.

Malta Şahini’nden Malta Edebiyatına (I)

malta-sahını-dashıell-hammett

Burcu Alkan

1941 yapımı Malta Şahini (The Maltese Falcon) filminin sonunda uğruna cinayetlerin işlendiği Malta Şahini heykelciğinin sahte olduğu ortaya çıkınca özel dedektif Sam Spade ve Çavuş Polhaus arasında şu diyalog geçer:

Polhaus: Heavy, what is it?
Spade: The stuff that dreams are made of.

[Polhaus: Ağırmış, ne bu?
Spade: Rüyaların imâl edildiği şey.]

Filmin noir dünyasında arzu nesnesi olan heykelcik suç, tehlike ve tutkunun iç içe geçtiği hikâyenin kurucu unsurudur ve türün üslubuna uygun bir sembolizmin yükünü taşır. Arzulanan ve ulaşılan süslü nesne sahtedir ve hakikisinin peşine düşmek için yeniden arayışa girilmesi gerekecektir. Arzulananla gerçekleşebilen arasındaki “rüyaların imal edildiği şey” tam da bundan ötürü ağırdır.

Diyalogdaki William Shakespeare alıntısı romanda bulunmamakla beraber filmde de sıklıkla rastlanılan bir hatayla kullanılmış. Shakespeare’in Fırtına’sında şöyle geçer:

“We are such stuff
As dreams are made on, and our little life
Is rounded with a sleep.”

Burada “on” ile “of” arasındaki fark, anlamı çok da değiştirmeyecek kadar ufaktır ve aslında kurulan imge-kavram ilişkisinin niteliğini etkiler. Şöyle ki, “made of” bir şeyden yapılma halidir, bir heykelin mermerden yapılması gibi. “made on” –Fırtına’daki kullanımıyla düşünüldüğünde- biraz “based on”a yaklaşmaktadır. Türkçesinde söz konusu ince ayara en yakın olasılıklardan biri “Bizler rüyaların temelini oluşturan şeyden yapılmayız,” gibi bir ifadeye tekabül ediyor denebilir. Malta Şahini’ndeki kullanım elbette filmin hikâyesi için daha uygun ve özellikle bu şekilde kullanılmış olması muhtemel, çünkü filmde Spade “hayallerin yapıldığı şey” derken heykelciğin arzu nesnesi, yani bir çeşit “kutsal kâse” oluşunu vurguluyor.

Malta Şahini’nin hâlihazırda psikanalitik değerlendirmeleri mevcut; kaldı ki, noir türüyle psikanalitik yaklaşım arasındaki bağlantılar üzerine de bolca yazılıp çizildi. Ben böylesi bir film okuması yerine kendi seyahatimden ilhamla biraz filmden biraz romandan bahsetmek istiyorum.

Dashiell Hammett’ın 1930 Romanı –John Huston’ın 1941 Filmi

Amerikalı yazar Dashiell Hammett’ın (1894-1961) aynı başlıklı romanının birkaç farklı uyarlamasından biri olan -ve en iyisi kabul edilen- John Huston’ın Malta Şahini, sinemada “Amerikan noir” denen türün yapıtaşlarındandır. Humphrey Bogart da bu filmdeki Sam Spade karakteriyle başrolde parlayarak bir Amerikan ikonuna dönüşmüştür, ki hemen sonrasında 1942’de Casablanca çekilir. Yukarıda bahsi geçen Shakespeare alıntısı gibi bir iki ufak detay dışında filmin birebir uyarlandığı Dashiell Hammett romanı da “noir edebiyat” ve “hard-boiled kurgu”nun asli örneğidir.

Aslında hikâyenin Malta’yla pek bir ilgisi yok ama ülkenin tarihi üzerinden şekillenen egzotik imgesi açısından Malta’ya dair kategorisinde sayalım. 16. yüzyıl Malta şövalyeleri tarafından İspanya kralına hediye edilmek üzere yaptırılan, altın ve mücevherlerle bezeli şahin heykelciği adresine varamadan ortadan kaybolur. (Burada bir Barbaros Hayrettin hikâyesi de mevcut.) Yüzyıllar boyunca dönem dönem ortaya çıkan şahin mafya babası Gutman için bir çeşit “kutsal kâse” haline gelir. Böylece birçok güvenilmez karakterin devreye girdiği, Konstantinopol’dan Hong Kong’a oradan San Francisco’ya dolaşan şiddet dolu bir macera başlar. Malta Şahini’nin ardındaki cinayetlerin sırrını çözmek ise Özel Dedektif Sam Spade’e düşer.

Hammett’ın ilk olarak 1929’da Black Mask dergisinde tefrika edilen metni klasik anlamıyla bir “dedektif romanı” ama üslubuyla tam bir Amerikan edebiyatı ürünü. Popüler kültürün dünyadaki en yaygın örneklerinden biri olan suç/gizem hikâyelerine Büyük Buhran döneminin sertliğini ve bu dönemde değişen Amerikan karakterini katıyor. Bu özgün Amerikan üslubu da suç, polisiye, dedektiflik anlatılarını “hard-boiled” dediğimiz türe dönüştürüyor, ki Hammett türün babası olarak kabul edilir. Dahası diyaloglardan betimlemelerine Hammett’ın kalemi o kadar kuvvetli ki, iyi yazarlık becerisinin ve dil ustalığının ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlatıyor.

