Ayşe Eziler Kıran
Yazımın başlığını okuduğunda Selim İleri’nin hafifçe gülümsediğini görür gibiyim.[1] Romanın içeriği konusunda zengin bir bilgi veren kapağı, mavi fon üzerinde Topkapı Sarayı’nı ve dört sanatçıyı sergiliyor. Kapağın alt yarısını soldan sağa Sarah Bernhard, Charles Dickens, Cahide Sonku ve Abdülhak Hamit Tarhan’ın fotoğrafları kaplıyor. En yukarda büyük sarı puntolarla Selim İleri yazılmış. Altında ortada, küçük harf italik ile “Mel’un”, onun altında da düz büyük harflerle “BİR US YARILMASI” yazılmış. Kapaktaki her öge romanın içeriğine doğrudan gönderme yapmaktadır. Ancak roman yalnız bu dört ana kahramanı değil, Nurullah Ataç, Shakespeare, Muhsin Ertuğrul gibi birçok gerçek kişinin kurmaca varlığını da barındırmaktadır.
Roman tarihsiz[2] yedi defter ve “Yapraklar”dan oluşmaktadır. Bu uzun anlatıda (581 s.) bir olay dizisi, entrika(lar) yok; çoğu zaman bağlamı özenle kurulan sahneler var. Benöyküsel anlatıcı bu özelliği kurmaca yayıncıya söylettiriyor: “[…] yazdıkların da tek düze. Hareket yok, aksiyon yok, gerilim yok” (114).[3] Ayrıca sahneler de zamandizimsel olarak değil, anlatcının aklına geldiği gibi ya da yazma isteğine göre eklemleniyor. Ben diyen içöyküsel anlatıcı Sayru Ussal ileri bir yaşında 1994’lerden sonra geçmişini ve şimdisini eski İstanbul şivesiyle değil (Hadi bir parantez de ben açayım; (diliyle)) yazıyor. Bu dili anlaşılır ve okunur kılmak da İleri’nin becerisi olmuş. Günümüz okuru için araştırılması gereken pek çok sözcük kullanıyor. Titiz bir okur her sözcüğün (“istidat”, (234), “buhurumeryem” (213), “ferdî”, (212), “ülfet” (124), “terennüm” (230), “mehaz” (190)…) anlamını araştırarak bilgilenebilir. Okumayı zorlaştırmadığı için bu sözcüklerin anlamları üzerinde durulmayabilir de. Öte yandan sözü edilen sözcüklerin dil düzeylerini anlamak da her zaman mümkün olmuyor. Ayrıca o günlerde kullanılan Fransızca pek çok sözcük de dikkat çekiyor: Neuf-cent-dix-neuf (Sayru’nun Galatasaray lisesindeki numarası: 919; (212, 463), “parisien” (153), ”signé” (230), “rönard” (230), “jurnal” (231), “soupé” (12 ). Öte yandan, İleri “ki” bağlaçlı şimdi pek kullanılmayan sözdizim yapısını da kullanıyor: “Kalbimin bazı aydınlanma anlarında hissediyorum ki, kimsenin kimseyi kaybetmek istemediği, fakat herkesin herkesi kaybettiği bir cemiyet!” (151). Benöyküsel anlatıcı günümüz Türkçesinde ise teklifsiz dilden seçkin dile çok değişik sözcük ve söz dizilerini kullanarak yaşadığı ânın diline ne denli egemen olduğunu gösteriyor.
Çok kahramanlı bu yapıtın her kahramanı, anlatıcı da dahil olmak üzere hep en az bir izlek taşıyorlar; kimi zaman bunlar birbirine karışıyor: yaşlılık, ölüm, yazma eylemi, Osmanlı tarihi, 1900’lerin başındaki yazın, Sonku ve Ertuğrul etrafındaki tiyatro, sinema çevreleri, sanat dünyası ve dedikoduları… Ancak hepsinin düğümlendiği kahraman Sayru Ussal.
