dünyadan ilginin çekilmesi, sevebilme kapasitesinde azalmanın, ketlenmenin, kendini suçlama ya da kendine yüklenme biçiminde ortaya çıkan bir değersizlik duygusunun ve buna karşılık çok da gerçekçi olmayan bir cezalandırılma beklentisinin eşlik ettiği bir duygulanım çemberi olduğunu söyler. Yas ve melankoliyi karşılaştırdığında Freud şunu görür: yas süreci sona erdiğinde benlik yine eski özgür ve ketlenmemiş haline geri dönmektedir. Melankolide ise aslında süreç benzer olsa da gerçek bir kayıp yaşanmasına gerek yoktur, kayıp daha çok bir ideal biçiminde de olabilir. Bir kayıp vardır ancak tam olarak gözle görünür, somut biçimiyle değil. Melankolideki kayıp bilinç düzeyinde fark edilebilen bir kayıp değilken, yas durumunda neyin kaybının yaşandığının kişi bilinçli olarak farkındadır. Freud şiirsel bir şekilde yas ve melankoliyi birbirinden ayırır ve şöyle der: “yas tutarken fakirleşen ve eksilen dünyadır, melankolide ise benliğin kendisidir…”

Kaan İnce de şiirinde ıssızlaşan benliğin izini sürer gibidir, bunu en açık gösteren şiiri de “Ka n” gibi görünmektedir, adından bir harfi eksilttiği, benlikten eksilenin işaretidir belki de…

KA N

yüzün yakamozlanır akşam saatlerinde

kime çıkmaz ki piyangosu hüznün

belki de sombalığına en son

ve demir kırı bir taya

ertesi yasaktı, es vardı

bir tek uzun gecelerde

çıkrığında intihar edeceğim kuyu

zaman kuyusu, soluksuz ve ıssız

inip çıkar ölüm, durana dek yüzümdeki

sevişen kederlerle gülün gümü

adımdan çıkardım bir a

gözlerimde gezer geriye kalan

Kaan İnce’yi yaşamdan koparan, tam da şiirlerini bir yayınevine vermişken ve basılacağını bilirken bir Ağustos sabahı her şeyi bırakıp gitmeye itenin ne olduğunu kestirebilmek zor… Ergenliğin aşkları, ayrılıkları ve tutulması güç yasların yarattığı melankolik duyguları belki de… Oysa ergenliğin bitiminde, ilk gençlik yaşlarında ölüm düşüncesinin belirmesinin hem doğal bir uğraş olduğunu hem de bazen oldukça yıkıcı sonuçları olabileceğini bilsek de, yarım kalan şiirlerinin hüznü yakamızı bırakmaz.