
Niyazi Zorlu
Borges’in psikanalizle ve Freud’la başı sanki pek hoş değildir. Öteki Soruşturmalar’da sözünü ettiği “Freud’un öğretisindeki canavarlar” (132) muhtemelen beden etrafında oluşturulan ekonomilerde simgesel hükümdarlıklarının saltanatını sürsünler diye, psikanalistin hizmetine koşulmuş, başkalaştırılmış, kavramlaştırılmış kahramanlardır. Sanki bu kahramanlar kadir kıymetlerini bilmeyen ebeveynlerinin, yani edebi türlerin, trajedinin elinden alınıp psikanaliz ve dolayısıyla felsefenin topraklarına transfer edilmiştir… İşin tuhafı, bir kez daha, edebi bir arzuyla.
Psikanalistler ve felsefeciler Borges’e kulak asmaz elbette, Borges’ten farksızdırlar, işlerine gelenleri, “bildiklerini” okurlar.
Okurun da okumanın başına buyrukluğu, kural tanımazlığı, kişiselliğine ilişkin kanısını pekiştirmesinin yanı sıra felsefeciler Gilles Delueze ile Felix Guattari’nin (Türkçeye çevrildiğinde neredeyse bir reklam sloganını andıran…) Kafka – Minör Bir Edebiyat İçin adlı kitaplarından edineceği en önemli bilgi, minör bir yerde, dipnotta rastladığıdır. Bu okur, Almancadaki sehr (çok, ziyade, fazla) sözcüğünün (sēr: acılı, ukdeli; sehren/verwunden: yaralamak) sözcüğünden geldiğini öğrendiğinde, tıpkı kuyudaki Yusuf Josef K’nın yaratıcısı gibi, “sehr” bir edebiyat eseri yaratma arzusundaki her edebiyatçının âdeta sēr’den geçmesi, devasa bir edebiyat toplamından, onun geçer akçe dizgelerinden uzak, ukdeli bir başkalaşmayı deneyimlemesi gerektiğini düşünür. Yine Borges’in, kendisini gönderdiği bir başka yerde (Dantevari Denemeler – Shakespeare’in Belleği), Araf’taki “Beatrice’in gözleri ile karşılaştığında”, “karabasanın habercisine dönüşen imgeler”den söz edilir: transformato cosi’l dificio / mise fuot teste / kutsal araba böyle değişince (abç)[1] dört yanından başlar oluştu”.
Hasılı, “Bir sabah uyandığında gözünü nasıl, neye, ‘hangi ben’le açmak isterdin?” dünyanın sorusudur; acılı değişimler (transformato), (vaz) geçişler, dönüşümler, kutsallarından başlayarak, dünyanın hemen her yerindeki sözlü-yazılı anlatılara dolanan bir motiftir: “Anlatmak isterim yeni biçimler alışını / Değişik nesnelerin, sizin işiniz bunlar, / Yardım edin bana başladığım (abç.) işte ey tanrılar (Metamorphoses– Ovidius).” Eğer yeterince (sehr) anladıysak Şair, ta İ.Ö. 47 ile İ.S 17 yılları arasında, dehşet verici, acılı kasılmalara yol açacak bir görevi, tanrıların yarım bıraktıkları (değişik nesnelerin biçimler alma işini anlatma) işi, yaratıcılığı üstlenir.
Dante’den Cervantes’e, Hoffmann’dan Kafka’ya yazarlar bir sabah uyandıklarında kendilerini sırt üstü, kündeye gelmiş bulurlar: bir böceğe veya okudukları romanların kahramanı şövalyeye, ölüler ülkesinin ziyaretçisine vs. dönüşürler. Kaderci Jacques ile Efendisi ile bu yazarlardan hiç de aşağı kalmayan Diderot’nun Rabelais’ye yakıştırdığı karnından konuşanlar (engastrimuthe) saflarına katılırlar. Okuyucum, burada arabacıyı, uşakları ve efendilerini bir hendeğe yuvarlamaktan beni kim alıkoyabilir? (241) Diderot’nun sorudan çok tehdide benzeyen bu ve benzeri cümleleri okurlardan oluşan bir tebaa var sayar. Yaratıcının o her şeye muktedir, tanrısal gücünü tab’a (basılı eser) sayesinde kitabının hemen her sayfasında Diderot da duyumsatır. Diderot gözünü okurdan bir an olsun ayırmaz, okurun ruhunu okur.
