Okan Urun
Bazı yazarlar vardır, kitaplarını okumadıysak da adlarını biliriz. Bazen de bir yazarın, ünü kendisini aşmış bir eserinin adı, o eseri okumadıysak da bize tanıdık gelir. Gustave Flaubert bu yazarlardan biridir. Madame Bovary’yi mutlaka duymuşuzdur da Duygusal Eğitim’i daha az biliriz ya da yalnızca Flaubert adı tanıdıktır bize. Onun durumunda, kaleminden çıkmış her metni okuyanımız, yetinmeyip eserleri ve hatta yaşamı üzerine yapılmış araştırmaları tutkuyla takip edenimiz de vardır. 19. yüzyılın ikinci yarısına ve ötesine damgasını vurmuş, akımlar arası köprü niteliği gören yazınıyla peşi sıra gelen birçok yazarı etkilemiş bir romancıdan söz ediyoruz. Yalnızca Türkçeye çevrilmiş eserlerinin farklı yayınevlerindeki baskı sayılarına bakmak bile, ölümünün üstünden geçen yüz kırk üç yıla rağmen Flaubert’in hâlâ çok okunan ve bilinen bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. Yazarın 1838’de kaleme aldığı, hayattayken yayımlanmasını tercih etmediği ve ancak ölümünden sonra 1901’de ilk basımı yapılan Bir Delinin Anıları ise diğer çok bilinen eserlerinden farklı bir konumdadır. Nitekim, klasik ve çağdaş edebiyat eserleri tavsiye eden, yüksek takipçi sayısına sahip Fransızca bir Instagram hesabının geçtiğimiz mayıs ayında kitapla ilgili yaptığı bir paylaşıma gelen yorumlar, Flaubert’in bu eserinin diğerleri kadar tanınmadığını düşündürüyordu. Eserin bilinirliği meselesi bir yana, ilk yayınından bu yana geçen sürede metnin roman mı yoksa özyaşamöyküsü mü olduğuna dair tartışma sürüyor ve belki de bu sınıflandırılamayış onu Flaubert külliyatında ayrı bir yerde tutuyor.
Bugün bu yazıda ilkin, on yedi yaşındaki Gustave’ın Bir Delinin Anıları’nı kaleme aldığı 19. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da anı yazımına duyulan ilgiden kısaca söz edeceğiz. Sonrasında metne, “bilimsel araştırma ve laboratuvar çalışmasıyla usta bir yazarın yapıtını yaratma, yazma süreciyle ilgili her şeyi derleme yöntemi” olarak özetlenebilecek oluşsal eleştirinin (fr: critique génétique) sağladığı bilgiler ışığında bakacağız. Öyle ki Flaubert’in yaşamı ile kurgu arasındaki bağı görmek metnin konumlan(ama)dığı türe/türlere dair de ipuçları veriyor. Son olarak, eserde anlatıcının bize sunduğu farklı portrelere değineceğiz.
Fransız Romantizmi ve Anılar
Romantizmin yazınsal olarak bir anlam kazanmasının 1810’da Madame de Staël’in önerdiği tanımla gerçekleştiğini biliyoruz. Almanca romantisch sözcüğüne gönderme ile yaptığı bu tanıma göre romantik olan, Klasikçilik tarafından belirlenen kurallardan saparak ondan önceki veya onun dışındaki güzelliklerden ilham alandır. Bu anlam, 1824 civarında yüzyılın yenilikçi eğilimlerini tanımlamak için yaygın hale gelir. Dar anlamda, Lamartine’in 1820’de yayımlanan Poetik Meditasyonlar’ı ile ortaya çıkan ve 1830’da Victor Hugo’nun Hernani’si ile doruğa ulaşan bir edebi ve sanatsal hareketten bahsediyoruz. Geniş anlamda ise romantizm terimi, Aydınlanma Çağı’nın klasikçiliği ve rasyonalizmine tepki olarak ortaya çıkan fikirlerin ve duyarlılığın evrimini tanımlar. Olduğu haliyle dünyanın reddini, şeylerin olağan düzenine karşı bir başkaldırıyı içerir. Romantik insan, sonsuzluğa yönelik arzularına dar gelen bir dünyada, en ateşli coşkudan en trajik umutsuzluğa geçebilen ölçüsüzlüktedir. Dolayısıyla romantik kahraman bazen içine kapanıp dünyadan kaçar, bazen de Prometheus misali, isyanını dünyayı dönüştürme isteğine çevirir.
