.

İngrid Thobois ve Hayata Tutunma/Tutunamamayı Yazmak: Miss Sarajevo Veya Kendinden Kaçan Bir Adam

Nedret Öztokat Kılıçeri

Savaşlar, salgınlar, depremler sadece ülkelerin ve toplumların değil, insan değerlerinin sınavıdır. Coğrafi, iklimsel, ekonomik, toplumsal alt üst oluşların getirdiği yıkımların açtığı yaralar sadece bir ülkeye, bir coğrafyaya, bir topluma ait değildir. İnsanlığın yarasıdır.  

Bugün bu yazının konuğu Fransız yazar İngrid Thobois’yı İstanbul’da yaşayan bir dünya yazarı olarak görmek mümkün. Bu yazıda ele aldığımız Miss Sarajevo Veya Kendinden Kaçan Bir Adam Avrupa coğrafyasının en büyük kıyımlarından Bosna savaşını romana taşıyor. Fransa’da 2018’de okurla buluşan roman 2021’de Özge Akkaya çevirisiyle ülkemizde yayımlanmış. Türkçede iki romanı yayımlanan İngrid Thobois’nın Miss Sarajevo’sunu bu yazıda odağa alarak yazarın kurgu dünyasına ve roman anlayışına değinmeyi amaçladık.  

1980 Rouen doğumlu romancı dünyanın çeşitli yerlerinde öğretmenlik, belgeselcilik ve habercilik yapmış. Çocuklar ve gençler için de yazıyor. İlk romanı Le roi d’Afghanistan ne nous a pas mariés ile 2007’de “İlk Kitap Ödülü” kazanan yazarın Nassim et NassimaTao ve Léo ve Brunhilde d’en face başlıklı çocuk kitapları, Recto verso başlıklı ilk gençlik kitabı var.

Bu yazının konusu olan Miss Sarajevo Veya Kendinden Kaçan Bir Adam (2018) ile 2011 tarihli Solliciano ise başarılı Türkçe çevirileriyle yetişkinlere sesleniyor; psikolojik gerilimden hoşlanan okurların dikkatinden kaçmamalı. İngrid Thobois Fransa’da çok sayıda edebiyat etkinliğinde yer almış, ödüllü bir yazar.

Roman Evreninde Hayatın Hapishanesi  

İngrid Thobois başkişi/kişileri önce hikâyenin kurgusuna yerleştiriyor (Solliciano’da Norma-Jean ve Marco; Miss Sarajevo’da Joaquim) ve ardından okura aşama aşama kapılarını araladığı aile hikâyelerinde bu kişileri gezindiriyor. Böylece okur hem anlatıcının bakışıyla hem de kişilerin deneyiminden, anlatılan yaşanmışlıkları bir araya getirmeye başlıyor. Parça parça ve farklı zaman kesitlerini anlatının zamanında yan yana getirerek ilerleyen bir roman kuruyor. Büyük bir fotoğrafta bir araya gelen irili ufaklı görüntüler, olaylar, izler, izlenimler yazarın sevdiği bir kurgu yapısını örnekliyor. Romanın bütününden okura, duygusal anlamda son derece sıkıntılı, iyileşmesi olanaksız “kişisel yazgı”ya dayanan bir olay örgüsü ulaşıyor. Bu olay örgüsü iç içe geçen anlatı eksenleri ve izleklerle hem girift hem de sağlam bir yapıyı örnekliyor. Aslında İngrid Thobois’nın kişileri geçmişlerine, özellikle de aile hikâyelerine mahkûm kişiler. Onları mahkûm eden, dışarıdan gelen, dayatılmış, felç eden bir süreç değil; içlerinde sürekli yankılanan travmatik geçmişleri.

Roman örgüsü daha ilk sayfalarda romanın konusuna ilişkin bir izlek (tema) ile kuruluyor: Okur hikâyenin içine bu yoldan giriyor. Miss Sarajevo’da “fotoğrafçılık”,  Solliciano’da ise bir tutukevi elimizdeki anlatıların ne yönde ilerlediğinin ilk bilgilerini okura sunuyor.

Miss Sarajevo Nicéphore Niépce’in on dokuzuncu yüzyılda camera obscura’nın içinde görüntüyü sabitleme deneylerini anlatarak başlar. Görüntünün kâğıt üzerinden silinip gitmemesine odaklanmış bu kâşifin Gras’taki Manzara konulu fotoğrafı, yani bulduğu tekniğin hikâyesi bu üç sayfalık “Giriş”’te yer alır. Böylece anlatıcı roman kişisinin (Joaquim’in) fotoğrafçı rolünü öncelemekle (anticiper) kalmaz; aynı zamanda, tüm romanı bitirdikten sonra, okura bir görüntünün genç adamın zihninden bir türlü gitmeyişini, varoluşunu belirleyecek yazgıya dönüşmesini bir metafor hâlinde sunmuş olur. Anlatı boyunca fotoğraf sanatı, fotoğraf çekme edimleri, çocukluk fotoğrafları gibi öğelerin çok kez tekrarlanması da bu ana izleği örnekler.