Virginia Woolf’un erkekten kadına “dönüşen”, dev sıçramalarla, ta on altıncı yüzyıldan sürekli kaçınır göründüğü şeye, “şimdiki zaman”a kadar, koynundaki Meşe Ağacı adlı bir şiirle, bin bir zahmetle ilerleyen bir kahramanın anlatıldığı Orlando. Yaşam Öyküsü de yazısız olamayan/yapamayan bir tanrısal gücün anlatısı, karından çıkan konuşmaların kaleme alınması, ağaçlar (doğa) ile kitapların (yazın) yapraklarının, yaralarının birbirine karışmasıdır.

Orlando ve onun “yaşamını kaydeden yazar” içinde bulundukları yüzyılları aşarak, bütün zamanların doğasından ve ondan medet uman şiirinden söz ederlerken, neredeyse bütün karşıt duyguları (aşk ile nefret, hayranlık ile bıkkınlık, can sıkıntısı ile eğlence vs.) art arda deneyimlerler: “Doğa ile yazın arasında adeta doğal bir çekişme vardır; onları bir araya getirdiniz mi birbirlerinin canına okurlar (14). Bütün bu çekişmeye rağmen, (şimdilik) 16. yüzyıl ozanı Orlando’nun, doğayı betimlemek için bir ressam gibi davranması, “yeşilin tonunu tam olarak tutturmak” için bir defne ağacına başvurması zorunluktur.
Orlando’dan bahsederken şiirden kaçmak imkânsızdır.
Yaşamöykücüsü sanki hiç istemediği bir göreve; umutsuzca bir anlam çıkarmak üzere hayatın peşine düşmek, tıpkı Kafka ve diğerleri gibi onu (Josef/Yusuf) bulunduğu kuyunun içinden çıkarmak, tutunsun diye ona kalemi ipten merdiven gibi uzatmak görevine atanmış gibidir: Gözleri ve alnı görürüz ve işte böyle döktürürüz. (13) Ona düşen “gerçek”in ensesine yapışmaktır… Sesleri, görüntüleri, aşkları, hayal kırıklıkları, şusu busu silkelendiğinde yüzyılların onca gürültüsünden geriye bir avuç isimden (Şaşa, Rüstem, Greene) ve nesneden (Kraliçe’nin İncil’i, Mağribi kellesi) başka hiçbir şey kalmadığını, şeylerin/yazının dünyanın hafızasına kazınmak için umutsuzca değişmekten başka çarelerinin olmadığını yazmaktır (Dost acı (sēr) yazar)… Ta en başta Orlando’nun bindiği “meşe ağacının sert kökü” veya “iri bir atın sırtı”nın (15) kitabın sonuna doğru, şiir kitabının yarım kalan cenaze töreninde “dünyanın sırtına” (240) dönüştüğüne tanıklık etmektir… “Doğanın şiddetini” (22), Orlando’nun İstanbul’da, uyandığında kendini bir kadına dönüşmüş olarak bulduğunu “itiraf etmek”tir (103)… “Gerçek”te bedenin veya organların (bilhassa tenasül organlarının) dönüşümü söz konusu olduğunda kendisini dizginlenemez bir hiddetin pençesinde bulan muhafazakârlığın “Gerçek, iğrenç ininden çıkma sakın” diyen sesine kulağını tıkamaktır – Orlando’nun sehr’lerini, sēr’lerini ve “Tanrıya şükür ben bir kadınım!” (120) haykırışını “yaratı”, “yaratıcı” gibi kelimelerle arası hiç iyi olmayan muhafızların (Saffet Hanım, Hicap Hanım, İffet Hanım) gözlerinin içine bakarak kaydetmektir.