İşte hızlıca hatırlattığımız Romantizm akımıyla hemen hemen aynı dönemde, özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da beliren bir başka olgu da hatırı sayılır düzeyde özyaşamöyküsel ve anısal anlatının yazılması ve yayımlanmasıydı. Gerçekten de kendini yazıya yayma eğiliminin gözlemlendiği bu dönemde, söz konusu olguyu tanımlamak için “ben kültü” gibi adlandırmalar bile kullanılıyordu. İşte romantizm ve anı yazımının koşut gelişimi, bizi Fransız romantizminin belirleyici bir özelliğine götürüyor: Tarih yazımı. Şu var ki romantizmi Avrupa çapında farklı ülkelerde farklı eğilimlerle şekillenen bir hareket olarak düşündüğümüzde, bu hareketin özgün Fransız nüansını da tarihi ve hatta siyaseti önemli bir kaygı olarak görmesinde buluruz. Fransız romantizminin sorunsalı, ben anlatısı (tüm romantizmlerde ortak olan) ile tarih anlatısı arasındaki ilişkide yatar. “Ben” ile tarihin buluştuğu nokta anı yazımı için tamamen uygun bir yer gibi görünmektedir; çünkü anı türü kişinin kendine ve dünyaya dair söylemini bir arada ifade edebileceği savındadır.
Şüphesiz Fransa’da anı yazımının fitilini ateşleyen olay, 1782’de yayımlandığında yazın dünyasında müthiş bir etki yaratan Rousseau’nun İtiraflar’ıdır. Söz konusu etki dönemin toplumsal, siyasal ve ekonomik nitelikleriyle birleşip yayıncılık alanında da özyaşamöyküsel anlatı ve anı türüne duyulan ilgiyi zirveye ulaştırmıştır. Bu ilginin birkaç farklı sebebini özetlemek, genç Flaubert’in anı türünde yazma girişimine hangi yazınsal ve tarihsel bağlamda yöneldiğine açıklık getirebilir.
Waterloo Savaşı’ndan hemen sonra çağdaş tarihe, yani Devrim ve İmparatorluk dönemlerine büyük bir ilgi oluşur. Tarihte eşi benzeri olmayan, olağanüstü olaylar gibi görülen bu gelişmelerin bir söylem içinde ele alınması arzu edilir. Böylece düşünmek ve çözümlemek mümkün olacaktır.
Aynı dönemde tarih alanına gösterilen sıra dışı ilgi, anı türüne yönelişin bir diğer sebebi olarak düşünülebilir. Gerçekten de 19. yüzyılın ilk yarısının entelektüel ortamında tarih hem yorumlama hem de anlatısal düzeyde müthiş bir saygınlık görmektedir. Bir anlamda bu dönemde icat edildiğini söyleyebileceğimiz tarih, dünyanın anlaşılmasının anahtarı ve bir anlatı modeli olarak değerlendirilir. Bu bağlamda, anılar da çağdaş zamanı anlatıya aktarma işlevi görmeye başlar. Başka bir deyişle, anılar çağdaş tarihi ele alan tek kitaplardır ve bu alan onların tekelindedir.
Anı türünün yaygınlaşmasının bir diğer nedeni daha çok siyasal kaynaklıdır. İmparatorluk döneminde çok güçlü olan sansür, 1815’te kitaplar için ortadan kalkar. O tarihe kadar ancak yüzeysel ve yalan yanlış bir resmî tarihe erişimi sağlanan halk, artık açığa çıkan sırları öğrenmek, gerçekleri okumak istemektedir. Anılar ile ortaya çıkacağı düşünülen sırların, tarihin yeni yorumlarına olanak sağlayacağı düşünülür.
