Serdar Soydan
Selim İleri’nin Kumkuma adlı anlatısı 2018 yılının Ekim ayında yayınlanır. Abdülhak Hâmit Tarhan’a dair biyografik materyali, hem Azrail’in hem de insanların unuttuğu bir hortlak-yazar kurgulayarak okuyuculara sunar İleri. Bir hayalet, bir heyula gibi Maçka Palas’ta, Bebek’te ve daha pek çok yerde dolaşır durur Abdülhak Hâmit; pek çok zamana gidip gelir.
Unutuluş ve hatırlama ekseninde ilerler metin. Unutuluşuna, dahası hiçbir zaman doğru düzgün anlaşılamayışına yanar şair-i azam. Hakkında yazılanları hatırlar, bunları yazanlara öfkelenir.
“Doğdum, ölmedim, gitgide ölümsüzlüğe kavuştum,” dese de, henüz yaşarken öldüğünün, unutulup gittiğinin de ayırdındadır.
Selim İleri büyük oranda kendi yarattığı Abdülhak Hâmit’in ağzından yazmıştır metni. Birinci tekil şahıs anlatıcı İleri’nin şair-i azamından başkası değildir. Fakat sert, ani, bazen cümleden cümleye geçişlerde üçüncü tekil şahıs bir anlatıcı da beliriverir. Bir tür us yarılması yahut kendinden kaçış, kopuş, yabancılaşmadır belki de bu.
Selim İleri’nin yer yer sayıklamaya, hezeyana varan üslubu biraz yorucu bulunabilir. Ancak bir yaşam ve kariyer dökümü çıkartan, klişe tabirle hayatı ve hayatına dair yazılanlar bir film şeridi gibi gözünün önünden, aklından geçen, başkaları tarafından nasıl görüldüğünü ve yansıtıldığını sorun hâline getiren, hem ölümün hem de yaşamın unuttuğu bir hortlak-yazardır anlatının merkezindeki. Bu açıdan Selim İleri’nin üslubu içerikle bütünlük sağlamıştır da denilebilir.
Kumkuma’nın sonunda 2004/11 Şubat 2018 tarihleri var. Yazarın metne 2004’te başladığını ve on dört yıl sonra, 2018’de noktayı koyduğunu ortaya koyuyor bu.
Ancak bugün bahsedeceğim yazı dizisi, İleri’nin bu kitabın taslağını daha önceden oluşturduğunu ortaya koyuyor. Milliyet gazetesinde 16 Ocak 1989 tarihinde başlayıp on gün boyunca devam eden “İstanbul Salonları ve Abdülhak Hâmit” başlıklı tefrika bu. Selim İleri on gün boyunca Abdülhak Hâmit’in hayatını, Kumkuma’daki gibi, hakkında yazılanlardan yola çıkarak ele almış. Yani bir yandan biyografik bir metin ortaya koyarken bir yandan da edebiyat tarih yazıcılığını, Abdülhak Hâmit hakkında kalem oynatmış eleştirmen, edebiyat tarihçisi ve biyografi yazarlarını yer yer alaya alarak karşılaştırmış. Bir tür hayat hikâyesi ‘edisyon kritik’ denemesi diyebilir miyiz acaba? Hem de müstehzi dilli! (Dilek İzgi de birbirinden güzel çizimleriyle bu yazı dizisine ayrı bir değer katmış.)
Kumkuma’nın arka kapak yazısında “Selim İleri’den dorukta bir dil ve anlatış şöleni: Kapkara alayın eşliğinde ölümsüzlük,” yazıyor.
Milliyet gazetesindeki yazı dizisinde henüz şaire bir ölümsüzlük bahşetmiyor İleri. Ancak yazının girişinden itibaren aynı kapkara alayla karşılaşıyoruz:
“Ey okurlar! Büyük insanlardan, büyük eserlerden söz açarken düğmelerinizi iliklemeniz gerekir. Tarih sahnesinde başrol oynamış kişiler her asırda, her cemiyette yalnız birkaç tanedir.
İşte bu yüzden büyük dâhilerin yaşam öykülerini kaleme alanlar soylu bir anlatımı gereksinirler. Abdülhak Hâmit’in Londrası’nı yazan Yusuf Mardin şu görkemli tümceyi kotardıktan sonra kitabına başlamıştır:
‘Çok alçaktan birbiriyle yarışırcasına uçuşan kurşun rengi bulutların nemli bir tülbendin değişini andıran serpintileriyle denizi karartan gölgeleri üzerinde devrilen kadife köpüklü dalgaların tuzlu yağmuru, güvertede uzunca paltosuna bürünmüş, seçkin ve tertemiz bir ruhun soylu görünüşleri ışıldayan bir yüzü fiskelemekteydi’
Doğrusu böyle tümceler kurmak her kalem! sahibinin harcı değildir.