Hem Orlando hem de yaşam(ının) öykücüsü edebiyat da dahil, şeylere sadakat ile ihanet beyanları arasında durmadan gidip gelirler, “imge imgeyi izler”. Kitaptan bir adet deniz feneri (154) ve dalgalar geçer. “Kraliçe’nin İncili’nde kan lekesinin yanı sıra bir bukle saçla bir kurabiye kırıntısı vardı(r); Orlando bu yadigârlara bir kıymık tütün” ekler (129). Altı bölümlük romanda Orlando’nun tamamlayamadan bıraktığı, sessizce geçiştirdiği yerleri yaşamöykücüsü doldurur: Tam bir profesyonel gibi davranır, yaptığı işin hakkını vermek dışında bir kaygısı yoktur, nefes kesen imgeleri romanın her yerine serpiştirdiğinde dâhi soğukkanlılığını korur ama bazen de Orlando’nun kronik tıkanmasını aştığı, ağzını açtığı yerleri, sahneleri omuz silkeleyerek, haince hızla geçer. Sanki birbirlerinin sayesinde “ve fakat” birbirlerine rağmen vardırlar. Her ne olursa olsun, romandaki (Byung-Chul Han’ın sözünü ettiği anlamda) canlılık ikilinin şiirden beslenen yüzlerce yıllık huzursuzluklarına ziyadesiyle (sehr) borçludur. [George Samsa’yı uyandıran da huzursuz düşlerdir (unruhigen Träume) ve Borges’in Valéry’si “sonsuz sayıda yeteneğin” olduğu kadar “sonsuz sayıda huzursuzluğun simgesidir” (131)]
Woolf’un huzursuzu şairlerden başka bir şey olmayan “insanlarla işi bitince” olağanüstü büyükelçi sıfatıyla “belgeleri mühürlemeye, alayişli davranışlar sergilemeye” vs. İstanbul’a gider. Orada “olağan dışı” bir şey olur ve sık sık daldığı uzun uykularının, “kendinden geçiş”lerinin birinin sonunda, bir kanlı ayaklanma sonrasında kadın olarak uyanır. Hemen ardından köksüzlüğünün farkına varmak, “o güne kadar hiç tatmadığı bir utanç” duymak için Bursa’da çingenelere karışır: “Hem, Rüstem açıkça söylemeyecek kadar nazikti ama, besbelli bir çingeneye kalırsa tüm dünya bizlerinden (konuştukları sırada bir tepenin üzerindeydiler; geceydi, çevrelerinde dağlar yükseliyordu) yüzlerce odaya sahip olmaktan daha bayağı bir ihtiras bulunamazdı. Orlando anladı ki, çingene bakış açısıyla bir dük toprakla paraya değer vermeyenlerden bunları aşıran hırsız ya da vurguncudan başka bir şey değildi…” (111, Çeviri böyle.)
Kafka’nın Die Verwandlung öyküsünde de görüldüğü gibi –“Bir doğa yasası olarak çağrışım” etrafında kurulmuş ve on sekizinci yüzyılların ortasından kopup gelmiş (Hume) felsefi bir önermeyi tahrif etmenin, dönüştürmenin çekiciliğine ve cüretine kapılarak söylersek– okur değişimlerin nedenleriyle değil, etkileriyle baş başa kalır. O, ne Samsa’nın neden böceğe dönüştüğünü ne de erkek Orlando’nun neden yerini dişi Orlando’ya bıraktığını bilebilir: (…) Orlando bir haftalığına ölmüş de sonra yeniden mi dirilmiştir? Ve hâl böyleyse, ölümün mahiyeti nedir, yaşamın mahiyeti nedir? Yarım saati aşkın bir süre bu sorulara yanıt bekledikten sonra, hiçbir yanıt gelmediğine göre öykümüze devam edelim. (52) Bilinebilecek şeylerden biri, aşkına karşılık vermeyen, kendisini terk eden, derin uykularından birine sürükleyen Şaşa’yla dişiliği sayesinde barıştığı, onun verdiği acıyı dişiliğinin yardımıyla geride bıraktığıdır ve “çünkü şimdi, o zaman karanlıkta kamış olan binlerce ipucu ve giz önünde aydınlandı. Şimdi iki cinsi ayıran ve karaltısında sayısız pisliğin tortusunu barındıran karanlık kalkmıştı ve ozanın gerçeklik ve güzellik üzerine söylediklerinde herhangi bir hikmet varsa, bu sevgi yalınlığını yitirdikçe güzellik kazandı”ğıdır. (121)
Maceralarla, bambaşka mecralarla dolu yolculuğundan başta cinsiyet pek çok yükten kurtulmuş olarak dönen Orlando modern bir Odysseus’tur. Kitap, unutmayalım, “değişmek” ve onu çağrıştıran sözcüklerle doludur: avcı ava dönüşür, Odysseus’taki sadık av köpeği yerini avlanmaya namzet kızıl geyiklere bırakır. Durmaksızın süregiden bu dönüşüm geçmişte kendisini çevreleyen doğanın benzersizliğine kadar sızar: Artık onlarda başka deneyimlerin, başka yaşamların, başka metinlerin izi vardır: (…) kar yağıyordu ve mor gölgeler aynen Bursa’daki tepenin üstünden gördüğü biçimde eğiktiler.