Son olarak ise, teknik ve ekonomik nedenlerden söz edebiliriz: Kitap dünyası, üretimi ve dağıtımı açısından 1820’ler ve 1830’larda hızla gelişir. Artık yayıncılığın sermayeleştiği bir dönemdeyizdir. Nicelik açısından zengin (yüzlerce anı veya özyaşamöyküsü basılır) ancak nitelik açısından yetersiz olan bu dönemin ömrü kısa olur. 1830’larda anı türüne karşı bir tür bıkkınlık gelişecek; tarih, kendini bilimsel bir disiplin olarak geliştirdikçe özyaşamöyküsü ya da anı ile arasına mesafe koyacak; sözünü ettiğimiz “anı ateşi” de başladığı gibi sönümlenecekti. Zaten o dönemden geriye hem yazınsal bellekte hem de tarihçilerin belleğinde çok az eser yer edecektir. Esasen çoğu yazar, tek bir anlatı içinde, “kendisi üzerine ve dünya üzerine olmak üzere iki söylemi nasıl eklemlemeli” sorusuna yanıt verebilen metinler üretemez. Bu soruya tatmin edici yanıt veren en önemli metin ise anılar devrinin çoktan kapandığı 1848’de basılan Chateaubriand’ın Mezar Ötesinden Hatıralar (Mémoires d’Outre-Tombe) eseri olur. Biz şimdi o tarihten on sene öncesine gidip, on yedi yaşındaki Gustave’a dönelim.
Bir Delinin Anıları’nda Gustave Flaubert İzleri
1836 ile 1842 yılları arasında Flaubert’in üretimi günlükler, seyahat notları, anılar ve özyaşamöyküsel anlatıları kapsayan kişisel yazına odaklıdır. Flaubert üzerine yoğun bir şekilde çalışmış, onun eserlerini oluşsal eleştiri kapsamında değerlendiren araştırmalara imza atmış akademisyen Claudine Gothot-Mersch (1932-2016) Bir Delinin Anıları’nın, adına rağmen anı türünde değil de özyaşamöyküsel anlatı olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Keza anı türünün birincil hedefi özyaşamöyküsel değilken, Bir Delinin Anıları içinde Flaubert’in hayatına karşılık gelen ancak kimi zaman kurgusallaştırılmış öğeler bulunur.
Oluşsal eleştirinin ortaya çıkardığı temel bilgilerden biri yukarıda kısaca öneminden söz ettiğimiz Rousseau’nun İtiraflar’ının, Bir Delinin Anıları’nı kaleme aldığı bir noktada Flaubert tarafından okunmuş olmasıdır. Bu okuma ona özyaşamöyküsü yazma fikrini vermiştir diyemeyiz, ama belli bir noktada anlatısını görünür şekilde değiştirmesine neden olmuştur.
Esasen Flaubert’in ilk olarak kaleme aldığı bölüm metnin ortalarına doğru yer alan bölümdür (XV). Burada, anlatıcı, etrafına topladığı arkadaşlarına, Caroline adlı genç bir İngiliz’le yaşadığı çocuksu aşkı anlatır. Özyaşamöyküsel özelliği araştırmalarla doğrulanan bu bölümün yazar tarafından Aralık 1837’de kaleme aldığı düşünülmektedir. Flaubert’in 4 Ocak 1839’da arkadaşı Alfred Le Poittevin’e yılbaşı hediyesi olarak verdiği Bir Delinin Anıları’nı büyük oranda 1838 yılının ikinci yarısında yazdığı söylenebilir. Yine bir Flaubert uzmanı olan Jean Bruneau’ya göre ise kitabın yazımı Trouville’deki yaz tatili sırasında başlamıştır; yazarın dokuzuncu ve onuncu bölümler arasında sözünü ettiği üç haftalık ara ise büyük ihtimalle ekim ayına denk gelmektedir. İşte Flaubert de İtiraflar’ı okumakta olduğunu ilk olarak Ernest Chevalier’e yazdığı 11 Ekim 1838 tarihli mektupta belirtir. Aynı mektubun bir başka bölümü ise kaleme alındığı dönemin Bir Delinin Anıları’nın onuncu bölümü ile eş zamanlı olduğunu ortaya koyuyor. Tam da bu bölümde Flaubert, yazmaya üç hafta ara verdiğini belirtir ve çocukluk anılarını bir kenara koyarak ergenlik aşkı etrafındaki en yakıcı ve kişisel anılarını yazmaya başlar.