Solliciano’nun hemen başında, her hafta Marco’yu ziyarete gelen Norma-Jean’ın bu eski öğrencisine duyduğu tutku bir hapishanenin (Solliciano tutukevi) dört duvarı arasında gösterilir. Roman bir görüşme gününün anlatılmasıyla başlar. Yirmi iki yıl hüküm giymiş Marco’nun ziyaretçisi, adamın hapishanede tuttuğu günlüklerin basılmasını kendisine amaç edinmiş, onu böylece hayata bağladığını düşünen ve entelektüel gelişimi sayesinde tahliye edilebileceğini uman eski felsefe hocası Norma-Jean’dır. Kendisine bunca sinirli ve ters davranan adamın karşısında kadının neden bu kadar sakin durduğunu, tepkisiz kalabildiğini merak ederiz.

Anlatı ilerledikçe hapishanenin dört duvarı arasında karşı karşıya gelen öfkeli adamla silikleşmiş, ruhen ve bedenen içi boşalmış kadının hikâyesinin ötesine geçeriz. Etap etap derine inen öyküleme tekniği insanın içsel hapishanesinin o tuhaf ve iyileşmez gerçekliğine götürür okuru. Norma-Jean’ın sabırla sürdürdüğü hapishane ziyaretleri bir olma biçimidir sadece; biz o ziyaretlerde bir jest görmek isteriz. Eski öğrencisinin yazdıklarını yayımlatmak isteyen felsefe hocasıdır. Ama alışılmış anlamıyla, hoş, iyi, hatta yüce, karşısındakinde iyi duygular uyandıran bir edim değildir Norma-Jean’ın “jesti”;  trajik bir yalnızlığın acınası ve çaresiz dışavurumudur.

Sadece eğitimiyle ve işiyle değil, sosyal açıdan da, evliliğiyle de üst sınıfa ait Norma-Jean katil Marco’yu neden hayata bağlamak için bunca fedakârlığı göze alır? Hapishanenin ziyaret salonunda başlayan roman, anlatıyı kuran kişilerin hayatlarının hapishanesinde cevabı okura aratacaktır. Empoli kasabasıyla ve Solliciano tutukevi arasında Norma-Jean fiziksel ve ruhsal çözülmesini, erimesini, kayboluşunu yaşayadursun (kadın kahraman tam bir yok oluşa doğru kararlılıkla yol almaktadır), Miss Sarajevo’nun Joaquim’i bir türlü üstesinden gelemediği, gözünün önünden silinmeyen bir intiharın hapishanesinde savaş fotoğrafçılığıyla ayakta kalmaya çalışacaktır. İngrid Thobois’nın kişilerini olmanın (presence) ve yok olmanın sınırında derin bir boşluk içinde düşünmeliyiz.

İngrid Thobois

Miss Sarajevo Veya Kendinden Kaçan Bir Adam

Kendinden kaçan adam kırklı yaşlarında, savaş fotoğrafçılığı yaparak dünyayı dolaşan, iyi bir ailenin oğlu Joaquim’dir. Kız kardeşi Viviane’ın ergenlik anoreksisiyle başlayan kendini yok etme süreci intiharla son bulduğunda aile için de geriye dönüşü olmayan ve adı konmamış bir cehennem hayatı başlar. Anne giderek içine kapanır ve Alzheimer’la son bulacak güç bir döneme girer; baba cerrahlığını sürdürmekle birlikte, anne ölene kadar ona bakar. Oğul zaten okumak üzere aileden uzaklaşmışken kız kardeşin bu kadar trajik bir şekilde terk ettiği evden iyice kopar. Paris’te bir fotoğrafçılık okuluna başlar ve “yeni” bir hayat kurmayı ister (s.21).

Roman Joaquim’in kırk dört yaşına geldiğinde, babasının miras bıraktığı (kardeşin ve annenin öldüğü) Rouen’daki evi teslim almak ve diğer işlemler (cenaze) için noteri görmek üzere karanlık hatıraların yıllarca kapalı kalmış olduğu eve doğru yola çıkmasıyla başlar. Aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiştir buraya gitmeyeli: “Tren de hiç değişmemiş, tek değişiklik vagonlarda sigara içmenin yasaklanması” (s.39).