Romanın baş kahramanı benöyküsel anlatıcının adı günümüzde de pek az kullanılan Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde bulunmayan Sayru sözcüğü. Tıpkı anlatıcının yaşadığı çelişkiler gibi çelişik anlamları bulunuyor: hasta, zayıf, güçsüz, depresif, başına buyruk/üretken, hayalci, öncü (olmayı hayal ediyor) /akıllı, mantıklı, temkinli, ertelemeci/şanslı. Sayru, yaşamış olduklarını en güçsüz olduğu ileri yaşlarında yazsa da son derece üretken olup gerçeklerle hayallerini kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz olarak karıştırmaktadır. Soyadı başlıktaki “Bir us yarılması” söz dizisine gönderme yapmaktadır. Sözcüğün birinci sözlük anlamı “genç şahin” ironik bir biçimde, anlatıcı ile pek örtüşmemektedir. İkinci anlamı “akıllı” ve “zekî”dir. Anlatıcı gerçekten de geçmiş ile şimdi, gerçekler ile kurmaca arasında kalışını sorgulamaktadır. “Galiba artık yaşamla eser birbirine karışıyor. Hangisinin yaşantı, hangisinin yapıntı olduğunu bilmiyorum. Hangisini yaşadım, hangisini okudum, seyrettim yahut yazdım, meçhul. Girdaptayım” (154). Ve tabii kendisini sürekli uyaran ikinci “ben”i ile de sürekli bir us yarılması yaşamaktadır. ”Niçin yalan söylüyorsunuz Sayru Bey? Tahta atınız hiçbir zaman olmadı. Japon Mağazası’nın vitrininde gördüğünüzün parası pahalı geldi gelmişti, almadılar. Evet ama hayal edebilmiştim“ (384). “Yapraklar” bölümüne dek ben öyküsel anlatıcı bu yarılmanın çoğu kez bilincindedir.
Anlatıcının iki annesi var. Birincisi biyolojik annesi evde neredeyse hizmetçi konumundaki Havva’dır (Hadi bir parantez daha açalım. Babası ile evlenip boşanmış mıdır? Yoksa hiç evlenmemiş midir?) Diğeri, büyük matematik bilgini babası Rasim Rıza’nın ikinci eşi Jülide’dir. Batı kültürüne uyum sağlamış biraz Fransızca bilen, biraz piyano çalabilen, ”süsünde püsünde […] giyinip kuşanıp gezmesinde tozmasında bir kadındı. Küçük Sayru için yok bir kadın [..]” (53). Kısacası, ikinci anne tiyatroya, operaya giden, hoş kokulu parfümler süren, kendini beğenmiş bir salon hanımıdır. Bu dört kişi, Redife büyükanne ve yardımcı Lâzime aynı evde yaşamaktadır. “Fakat ben de uzun bir ömre rağmen, iyilikten başka bir şey yapmadığım halde, hayatın en az sevilmemiş insanlarından biriyim. (Redife büyükannem kızınca “Mel’un” derdi bana, Jülide annem hıçkırık tutmuşçasına güler güler, Havva annem ağlar, Rasim Rıza “Mel’un az! Mel’un az! Diye itiraz ederdi.)” (443). Romanın üst başlığı olan bu sözcük şeytan, lânetli kimse, nefretle karşılanan anlamına gelmektedir. Sayru için neden bu olumsuz anlamlı sözcük kullanılmaktadır? İstenmeyen bir çocuk olduğu için mi? Topalladığı için mi? Pepe olduğu için mi? Biraz toplu olduğu için mi? Babası gibi bir bilim adamı olmadığı için mi? Üniversite öğreniminde başarısız olduğu için mi? Yoksa anlatıcının okurlarından sakladığı başka bir nedenle mi? Ama bir yandan da şanslı, onu sevmeyen tüm ailenin mirası kendisine kalmıştır.
Selim İleri’nin Marcel Proust’un yapıtlarını çok iyi bildiği, hatta kimi romanlarında yapıtlarına gönderme yaptığını iki yazarı da tanıyan okurları bilirler.[4] Çok bilgili, çok kültürlü Sayru’da Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde başlıklı romanına adını vermeden göndermede bulunmaktadır. O da tıpkı Proust’un benöyküsel anlatıcısı gibi geçmişi yeniden kurmayı düşler. İleri’yi özgün kılan geçmişi her an şimdiye açık bir biçimde bağlamasıdır. “Saçları, sakalları bembeyaz” (29) olduğunda şunları söyler: ”Geçmiş zamandan kalma bir köşk, şimdi geçmiş zamanı inşa edebilmem için fırsat oluşturuyordu. […] Göztepe’deki köşkü hatırlayarak, Rumelihisarı’ndakini canlandırıyordum“ (32). Proust’un romanı da kahramanların birbirine bağlandığı sahnelerden oluşur. İleri romanının sonunda bunu açıkça dile getirir: “Sahneler, hep sahneler” (547). Kokular da Kayıp Zamanın İzinde olduğu gibi geçmiş zamanı canlandırır: “Anılarla birlikte kokular hep tüter. […] Leylâk kokusu da hatıralara karışmıştır” (171). Bilindiği gibi Kayıp Zamanın İzinde’nin sonu aslında bu romanın başlangıcıdır. Sayru da Proust’un anlatıcısı gibi düşünmektedir. ”Bu son aslında romanın başlangıcıydı” (452). İleri’nin tersine benöyküsel anlatıcısı Sayru’nun Kayıp Zamanın İzinde’nin anlatıcısından haberi olmadığı açık. “Bir de yepyenilik getirerek, kendisini de, ak saçları bu eser için ağarmış Sayru Usman’ı da roman kişileri arasına katmalı?..” (452). Romancının bu ince ironisi de anlatıcısına bakış açısını yansıtmaktadır.