Gerçek hayat ve kurgu arasında gidip gelmeler de yukarıda sözünü ettiğimiz bölümden itibaren başlar. Mesela, ergen Flaubert’in aralarındaki masum aşktan söz ettiği Caroline, 20 Ocak 1838’de bir ressamla evlenen ve düğüne yalnızca annesinin katıldığı İngiliz Caroline Heuland’ın ta kendisidir. Flaubert’in anlattığı hikâye araştırmacılar tarafından tamamen doğrulanmıştır. Hatta söz konusu bölümde hem Caroline adı hem de Gustave’ı Caroline’in aşkından istifade etmeye cesaretlendiren arkadaşının adı Ernest (Ernest Chevalier) olduğu gibi korunmuştur.
Trouville’de geçen bölümle ilgili birçok veri de doğrulanmaktadır: O dönemde Bayan Schlésinger’in bir bebeğinin olması; bir gün kocasının komşu bir yerleşim bölgesinden devasa bir kavun getirmesi (Flaubert’in Bayan Schlesinger’e yazdığı 2 Ekim 1856 tarihli mektupta belirtilir); evlerinde bir köpeğin olması, bir akşam küçük bir tekne ile denize açılmaları…
Ancak gerçekle kurgusal olan da iç içe geçer. Flaubert hikâyeyi Trouville yerine Picardie’de geçirir. Bu iç içe geçme durumu anlatının temel verilerinde de kendini gösterir. Örneğin, anlatıcı, Maria ile karşılaşmasını önce ilk görüşte aşk diye tanımlar; sonra ise aslında bu karşılaşmadan iki yıl sonra kadına gerçekten âşık olduğunu belirtir. Anlatıcının Maria ile tanışmasına vesile olan, suya düşmekten kurtarılan manto da yine gerçekle kurguyu iç içe geçirir. Burası daha da ilginç; Jacques Douchin, Flaubert’in mektuplaşmalarından yola çıkarak benzer bir olayın bir gemi yolculuğu sırasında gerçekleştiğini ortaya koyar. Bir tülbent uçuşarak Flaubert’in bacaklarına dolanır, o sırada şık giyimli bir adam onu alelacele yakalayıp kaybeden kadına geri verir. Yani esasen Bir Delinin Anıları’nda suya düşmekten son anda kurtarılan manto sonrasında Duygusal Eğitim’de güverteden düşen ve Frédéric tarafından yakalanan şala dönüşür ve tüm bunlara referans olan gerçek olay ise Trouville’de gerçekleşmemiştir. Flaubert başka bir zamanda ve yerde geçen bir olayı alıp Maria ile anlatıcının karşılaşması için kullanmıştır. Dolayısıyla tıpkı romanlarında olduğu gibi anının yeniden işlenmesi söz konusudur.
Yine tıpkı romanlarındaki gibi, Flaubert kahramanın adını değiştirerek ona Élisa yerine Maria adını verir. Öte yandan Élisa Schlésinger’in kızının adı da Marie-Adèle’dir. Yazar özgün ismi kullanmaz ama kahramana kendisiyle ilintili bir başka ad verir. Bu da bize Flaubert’in romanlarında da sık başvurduğu yöntemi düşündürür.