Bu arada kendisini ömrü boyunca gölge gibi takip eden “koynundaki şiir” de değişmiştir veya belki de yüzyıllık edebi beğenilerdir değişen. Başka bir yüzyılda ünlü bir şair olan Greene tarafından alaya alınan şiirler, yüzyıllar sonra “Victoria çağının en forslu eleştirmenine” dönüşmüş aynı kişi tarafından göklere çıkartılır; kitaplaşır, yedi baskı yapar, ödül kazanır. Şiirin ne’liği (“şiir şehvetten de baruttan da daha etkili bir biçimde kirletip mahvedebilirdi insanı”) üzerine düşünceler de sık sık karşımıza çıkar. Şairin (Alexander Pope) yanında daha da tehlikeli bir hâl alır “Değişim! Deyişim!” diye haykıran bu düşünceler: “(…) büyük bir düşbozumu insanın kafasını allak bullak eder. (…) Böyle anlarda kadınlar rahibe, erkekler rahip olurlar; böyle anlarda varsıllar bir imzayla varlıklarından olurlar ve mutlular et bıçağıyla boğazlarını keserler. Orlando bunların hepsini seve seve yapabilirdi, ancak yapabileceği daha da akılsızca bir tek şey kalmıştı ve o bunu yaptı. Bay Pope’u birlikte evine gitmeye çağırdı.” (151)
Pope’la, “Kral hazretlerinin ülkelerindeki en büyük nüktedan”ıyla baş başa kalan ve görünüşte “genç hanım”lıktan başka vasfı olmayan Orlando’nun ve yaşamını öyküleştiren (cinsiyetsiz) yazarın ellerinde, sık sık kendilerine de çevirdikleri, ironi denen etkili bir silah vardır. “(…) Gerçektir bizi mahveden. Hayat bir düştür. Uyanmak bizi öldürür. Düşlerimizi çalan hayatımızı da çalmış demektir” ve hemen arkasından bu afili ama boş laflara ve onlara kendini kaptıran iyiniyetli, saf okura ironik darbe, parantez içinde gelir: (dilerseniz altı sayfa daha bu böyle gider, ama üslup pek sıkıcı, iyisi mi keselim) (151) veya (unutmayın ki burada insan ruhunun en karanlık dışavurumlarıyla uğraşıyoruz) (178) veya (çünkü kırk yılda bir, bir kitabın içine hayatın anlamı budur diye yemin edebileceğimiz çok kesin ve nadir bir şeyler koyabilmek için yemin etmemiş miydik) (202) vs.
İroni, malum, ikna eder etmez şüpheye düşürür, inşa ettiği konforlu binayı siz tam da düşüncelerinizi, yargılarınızı yerleştirmeye hazırlanırken gözlerinizin önünde yerle yeksan eder, okura/izleyiciye rahatı çok görür. Virginia Woolf’un Orlando’su belki de kitapları içinde “en” olandır: En ayrıksı, en isyankâr, en trajikomik, okurun zihnini en çok zorlayan, çenesini –Bu yazı bunun en “büyük” kanıtıdır!– en çok (sehr) yoran, onu yazmaya, kendisi gibi saçmalamaya, saçılmaya kışkırtan en çok kışkırtan bir intikam romanıdır.
Dört yüzyıllık İngiliz Dili ve Edebiyatı ve ahlakıyla sarılıp sarmalanmışlığın ve ondan bezmişliğin, ondan “boş yere” kopma çabasının ve aynı zamanda “sevgili” hitaplarıyla şımartılan okuru hasım olarak ilan edişin romanıdır. Bu engel, kural tanımaz kara anlatıda, komedi unsuru acının (sar) lehine ziyadesiyle (sehr) geriye çekilir: Şimdi gerçek şu ki, insanın (dadıların deyişiyle) kafası bozukken –ve Orlando’nun gözlerinde hâlâ yaşlar duruyordu– bakmakta olduğu şey aynı kalmakla birlikte kendisi olmaktan çıkıp daha büyük ve çok daha önemli başka bir şeye dönüşür (a.b.ç.).” (213)
“On altıncı, on yedinci ve on sekizinci yüzyılın ufak edebiyatlarına alışık olan Orlando” ve yaşamöykücüsünün sıkıntısı modern zamanlara geldiğimizde, yazınınınkiyle birlikte artar. Yirminci yüzyıl edebiyatı “boşluk bırakma”ların edebiyatıdır: Doğanın bilgece tutumluluğu sayesinde çağımızın ruhu neredeyse dil olmadan idare edecektir; böylece en sıradan konuşma çoğu zaman en şiirseldir; en şiirsel olansa yazıya geçirilemeyendir. İşte bu yüzden burada büyük bir boşluk bırakıyoruz ve bu boşluk buranın tıka basa dolu olduğunun bir göstergesi olarak algılanmalıdır. (188)
Virgina Woolf’un romanı aynı anda pek çok (sehr) şey olabilmeyi becerebilen, bir kuyu gibi içinden çıkılamayan bir roman, ama hepsinden önce, şiire yazılmış sitem ve alay dolu bir aşk mektubudur. Woolf’un hayat öyküsünü ve yaşadığı yüzyıldaki “modernist” sancıları (asansörler, bir el kitabına sığan Shakespeare’in bütün yapıtları, savaş çığlıkları) hesaba katarsak, şiirin olduğu yerde acı (sēr) hiç olmadığı kadar vardır.