Oysa ne çok şey değişmiştir Joaquim’in hayatında: Örneğin altmış yedi yaşında ölen babasıyla arası tam bir kopuşa gitmiştir. Yaşadıkları korkunç kaybın karşısında ilk adımın cerrah babadan gelmesini boşuna beklemiştir (s.40). Arada annenin cenazesi dışında hemen hiç görüşmemişlerdir. Sonuçta Joaquim aile evine bir noterin yönlendirmesiyle gidecek, iç sıkıntısıyla başlayan yolculuğu olabildiğince mekanik bir biçimde tamamlamak isteyecektir. Ama geçmişin görüntüleri, düşünceleri ve yüzleşilmemiş imgeleri onu rahat bırakmayacaktır.

Kız kardeşin büyük bir soğukkanlılıkla on altı yaşında kendini balkondan bırakması döne döne ağabeyin gözünde silinmez bir görüntüye ve zihninde çözülmez bir saplantıya dönüşmüştür, kulağında ise geçmeyen bir çınlama bırakmıştır (s.18). Joaquim 22 yaşında Viviane on altı yaşındandır. Başının ağrısıyla iç içe geçen bu uğuldamayı bastırmanın en iyi yolunu savaş muhabirliğinde bulur.

“Ekim ayının ilk günlerine denk gelen o sabah, Joaquim banyodan belinde havluyla zıpkın gibi fırlamıştı. Kız kardeşine söylenerek salonda ardına kadar açık pencereyi kapamak üzere koşturmuştu. Ve şimdi balkondaydı. Gözünü zihninin reddettiği şeyden alamıyordu […] Joaquim ellerini balkonun korkuluklarını bırakmayı neden reddettiğini kendine bir türlü açıklayamıyordu” (s.21-22). Donup kalmış, sanki izleyen kendisi değilmiş gibi bakakalır balkondan giden kardeşinin ardından: “Joaquim yeniden eğilmişti. Aşağıda Jeanne d’Arc Sokağı 128 numaranın önünde insanlar toplaşmıştı […] Burada Viviane hayata artık hiçbir şey borçlu değildi” (s23). Önce algılarıyla ve duygularıyla reddettiği, yıllar içinde de anlamlandıramadığına ikna olduğu olaydan tek bir kesinlik kalır Joaquim’e: Kız kardeşinin sessizce, kararlılıkla, bilerek ve isteyerek hayatına son verdiği gerçeği. Yirmi yıldan fazladır Joaquim’in aklından gitmeyecek bir kesinliğe dönüşür bu kararlı gidiş.

Viviane’ın intiharı kaçınılmaz biçimde bir “düşüş” izleğini açar metinde. Sadece annenin demansı ve ölümü değildir boşluğa düşmek;  Joaquim için de tutunacak bir yerde yaşamanın olanaklılığını elinden alır bu ölüm. “Bu ülke artık onu geriye çekiyor. Çocukluğuna dair hatırlatıcı her şey gibi kendisini de bir kutuya sığacak kadar küçültüyor: Odalar, evler, bahçeler, merdivenler ve tamamen kaybolduğunuza inandığınız o ahşap labirentler. Joaquim röportaj için çıktığı seyahatlerden eve dönerken, her defasında aynı şey oluyor. Fransa topraklarına ayak basar basmaz, neye tutunacağını bilemeden düşüşe geçiyor. İki yaşında beş yaşında, on yaşında. Çocukluğunun tüm yaşlarında. Yani güçsüzlüğünün tüm yaşlarında” (s. 29). Düşmek güç kaybıyla ilişkili; hem oğul, hem anne için.

Viviane’ın intiharı erkek kardeşin zihninde saplantılı imge olarak belirir durur, ancak anlatıcı kız kardeşin gidişini okura şöyle açıklar: “Mücadeleyi bıraktığı için intihar etmez insan; bu sözde korkaklık retoriği dinler tarafından uydurulmuş. İnsan, yaşamına tek bir nedenle son verir: İçinde ilerlememize izin verilen ama geri dönmemize veya mola vermemize asla ve asla imkân tanımayan, bize ayrılan zaman denilen koridorun darlığı yüzünden. İnsan uzunca bir süre hayatı tarttıktan, ivmelerini ve duraksamalarını, şahdamarındaki kanın akışını ve sonrasında gelen boşluk hissini enine boyuna düşündükten sonra kendisini öldürür” (s.14-15).