İşte oluşsal eleştirinin edindiği bu bilgiler Flaubert’in eserinin sınıflandırılması meselesinin tam da temelindedir. Bir Delinin Anıları bir özyaşamöyküsel anlatı gibi belirmektedir ve hatta doğrulanabilen öğelerle birlikte yazarın psikolojik ve düşünsel benliğinin bir ifadesidir, diyebiliriz. Öte yandan özyaşamöyküsel öğelerin uğradığı değişimlerde yazarın estetik kaygıları da sezilmektedir.
Eserin başında Alfred Le Poittevin’e ithafen yazılan kısımda Flaubert ilk niyetini ve yazarken metnin uğradığı dönüşümü özetleyecektir: “Başlarda niyetim, şüpheciliğin, umutsuzluğun hudutlarına kadar sürüklenerek sınandığı, içsel bir roman yazmaktı. Fakat zamanla, yazmaya başladıkça, şahsi izlenimler öyküye baskın geldi, ruh kalemi elimden aldı ve onun hâkimi oldu.” (Flaubert, 2020: 5.) Kendi deyimiyle içsel roman (fr: roman intime) olmasını düşündüğü, yani kurguyu elden bırakmamayı düşünerek yazmaya başladığı metnin adı da okuyucuyu aynı yanılgıya düşürür. Dümdüz okuduğumuzda Flaubert’in gerçek bir deliye ait olan anıları kaleme aldığını düşündüren adın hem yazarın hem de anlatıcının kendilerini deli olarak tanımlamasıyla aslında bir tür kendiyle dalga geçme olduğunu anlıyoruz. Özetle, aslında özyaşamöyküsel anlatıyı taklit eden bir roman yazmaya koyulan yazar bu ikisi arasındaki sınırı sayfalar boyunca muğlaklaştıran bir deneyimleme yapıyor.
Başa dönersek, Bir Delinin Anıları’nın içsel bir romandan özyaşamöyküsel anlatı özellikleri taşıyan metne dönüşmesindeki en büyük etkenin, Flaubert’in Rousseau okuması olduğunu söyleyebiliriz. İtiraflar’ın etkisi altında kalan yazar ilk bölümlerde okuyucuya sunduğu kendisinin romanesk görüntüsünü bir yana bırakıyor ve kendini olduğu gibi ortaya koymaya karar veriyor.
Esasen metnin önsözü ve ithaf bölümü Philippe Lejeune’ün tarif ettiği özyaşamöyküsel sözleşmeye uyuyor (yazar, anlatıcı ve karakter birliği); ancak Flaubert bu sözleşmedeki her bir öğeyi kendine göre eğip büküyor ve aslında izleyen eserlerinde de yapacağı üzere hangi türün içinde ise onu kurcalayıp sınırlarını muğlaklaştırıyor.
Çocukluktan Gençliğe İç İçe Geçen Portreler
Yalnız Çocuk
Bir Delinin Anıları’nda anlatıcı, anımsamaya çocukluğunun ilk zamanlarından başlayıp büyüme yolunda kaydettiği aşamaları hızlıca gözden geçirir: Yazı, felsefi düşünce ve mutlak şüphecilik. Ardından, ortaokul yıllarına döner. Bu anıları, fantastiğin sınırlarındaki iki kâbusun detaylı anlatımı izler. Sonra anlatıcı entelektüel oluşumunu anlatır ve bir kez daha şimdiki ruh haline gelir. Üçüncü kez çocukluğuna döndüğünde bu defa çayırlarda oynanan masum oyunlardan, seyredilen at yarışlarından söz eder. Kısa tutulan bir bölümde bir şato sahibesine yapılan ziyaret hatırlanır. Anlatıcı aniden bölümü keser ve büyük harflerle “ÜÇ HAFTALIK ARANIN ARDINDAN” başlığını atar ve temel konuya gelir: Büyük aşk hikayesi (Maria). Bundan sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi aslında ilk olarak kaleme alınan bölümde çocukluk aşkını (Caroline) anlatır. Bunu bedensel hazzın öğrenimi takip eder ve nihayetinde anlatıcı şimdiki düşüncelerini açıklar ve Maria’ya duyduğu aşkın sonradan anılarla birlikte gerçeğe dönüştüğünü itiraf eder. Sonuç bölümlerine geçilir: Büyük aşkın sonu, ölüm üzerine düşünce.