Tuzlu yağmurla fiskelenen yüz ise Abdülhak Hâmit’indir. Hâmit, burada, yani gemi güvertesinde, iki dilim ayın yan yana gelişi gibi taş biçimi taranmış saçlarıyla, iki siyah gözüyle, uçları hafifçe yukarı kıvrık gür ve kumral bıyıklarıyla, manalı çehresindeki çukurla karşımıza çıkar.
Henüz kır düşmemiş sakalında serpintilerden billur bir damla ışıldamaktadır. Bakışları elbette delicidir.
Yusuf Mardin ulu şairi tıpatıp betimlemek için var gücünü harcamıştır.
Gemi, İngiltere’ye, Büyük Britanya İmparatorluğu’na gidiyor. Hâmit, ‘Sevdim seni billahi görünce,’ dediği Londra’ya yol alırken ilk izdivacının çok hazin anılarıyla yıkıktır.”
Kumkuma gibi, “İstanbul Salonları ve Abdülhak Hâmit” yazı dizisinin başrolünde de büyük şairle birlikte edebiyat tarihçisi, muhabir ve eleştirmenler var. Her biri isim isim, cümle cümle ele alınıyor. Birinde Selim İleri, diğerinde İleri’nin yarattığı, kendi tabiriyle kaleme getirdiği Abdülhak Hâmit onları kritik ediyor. Yani kritiğin kritiği söz konusu.
Yazı dizisinin başlığındaki İstanbul salonlarına gelecek olursak… Bu biraz yanıltıcı bir isimlendirme olmuş. Zira ne yazı dizisinde ne de 2018’de okuyucuyla buluşan anlatıda İstanbul salonlarına özel bir vurgu yok. Hadi Kumkuma, Maçka Palas’ya, Hâmit’in son yıllarını geçirdiği ve davetler verdiği salonda başlıyor, hatta büyük oranda orada geçiyor ama Milliyet’teki yazı dizisi daha ‘kurmaca dışı’ ve zamandizinsel bir metin olarak Hâmit’in peşinden ülke ülke, ev ev geziyor.
Yusuf Mardin, İbrahim Necmi Dilmen, Münevver Ayaşlı, İsmail Habip Sevük, Ahmet Hamdi Tanpınar, Adile Ayda, Halit Ziya Uşaklıgil, Hikmet Dizdaroğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İbnülemin Mahmut Kemal ve Memduh Şevket Esendal yazı dizisinin satırları arasında belirip kayboluyor. Selim İleri her birinin yazdıklarından faydalanmış alaycı bir Abdülhak Hâmit portresi oluştururken. Pek çok akademisyenin, edebiyat tarihçisinin, araştırmacının sahip olmadığı bir merak ve detaycılıkla, eleştirelliği bırakmadan, adeta dantel gibi işlemiş metnini.
Yazı dizisinde kendisini de başka birinden bahsedercesine anmaktan, hem de Yakup Kadri’nin Abdülhak Hâmit anılarından esinlenişini dile getirmekten çekinmemiş:
“Hindistan’a gitmeden önce Hindistan’ı yazan Şair-i Azam’ın takipçilerinden biri de Yakup Kadri’dir. Hep O Gece[1] romancısı ilk gençliğinde yaşına başına, boyuna posuna bakmadan Hâmit’i çağrıştırır bir resim çıkartmak ister.
Altmışını aşkın, olgunluk çağına çoktan erişmiş ulu şair şimdi Tokatlıyan Oteli’nde ikamet etmektedir. Yakup Kadri onun çevresindekilere şöyle dediğini sağdan soldan işitecektir:
‘Ben sessiz, ıssız yerleri hiç sevmem. Burada büyük bir şehrin gürültüleri var diye oturuyorum. Hele geceleri el ayak çekildikten sonra oteldeki elektrik motorunun sesi yok mu, bana âdeta ninni gibi geliyor.’
Yakup Kadri, Abdülhak Hâmit’i Garden Bar’da da görecek ve Selim İleri de bu sahnelerin bazılarını önce ‘Hayatımın Romanı’ hikâyesine, yıllar sonra ilk hırsızlığını tamamıyla unutup Saz Can Düğün Varyete romanına -ki kimseler okumamıştır- apartacaktır.”