Edebiyattaki, doğadaki ve kim bilir daha nelerdeki “temsillerin (ilişkilerin değil) sivri dilli eleştirisi”dir (Hume) Orlando. Woof’un (sanki uzun yıllar huzursuz bir uykuya bırakılmış) bu kitapla yaptığı, okuru alenen isyana teşviktir; temsillere olduğu kadar okurun beklentilerine ve daha pek çok şeye yöneliktir bu isyan. Woolf, bir eliyle verdiğini diğer eliyle geri almakta, bizzat kendisinin yol açtığı ümitleri yıkmakta, okuru sonsuz bir döngü içine çekip ona yolunu şaşırtmaktadır: (…) tümceler şişkinleşti, sıfatlar çoğaldı, lirikler epiklere dönüştü (a.b.ç.), bir zamanların tek sütunluk makaleleri şimdi on-yirmi ciltlik ansiklopedilerdi.
Orlando üzerine coşku ve bir o kadar acıyla (sēr) konuşulacak o kadar çok (sehr) şey var ki! Ataların görkemiyle var olması ama ailenin olmaması, “zihinde aynı anda tıkırdayan yetmiş altı zaman”, “insan ruhunda şu veya bu zamanda oturan (…) iki bin elli iki tane olduğu söylenen (…) değişik kişi”, “şimdiki zaman”ı atlatmanın sarsıcı yolları, uzatmalar ve kestirip atmaların yan yanalığı, yazıldıkça hacmi azalan şiir, kural olarak önerilen kuralsızlık, mürekkeple boğulan dizeler, ironi ile dilsel ziyafet arasındaki bağlar, kopuşlar ve tıpkı Orlando gibi, “Bir kez daha Orlando pencerede duruyordu; ama okur sakın korkmasın; çünkü hiçbir biçimde ötekiyle aynı olmayan bugün, aynı şey olmayacak” (220) ve “Hanımefendi” diye haykırdı adam, yere atlayarak, “Siz yaralısınız!” / “Ben ölüyüm, bayım!” dedi (186) vs. alınmayı, alındıkça yaralanıp ölmeyi bekleyen alıntılar.
Kaynakça:
Borges, Jorge Luis, Dantevari Denemeler-Shakespeare’in Belleği, çev. Peral Bayaz Charum, İstanbul: İletişim, 2. Baskı, 2016.
– Öteki Soruşturmalar, çev. Peral Bayaz Charum, Türker Armaner, İstanbul: İletişim, 2. Baskı, 2019.
Deleuze, Gilles, Ampirizm ve Öznellik, çev. Ece Erbay, İstanbul: Norgunk, 2008.
Deleuze Gilles-Felix Guattari, Kafka-Minör Bir Edebiyat İçin, çev. Özgür Uçan, Işık Ergüden, İstanbul: YKY, 2000.
Diderot, Denis, Kaderci Jacques ve Efendisi, çev. Adnan Cemgil, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür, 3. Basım, 2020.
Han, Byung-Chul, Eros’un Istırabı, çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: Metis, 2019.
Kafka, Franz, Die Verwandlung, www.digbib.org/Franz_Kafka_1883/Die_Verwandlung_.pdf
Ovidius, Dönüşümler, çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, İstanbul: Payel, 2. Baskı, 2017.
Woolf, Virginia, Orlando. Yaşamöyküsü, çev. Seniha Akar, İstanbul: İletişim, 10. Baskı, 2019.
www.duden.de/rechtschreibung/sehren
[1] Altını ben çizdim.