Hard-Boiled Kurgu

“Hard-boiled” ifadesinin “katı haşlanmış” olma halinin iki ana referans noktası var. Biri türün önceki dedektif / gizem / polisiye hikayelerine göre (ör. Sherlock Holmes modeli) sert olması. Bu sertlik zengin, seçkin ve Amerika’ya göre aristokratik görülen İngiliz üst sınıfsallığından uzak, daha sokağa yakın ve sokağa özgü, Amerikanca bir işçi sınıfı tipolojisini öne çıkarmaktadır. Diğer referans noktası da özel dedektif karakterinin kendisinin “hard-boiled,” yani sert olması. Sam Spade zengin değil ama zevkli, cazibesini verili olanla değil kazandığıyla inşa etmiş, kıvrak zekalı ve hazırcevap bir dedektif figürü. Görmüş geçirmiş ve yaşadıklarıyla güçlenmiş, şüpheci ve kandırması zor. Kendince ahlâklı ama gayet ben-merkezci. Özetle bir anti-kahraman.

Sam Spade’de gördüğümüz ve Bogart’ın muhteşem sunduğu örnek tam anlamıyla bir “hard-boiled” karakterizasyon. Klasik “hard-boiled kurgu”nun ana karakteri çoğunlukla erkektir ve anti-kahraman olarak çizilir. Anlatılarda açık bir sertlikle ön plana çıkan zeki dedektif tipinin erkeklik algısı da belli başlı yapısal parametrelerle belirlenmiştir. Bu erkek anti-kahraman figürü organize suç, yozlaşmış kurumlar ve karanlık bir dünya karşısında hayatta kalmış ve bu deneyimlerinden kendince bir eril mekanizma inşa etmiştir. Zor durumdaki hassas ve zayıf kadın karakterine yardım eder ama geleneksel anlatılardaki gibi romantize edilebilecek ideal bir erkek figürü değildir. Bu anlatıların kahramanları çoğu zaman kadınların talihsizce aşık olduğu “yalnız kurt” tiplemeleridirler ve asıl denkleri ise “femme fatale” kadınlardır.

Malta Şahini’nin ana kadın karakteri Wonderly/O’Shaughnessy ise hem erkeğin korumasına muhtaç kadın hem suçlu fail olarak türün farklı kombinasyonlarının önünü açmaktadır. Fakat bu yaklaşım günümüzde romana ve filme dair tatsız okumalar anlamına da gelmektedir. Özellikle toplumsal cinsiyet temsilleri ve feminist eleştiri açısından bakıldığında Spade’in mizojinisi ve eril narsisizmi çok açıktır. Gerçi karakter erkeklere karşı da oldukça küçümseyici olduğu için genel bir problemden söz edilebilir. O’Shaughnessy ise güya kurnazca Spade’i kandırmaya çalışır ama onun karşısında şansı dahi yoktur. Anti’sinden de olsa kahraman Sam Spade’dir ve böylesi bir denklemde kadın karakter için ağlak ve zayıf bir aşığa dönüşmekten başka olasılık kalmaz. Klasik noir ve hard-boiled anlatı modellerinin temelini kadın ve erkek karakterlere biçilmiş bu türden eşitsiz roller oluşturduğundan metinleri okurken dönemsel nitelikler katmanını da eklemek anlamlı olacaktır.

Şehrin karanlık taraflarında geçen, şiddet ve seks içerikli suç hikâyeleri… Suç dünyasının ve sokakların sertleştirdiği tipler… Caddelere, kaldırımlara, izbe yerlere özgü hızlı ve zekice bir dil… Şeytan tüyüyle cazibeli, kahramanca ama kahraman olmayan ana karakterler… Sınırları çok net çizilmiş bir kurgu türünü ifade eden ve içime sinen bir karşılığına denk gelene kadar şimdilik çevirmemeyi tercih ettiğim “hard-boiled” teriminin bahsi daha önce Haruki Murakami’nin Hard-Boiled Wonderland’i hakkında yazdığım yazıda[1] kısaca geçmişti. Murakami’de olduğu gibi bu çok özgün tür elbette kimi zaman doğrudan kimi zaman dönüşerek oldukça ilham verici olabiliyor. Nitekim, yazıyı böylesi bir başka popüler detayla bitireyim.

Patrick Stewart’ın Jean-Luc Picard olarak Atılgan’ın kaptanı olduğu Star Trek: The Next Generation serisinin “The Big Goodbye” bölümünde -ki çok güzeldir- Picard kafa dağıtmak için ilk kez “holodeck”i kurduğunda San Francisco’da geçen ve Dedektif Dixon Hill isimli bir karakteri canlandırdığı bir simülasyon tercih eder. Bu simülasyon ve hikâyesi Malta Şahini’nden ilhamla ve Bogart’lı filme referansla kurulmuştur. Jean-Luc Picard’ın kendini Dixon Hill/Sam Spade aynasında görmesi Uzay Yolu okumaları için oldukça ilgi çekici olmakla beraber başka bir yazının konusu olabilir. Nitekim Uzay Yolu serisinin kaptan karakterleri -tıpkı dizinin kendisi gibi- enfes bir Amerikan kültür tarihi ve benlik-kimlik tanımları tartışmasına imkân sunmaktadır.

Yazının devamını okumak için:


[1] https://sanatkritik.com/yazilar/dunya/noirdan-unicornlara-murakaminin-harikalar-dunyasi/