Yazı dizisi ilerlerken, Kumkuma’yı müjdelercesine Abdülhak Hâmit ile eleştirmenleri, edebiyat tarihçilerini adeta bir diyaloga sokar:
“1930’da Münevver Hanım, ulu şairi Ankara Palas’ta görür. Görünüm ve görünüş karşısında onun da dudağı uçuklayacaktır. Hâmit, bu kez en aşağı on beş yaş daha gençleşmiştir. Çevresinde hayranlarının oluşturduğu bir ayla vardır.
Hâmit, eserlerinin anılarını yeniden ve yeniden anlatmaktadır. Esasen bu anıları dört makale halinde ‘Eserlerimi Nasıl Yazdım?’ başlığıyla kaleme getirmiş, makaleler 1928’de yayınlanmıştır. Şimdi sözlü yayın başlamıştır. Münevver Hanım, acı acı gülüyor:
‘Fakat acizane fikrime göre Abdülhak Hâmit Bey, bir saltanatın şairi, eserleri Dolmabahçe Sarayı gibi bir şey. Süs, yaldız ve lisan azameti… Osmanlı lisanının tasarrufunda eserler… Osmanlı lisanı ile baki ve onunla ifna olacak eserler. Bu eserler Türkçeleştirildiği gün buhar gibi yok oluverir.
Ulu şair sanki kahkahayı basmaktadır:
Ben yok olunca, bence o varlık da yok demek
Allah İçin! Ne yok yere sarf etmişiz emek!
Üstelik Münevver Ayaşlı, ‘acizane’ düşüncesini taa 1973’te açıklamıştır. Ne İbrahim Necmi ne de İsmail Habip geçmişte bu düşünceyi onaylayabilirler.”
Selim İleri, tahmin ettiğim kadarıyla Saz Caz Düğün Varyete romanı için çalışırken Abdülhak Hâmit hakkında aldığı notlar gitgide hacim kazanmış ve büyük şairi anlatan müstakil bir esere imza atma isteği gelip zihnine yerleşmiş.
Selim İleri sesli düşünen bir insan gibi farklı sesleri, düşünceleri, kâh birbirini değiller, kâh pekiştirir bir şekilde uç uca ekleyip “İstanbul Salonları ve Abdülhak Hâmit” adlı incelemeyi kaleme almış.
Bence bu bir tür queer edebiyat tarihi-biyografi metni. Bu açıdan önemli, vurgulanması gereken bir çaba.
Neden queer diyecek olursanız… Selim İleri bir yargıya varmaya çalışmadan, net, kesin, nihai bir cümleyle noktalamadan biriktirdiklerini ortaya koymuş. Bir yandan geçmiş metinlerin, yargıların, bilgilerin altını oyarken çok daha boyutlu, olasılıklı bir portre, bir hikâye ortaya koyabilmiş.
Bu başarının altında yatan onun her şeyden önce dilin ve anlatının olanakları üzerine kafa yoran bir romancı oluşudur. “İstanbul Salonları ve Abdülhak Hâmit”, öncülü Saz Caz Düğün Varyete ve ardılı Kumkuma ile birlikte bu açıdan irdelenmelidir.
*
Selim İleri’nin Abdülhak Hâmit’ini düşünürken, benzer bir örnek, Nahid Sırrı’nın 1954 yılında, Akşam gazetesinde tefrika edilen İki Sultanın Sevgilisi adlı tarihi etüdü geliyor aklıma. Daha önce Beşinci Murad ve ailesini bir dizi yazıyla ele aldığı Tarih Dünyası’nda da bahsi geçen Hatice Sultan, Naime Sultan ve Kemalettin Paşa arasında yaşananları tarihi etüt ve biyografinin sınırlarını zorlayarak ve gitgide romana yaklaştırarak, adeta bir roman taslağı şeklinde kaleme almış Örik de. Eğer nihayete erdirse, o mevzudan dört başı mamur bir roman vücuda getirse okuyucularına ikinci bir Kıskanmak armağan edecekmiş. Bazen bu romanın yazılmamış olmasına üzülür, Nahid Sırrı’nın, kendisine bonkör davranmayan kaderine, kalem emeğine hak ettiği değeri vermeyen matbuata hınçlanırım.
Ne mutlu ki Selim İleri, Abdülhak Hâmit’ini olgunlaştırmış, içinde yıllar boyu yaşatmış ve sonunda Kumkuma’da onu bir kez daha kaleme getirmiş.
[1] Hep O Şarkı’dan bahsediyor olmalı İleri. Bu bir oyun mu? Yoksa bir yanlış anımsama mı?