Bilinçli olarak dağınık bir şekilde ilerleyen anlatı boyunca, anlatıcı, kronolojik olmayan bir şekilde bir anıdan diğerine, şimdiki zamandan geçmiş zamana atlar. Bu gelgitte, birkaç paragraf içinde çizilen çocukluk portresinin içine ikinci bölümde tamamen dalarız. Söz konusu olan, her şeyden önce, dünyaya hayranlıkla bakılan dönemin saflığını yansıtan çocukluk anılarıdır. Görmek, dokunmak, koklamak; bedenle algılanan aracısız ilk izlenimlerdir bunlar, doğanın onda uyandırdıklarından aklında kalanlardır.
Çevresindeki somut dünyayı gözlemlerken hayal kurmaktan geri durmayan bir çocuğun okul ortamında giderek yalnızlaştığını görürüz. Bu yalnızlık, diğerlerinden ayrı olma duygusu, kalabalık sınıfın ortasında hayallere dalan çocuk imgesiyle sabitlenir. Tek başına ve sıkılan bir çocuğun daha çok hayal dünyasına sığınması, daha çok hayaller kurmasıyla da başkalarını kolayca içeri sokmadığı kendine ait bir dünya kurmasıdır anlatılan. Tüm bu dönem anılarında, esasen, mutlu ve sevgi dolu bir çocuğun giderek “kırık bir dal” ya da “rüzgarların kopardığı bir yaprağa” dönüşüne tanıklık ediyoruz.
Çocuk sınıfta daldığı hayallerden birinde (biraz saf bir Şarkiyatçılığın da etkisiyle) hurilerle ve mükemmel ödüllerle dolu dünyalara yolculuk eder. Kadınların varlığı da ilk kez böyle belirir. İlk bedensel arzular uyanır; sonrasında Maria ve Caroline ile deneyimleyeceği uyanışın habercileridir bunlar.
Âşık ve İsyankâr Genç
“Byron’ın ve Werther’in sayfalarını nasıl bir iştahla çevirdiğimi, Hamlet’i, Romeo’yu, çağımızın en yakıcı yapıtlarını, ruhu zevkten zevke sürükleyen, coşkunun ateşiyle yakıp kavuran bütün o eserleri nasıl bir şevkle okuduğumu dün gibi hatırlıyorum.” (Flaubert, 2020: 27.)
İngiliz romantizminin büyük figürü Byron; Albert adlı bir adamla nişanlı Charlotte’a âşık olan ve çözümü intiharda bulan, Goethe’nin efsanevi karakteri Werther; isyankâr Hamlet ve cesur âşık Romeo: Bir Delinin Anıları’ndaki anlatıcı için mükemmel bir karışım. Anılarının bazı özellikleri bahsedilen eserlerle benzerlikler gösterir. Anlatıcı Werther misali evli bir kadına âşık olur; Hamlet’in Ophelia’yı hayal kırıklığına uğrattığı gibi o da genç Caroline’i hayal kırıklığına uğratır; ya da tıpkı bir Shakespeare karakteri gibi hayatın anlamı üzerine düşünürken okuyucuyu da öfkesine tanık eder. Öte yandan, anlatıcının metin boyunca söylemi yer yer lirik ve epik tonlara bürünürken, kimi zaman da gerçekçiliğiyle öne çıkan betimlemelerden aşırı romantizme uzanır. Şimdinin yaygın kullanımıyla genç Flaubert’in bütün düğmelere aynı anda bastığını söyleyebiliriz. Esasen metin, ileride kendi imzasını oluşturacak anlatı tarzının müsvedde denemesi gibidir. Henüz usta bir yazara dönüşmemiş Gustave’ın, üstelik yayımlamayı düşünmediği bir metinde özgürce kendini ifade edişini görürüz.
