Tevfika İkiz
tevfika.ikiz@sanatkritik.com
Başlık hem inceleyeceğim romanın adı hem de Jacques Lacan’ın 1977’de Brüksel’de yaptığı bir konuşmanın içindeki sorusundan oluşmakta. Gustave Flaubert’in romanı Madame Bovary çeşitli disiplinlerin araştırma nesnesi olmuş, hepimizi etkilemiş, hatta başkahraman Emma’nın yanında olanlar, hayran kitleleri veya karşısındakiler gibi tartışmalara kadar uzanmıştır. Romanı çok erken yaşlarımda okumuş, kurgusunu beğenmiş, Flaubert’in insani duygularını anlayıp okuyuculara sunma becerisine hayran olmuştum. Peki ya Emma? O gençlik dönemlerimde pek de özdeşim kurabileceğim bir roman kahramanı gibi gelmemiş, haliyle de okuyup yazarın başka romanları var mı şeklinde bir düşünceyle edebiyatın diğer kahramanlarına dikkat kesilmiştim. Uzun yıllar sonra psikanalist olarak Emma’ya bakmam istendiğinde her zamanki refleksimle roman hakkında yapılan çalışmalara göz attım. Karşıma Emma histerik miydi melankolik mi, yaşasa şimdi ona borderline mı derdik şeklinde zengin psikopatoloji çalışmaları ile anlamaya çalışma, hasta olarak mercek altına alıp her bir kişilik özelliğini ayrı ayrı değerlendirme gibi oldukça yapılandırılmış görüşler öne çıkmaktaydı. Aslında birçok disiplinin romanı yorumlamasının sağlam hikâye örgüsü ve karakterin çarpıcı özelliklerinin okuyucuyu büyülemesinden dolayı olduğunu söylemek mümkün.
Flaubert ile Freud aynı dönemlerde yaşamışlar, ortak bir kültürü paylaşıyorlar. Psikanalizin kurucusunun edebiyata olan düşkünlüğü ve edebi eserler üzerine olan çalışmaları da malum. Emma’yı, Anna O gibi çalışmaktan ziyade benim ilgimi çeken Flaubert’in de Freud gibi insanlık durumunun en can alıcı noktası olan ilişkiler ağına dikkat çekmesi. Kitabı okurken sadece bir aile değil, 19.yüzyılın tüm ahlak anlayışı, ticari hayatı ve aile yapısını da Emma’nın ilişkileri üzerinden gözümüzde canlandırabilmekteyiz.
Psikanalizin histerik hastaların tedavisi ile doğup Freud’un kadın hastalarını dinlemesi, onların sorunlarını dillendirmesi ile bazı kavramların birleşerek ortaya zengin bir ruhsal dünyayı koyması söz konusu. İşte bu bağlamda aşk, histeri, kadınlık Gustave Flaubert’in romanında birleşerek aradığı aşkı bulamayan, bulduğunu sandığında kaybetmek endişesi ile yanıp biten ve sonrasında tatmin de olamayan Emma’da o dönemin yakınmalarından farklı olarak derin melankoli ve sonu intihara giden yıkıcılık mevcut. Romanı okurken aklımdan Freud da Flaubert de aynı dönemde yaşamışlar neden Flaubert’ın kahramanı Emma tipik histerik tanımına uymuyordu? diye geçti. Flaubert vurucu şekilde Emma’nın melankolik halini ve sonunu ortaya koyarken Freud’a kafa mı tutuyordu? O dönemde sadece histerikler yok mu diyordu, gibi sorular aklımdan geçti. Yanı sıra romanı okurken öne çıkarılmamış gibi duran Emma’nın annesi ile olan bağı ve devamında kendi kızına olan yansımaları hikâyenin örüntüsünde üzerine derinlemesine çalışılacak bir hat, çünkü nesiller arası bağda anneden alınamayan bir sevgi evlada nasıl verilecekti, hele de bu geçişi kolaylayacak olan eş bu role hiç uygun değilse? Emma hamile kaldığında ona “annecik” diye seslenen kocasını tariflerken “konuşması sokak kaldırımı gibi dümdüz” tanımını yapan yazarın, Charles’ı meselelerin derinine inmeyen, güçsüz ve ilgileri olmayan, olumsuz bir kişi olarak çizmesi de buna örnek. Tabii bir psikanalist olarak benim Charles’ın bu yetersizliğine bakışım annesinin ona olan aşırı kontrolcü ve tahakküm eden tavrı, her daim Emma ile rekabeti, her yolu denese de Emma’yı kendine göre seven oğlu ile Emma’nın ölümünden sonra bile halledilemeyen meseleleri… Ancak Charles’in ölümüyle bu karmaşanın sona ermesi de kadınlık sürecindeki çarpıcı noktalar olarak düşünmemi sağladı.