Daha ileride ise, babadan miras kalan çocukluk evine dönen Joaquim odaya bakarken anlatıcının bakış açısı şu soruları okura iletir: “Viviane’dan geriye sadece bir ergen odası kalmıştı. Aklından en son ne geçmişti? Yaşamına son vermeyi tercih etmek illa ki ölmeyi seçmek demek değildir. Saniyenin binde birinde acaba uçma keyfini yaşamış mıydı” (s.60).

Özetle, kardeşin hayatına son vermesi ağabeyin ruhundan yaşamı çeker alır. Oysa anlatının bir yerinde tek güçsüzün o olmadığını öğreniriz. Kendilerine hiçbir açıklamanın yapılmadığı, hastaneden eve gelmeyen bir bebeğin yasını tutan annelerinin de elinden tüm yaşam gücü çekilip alınmıştır.  Giderek sessizleşen ev artık dile gelmeyen bir yasın yuvasına dönüşür. Burada ise iki kardeşe hayat alanı kalmamıştır. Viviane bedenini “zayıflığıyla gotik bir katedral görüntüsüne” (s.20) sığdırırken (öldüğünde otuz dokuz kilodur) Joaquim dünyanın dört bir yanında kan dökülen ülkelere yanında fotoğraf makinasıyla gidecek, kendisinden (ve ailesinden) kaçacaktır.

Joaquim’in gitmediği yer kalmamış gibidir. Tüm çatışmaların, savaşların ortasında görürüz onu: Yazar, yirminci yüzyılın son on yılının tanıklığını da yapar Joaquim’in haritaları üzerinden.  1993 Saraybosna, 1994 Ruanda, 1995 Sierra Leone, 1996 Liberya, 1997 Kuzey İrlanda, 1996-98 arası Kongo-Brazzaville, 19999 Kosova, 2000 İturi, 2001-2004 Afganistan, 2005 Irak. Savaş muhabirliği Joaquim’i doğal olarak çevresinden uzaklaştırmıştır. Sadece aileden değil arkadaşlarından da ayrılmıştır (s.29). Gittiği yerlerde rastladığı kadınlarla beraber olmakta, duyguları neredeyse kendine yasaklayarak yalnız başına hayatta kalmayı sürdürmektedir (s.30).

Esrik Gemi köşesinde bu ay Nedret ÖztokatKılıçeri, Bernard-Marie Koltès’in tiyatro metni Ormanlardan Hemen Önceki Gece’si üzerine yazdı.

Aşk, Savaş ve Saraybosna

Romanın diğer önemli ekseni -başlığa da açıklayan- Saraybosna savaşı Joaquim’in gerçek anlamda erkeklikle tanıştığı onu bütün ve güçlü hissettiren bir aşk ilişkisiyle birlikte yer alır anlatıda. Savaştan kaçmış Ludmilla Novak kendinden on beş yaş genç olan bu Fransızla bir derste tanışır ve bir gün öğrencisinin hayatından çıkıp gideceğini bilerek onunla bir süreliğine beraber olur. Ludmilla’nın kocası Kosma Saraybosna’da kalmıştır, kadın kocasına sadıktır ve ölüm onları ayırana kadar gitgide yüzü hafızasından silinse de Kosma’ya kavuşma umudunu korumaktadır (s.27). Ludmilla ile Kosma’nın 1992 yazında apar topar ülkelerinden ayrılma kararı almaları ve Ludmilla’nın Fransa’ya sığınması sayfa yirmi yediden itibaren anlatıya yerleşir ve Joaquim’in Saraybosna serüvenine geçeriz.

Savaş izleğinin metne yerleşmesiyle birlikte okur, Joaquim’i babasından miras kalan Rouen’daki daireye gidişinde, Viviane’ın intiharından belleğinde kalan duygusal ve algısal izlerle ve Saraybosna günlerinde görecektir; geriye ve ileriye hareket eden görüntülerle ve epizotlarla genç adamın yol almasını izleyecektir. Anne babasının hikâyesi bu bölümde derinlemesine verilir, kayıp kardeşin tabulaşan öyküsünün çocukların gözünden nasıl alımlandığı, babanın oğlunu götürdüğü kuş avları… işte bu bölümde yer alır: “Bizi dünyaya getiren çifte dair ne biliyoruz?” sorusuyla yeni bir alana açılır olay örgüsü. Ailenin çok da kuvvetli olmayan iletişimlerini yavaş yavaş yitirmesi, annesinin incecik bedeni üzerinden ergen Viviane’ın geliştirdiği kusursuz beden imgesi (s.49) ve annenin kızın intiharından iki yıl sonra beyin yıkımına uğraması gibi aile hikâyesinin karanlık yanlarını romanın ortalarında okumaya başlarız.