Anlatıcının Maria’ya duyduğu ve tamamen platonik düzeyde kalacak aşk, bir tür itiraf gibi işlenir. Bakışlar, kokular ve temasların anlatıcıda yarattığı hislerdir söz konusu olan. Daha ergenliğinin başındaki bir gencin voyeur deneyimleri de içeren ilk heyecanları, daha sonra giderek tensel tutkuya dönüşecektir. Adını sonradan koyabildiği hisleri delilik, kalp sarhoşluğu gibi tanımlayacaktır. Anlatıcının platonik aşk (ona göre daha asil) ve tensel aşk arasında giderek daha keskin bir ayrıma gittiğini görürüz. Ona göre tensel her şey neredeyse mide bulandırıcı ve ucuzdur.
Öte yandan yeryüzünde durmadan çiftleşerek üreyen insanlar da anlatıcının öfkesinin merkezine oturur. Aşk, toplum, dünya üzerine giderek keskinleşen eleştirilerinde anlatıcı kimi zaman kendini bir “ihtiyar” olarak tanımlar. Kimi zaman da anlatıda isyankâr bir gencin ya da bir sanatçı adayının sesini duyarız.
Dönemin de etkisiyle, anlatıcının dünyaya, özellikle de kadınlara bakışında ikili bakış açısı hakimdir. Onlar başka varlıklardır, sanki başka bir gezegenden gelmişlerdir. Aşkla birlikte gelen kıskançlık, öfke de bu uzlaşmaz dünyalar anlayışına eklenir. Aşk ancak anılarda yeniden yarattığı dünyada mümkün ve kabul edilebilirdir. Anılar anlatıcının sığınağıdır.
Anlatıcının öfkesi giderek toplumun tüm yapısına yönelir: “edebe aykırı” kavramı, babadan devralınan zaaflar, kendi aptallığını görmeden her şeyi yargılayan insan… Her şey onun oklarının hedefindedir artık. İnsanlık onun gözünde “toz zerresinin ihtişamı, hiçliğin heybeti”nden başka bir şey değildir. Sanat ise ona göre “ne ifade edilmeye ne şekle bürünmeye ihtiyacı olan şey”dir (Flaubert, 2020: 80.).
Bir Delinin Anıları’nın anlatıcısı anlaşılmayan çocuktan aşık ve sürekli sorgulayan bir ergene ve sitemkâr sanatçıya uzanarak gençliğin tüm fokurdamalarını içinde barındırır. Bir anlamda sanatçınınkileri de. Esasen, sözcelemin içerik kadar değişken olduğu bu parçalı anlatıda bir sanatçının genç adam olarak portresi çizilir. İster roman ister özyaşamöyküsel anlatı olarak değerlendirilsin, eser, zamanına ve kendine eleştirel bir gözle bakan bir özneyi merkeze koyar. Bu merkezde Flaubert’in sonraki eserlerinin ipuçlarını ya da en azından tohumlarını görmemek mümkün değil.
Kaynaklar:
Claudine Gothot-Mersch, “Flaubert et le récit autobiographique: Les Mémoires d’un fou”, Flaubert [En ligne] 20 | 2018, İnternette yayın tarihi: 15 Aralık 2018.
Damien Zanone, “Les mémoires comme genre? La mémoire historique en quête d’une forme stable dans la première moitié du XIXe siècle français”, Intercâmbio n° 11, Porto, Faculdade de Letras da Universidade do Porto, 2002, s. 35-62.
Gustave Flaubert, Bir Delinin Anıları, çev. Ayberk Erkay, Sel Yayıncılık, 7. Baskı, 2020.