Hangi saat eşini öpeceği belli olan Charles tabii ki arzunun taşıyıcısı bir erkek olamaz. Aslında taşra hayatı, insan ilişkileri ve ev hayatlarının düzenine bakınca bu roman histeriklerin veya melankoliklerin değil bence olsa olsa sıkıntının romanı olabilirdi. Sıkıntı duygusunun Emma’nın boşluk hislerinin, kayıplarının, eşinden alamadığı aşkın bir araya gelmesi ile bunaltıya dönüşmesi çok anlaşılır bir durum. Monotonluk ve sıkıcılık acıma duygusunu bile azaltıyor, kocasını “cılız, sıska, hiç” olarak tanımlama sanırım Emma’nın tatminsizliğini anlamada yeterli olacaktır: “Hem ölsem hem Paris’te yaşasam”. Bu, yokluk, boşluk ve hiçlik duygularını yani melankolik çekirdeğin gücünü ortaya koymaktadır.
Baloda kendisini dansa kaldıran Vikont, Emma’nın tereddüdüne karşılık “Ben sizi idare ederim” demekte. İşte sihirli kelime, bu sayede aşkın gücü ile Paris ve içinde olduğumuz hayat, her şey büyülü ve güzel gelmeye başlar. Emma’nın istediği ve sonrasında bulamadığı her sevinç lanete, her romantik sevgi zevk yerini şehvete ve yıkıma bırakıyordu. “Ne olursa olsun mutlu değildi, hiçbir zaman mutlu olmamıştı. Hayatın bu yetersizliği dayandığı şeylerin hemen bozulup çürümesi nereden geliyordu? Ama bir yerlerde kuvvetli ve güzel bir insan hem coşkunluk hem de incelikle dolu kıymetli bir varlık bir melek kılığı altında bir şair kalbi bulunsaydı, onunla tesadüfen niçin karşılaşmamalıydı?”
Emma’nın roman boyunca sevmek istediği, âşık olduğu kişilerle ilişkilerine baktığımızda “duygusal sembiyoz” tanımını kullanabiliriz; sevdiği kişilerden hiç ayrılmak istememesi, birlikte olduğu anların sonlanmaması için sevgili ile iç içe geçme arzuları ve ulaşamayınca kızgınlık, terk edilmemek için yapılan davranışlar ve kendine zarar vermeye kadar giden eylemler ile ötekinin içinde erime, bir olma anlarını arzulamanın şiddetini daha iyi anlayabiliyoruz. Sevgilisi Rodolphe’a “sen bir erkeksin kendini sevdirmek için her şeyin var “ ve “sen kendini seviyorsun” derken Emma’nın verebileceği ama karşılığını hep alamadığı duygusal boşluğun çığlığını duymaktayız.
Ama tabii ister istemez roman kahramanının yaşadığı anlamsız ve monoton hayatından çıkmak için sarf edilen çabalara çevrenin hiç yardımcı olamaması romanı okurken aklımdan sıklıkla geçti. Baştan sona büyük bir akıcılık ile devam eden hikâye Emma ve onun gibi hisseden o dönem kadınlarına bir yol açacak mı, acılarını topluma gösterecek mi? Buna bir yanıt yok çünkü yazar ile kahramanın ortak bir sorunları var: Flaubert’in kendi melankolisinden uzaklaşmak için bulduğu çözümü karakteri üzerinden anlattığını 1850’lerde Louise Colet’ye yazdığı mektuplarından anlamaktayız. “Bovary beni öldürecek, Bovary’den çok sıkıldım, onun aldığı arsenik sanki benim ağzımda idi” şeklinde yazması bu duyguların yazarı ne kadar zorladığını hissettirmektedir.
Annesinin yanına gömülmeyi isteyen Emma’ya kadınlık iletilmiş ama ya annelik; kızı doğduğunda onun ne kadar çirkin olduğunu dillendiren sonrasında da ne bir ilgi ne bir sevgi kırıntısını veremeyen Emma’ya annesi kendisini sevme fırsatını vermiş miydi? Emma tabii ki bu derin narsistik yetersizlikle kızına ilgi ve sevgi verememiş, zaten kendisini sevmediği için onu daha çok sevecek erkekleri aramakla zamanını tüketmişti. Romanın bir yerinde geçen bir şarkı Emma’nın sonu intiharla biten yaşamında kendi bakımını bile yapamayan, bazı günler hareketsizce odasında kalan bu kadını kim bu kadar mutsuz etmişti? Hiçbir zaman kendisini mutlu ve keyifli hissetmeyen bu kadına kim bu acıları çektirmişti, şeklindeki sorulara Emma’nın annesi ile olan sancılı bağı uzantısında kitaptaki bir şarkı bize yanıtı vermektedir; “çoğu zaman güzel bir günün sıcaklığı küçük kıza aşkı hayal ettirir”
Emma bu sıcaklığı acaba hiç hissetmiş miydi?
*Aşk-ı Memnu’dan Madame Bovary’e Disiplinlerarası bir bakış”, Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı, Aralık,2020, Youtube (https://www.cenanvakfi.org/karsilastirmali-edebiyat-konusmalarina-disiplinlerarasi-bir-bakis/)