Ludmilla Joaquim’den Saraybosna’ya iki mektup götürmesini ister. Birisi kuzenine, diğeri kocası Kosma’ya. Olay örgüsünün savaş coğrafyasına kaymasıyla birlikte romanda kişisel ve toplumsal ortak bellek ve Balkanların göbeğinde yaşananlar belirginleşir. Avrupa’nın yakın tarihine tanıklık etmemizi ister anlatıcı. “Tito öldüğünde Joaquim yedi yaşındaydı, Saraybosna’da Kış Olimpiyatları’nda ise Joaquim on bir yaşındaydı…” diye sürer anımsatmalar (s.79). Miloseviç, Karaziç, Büyük Sırbistan projesi derken birbirine kırdırılan Hırvat, Sırp, ve Müslüman halklar… Oysa Joaquim’in çocukluk anılarında Kış olimpiyatları, Katarina Witt gibi parlak imgeler kalmıştır. Bu parçalanmış, bombalanmış, yalnız bırakılmış ülkede daha çok hayatta kalmayı hatırlayacaktır. 1992-1996 arasında toprağın altına on bir bin beş yüz kırk can girmiştir. 

Saraybosna’da direnişçi Zladko’nun annesi Vesna ve kız kardeşi İnela’nın evlerini açan evinde misafir edilir Joaquim. Artık Bosnalıların hikâyesine odaklanırız. Joaquim Bosna’nın başkentinde bu evdekilerin günlük dertlerine ve sefaletlerine ortaklık ederek iki ay geçirir. Kuşatma altındaki kentte yokluk, yoksulluk ve ölüm kokan günler, Rouen ya da Paris’ten çok farklı gerçeklikleri okura sunar: “Bir yıllık kuşatma sırasında Saraybosna’nın planı şehri tanınmaz hale getirecek şekilde değişti. Binalar, sokaklar hepten yok oldu. Saraybosnalılar her sabah, kuşatma mengenesi daraldıkça, ufuğun genişlemesi karşısında lal kalıyordu. İnela ve Vesna’nın şehirlerinden geriye kalanlara ve manzaraya bakışı Zladko’ya adanmış sonsuz bir dua gibi” (s.97).

Tüm bu umutsuz tabloda Ludmilla’nın mektuplarının alıcısı kalmamıştır; kentin yaşadığı bu derin yok oluş içinde Joaquim’in de zihninde onu buraya getiren mektuplar yoktur artık. Burada da geçmişinden kaçmaktadır: “Split’te de, Saraybosna’da da varoluşun anlamının gizlendiği o kör noktayı keşfetmeyi reddetmemişti. Ülkeden ülkeye, şehirden şehire, çatışmadan çatışmaya, tehlikeden tehlikeye koşmasının nedeni, ne cesaret ne kararlılıktı. Tek neden, Viviane’ın anısıyla, olduğu yerde kalmanın imkânsızlığı ve vücuttan yüze, topraktan denize, gürültüden sessizliğe her yerde onu arama gereksinimiydi” (s.100).

Joaquim’i biraz Camus’yü de düşünerek uyumsuz bir roman kişisi olarak mı görmeliyiz? Ya da psikolojik bir okumayla, aileden ve ebeveynden gelen zincirleme duygusal travmaların kurbanı olarak mı? Yirmi birinci yüzyılda toplumun üst düzey ya da avantajlı kesiminin yakalandığı hastalıklarla kararan bir hayatın orta yerinde Joaquim, içinde yaşanılan coğrafya fark etmeksizin, dünyanın dört bir yanında yaşanan çatışmalı siyasetlerle savrulan dünyada bir yerlere oturuyor. Yine de onun tam olarak kim ve ne olduğunu söyleyemiyoruz. Ama onu tanıyoruz.

Kültürlü, varsıl, yüksek bir toplumsal sınıfın avantajlarıyla doğmuş roman kahramanını kişisel uçurumunun kıyısından alıp, ölü kız kardeşin imgesinden özgürleşemeyeceğini bile bile, onu fotoğrafçılık yapmaya Avrupa’nın orta yerine yollayan romancıya gelince, ustaca ve müthiş inceliklerle kurduğu romanıyla, savaşın da barışın da sürekli bir adım ötesinde ya da berisinde olduğumuzu hatırlatıyor ve kolay kolay etkisinden çıkamayacağımız bir okuma deneyimine çağırıyor.

Kaynakça

İngrid Thobois, Solliciano, çev. Aykut Derman, Yapı Kredi Yayınları, 2013.

İngrid Thobois Miss Sarajevo Veya Kendinden Kaçan Bir Adam, çev. Özge Akkaya, SaltOkur, 2021.