Proust özel yaşamında Sarah Bernardth’ın sanatçılığına hayran olduğu kadar onun Paris yüksek tabakasındaki konumu ile de ilgilenmiş ve onu Kayıp Zamanın İzinde’de Berma adı ile kahramanlaştırmıştır. İleri’nin benöyküsel anlatıcısı ise sanatçı konusunda kendini sorgular. “Cahide’den önce acaba Sarah’ya mı âşıktım?” (42) Ama o aynı zamanda Sarah Bernardth’ın oyunculuğunu da çok beğenmektedir. Âşık olduğu Cahide Sonku’nun oyunculuk yeteneğini yüceltmek için ikisini karşılaştırır, kimi zaman da Sonku’nun ondan iyi olabileceğini düşler.
İleri de Proust da hep geçmişte kalırlar. Proust’un anlatıcısının yazma anını sezmek ve yakalamak çoğu zaman incelikli dilbilimsel ve dilbilgisel çalışmalar yapmayı gerektirdiği gibi benöyküsel anlatıcısı da “şimdi”ye pek değinmez. Oysa İleri’nin anlatıcısı okuyucusunu sıklıkla yazma anının “şimdi”sine çeker ve çoğunlukla o anın dilini kullanarak “us yarılması”nın ne denli yazınsal bir etkinlik olduğunu okuyucusuna anlatır. İleri, yazma ânının “şimdi”sini sürmekte olan güncel “şimdi”yi birlikte kullanarak kimi zaman okurlarını şaşırtmaktadır. “Şimdi akşam. Kelimelerim biraz geri döndüler” (367). “Bütün bunlarla niye uğraşıyorum? Hepsi bir daha gelmemek üzere mâzide kalmış ve mâzi onarılamaz. Mâziden çıkarılacak dersler ise kimseyi ilgilendirmiyor. Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete!” (108). Sürmekte olan günümüz ise “bugün” ve gene “şimdi” ile ifade edilmektedir. “Bugün kimsenin haberi yok. Barbaros’un -önünden bir zamanlar ‘deniz’ geçen – türbesini Sinan’ın yaptığından da… Bu iskele şimdi çevresindeki döküntülerle birlikte denizde tek başına değil” (184-185).
İleri’nin Cahide Sonku’nun yaşamını çok iyi araştırdığı hemen anlaşılmaktadır. Sonku’ya pek çok erkeğin âşık olduğu, çoğunun çok mutsuz olduğu, kimilerinin servetlerini yitirdiği, sanatçının sonunun ise düşkünlük olduğu bilinmektedir. Romanın benöyküsel anlatıcısının Sonku’ya olan karşılıksız aşkı romanın iki ana izleğiden biridir. Aralarında geçtiğini düşlediği pek çok olay zaman açısından zorunlu olarak geçmişe, Sayru’nun gençliğine oturtulmuştur. Anlatıcının konumu ve yaşı nedeniyle yaşadığını öne sürdüğü olayların ve değişik bölümlerinin neredeyse tümünün kendi kurgusu olduğu söylenebilir. Ama Sayru’nun duyguları, betimlemeleri öylesine gerçekçilikle anlatılmıştır ki okur ikisinin çok yakınlaştığı izlenimine kapılabilir. “Biliyorum ki, ben de bir hayalperestim. Ruh ikizliğimizin özünde bu hayalperestlik yatıyor. Ben de Cahide’nin beni sevdiği hayaliyle bir ömür tükettim. Kendime kıydım” (72). Bu hayal onu hasta etmeye başlar. “Bu hayal ediş -tıbbın bugünkü kelimeleriyle- karabasanlı bir sanrıya evriliyordu. Bekliyordum, bekliyordum, sen sarılmıyordun, saçların değmiyordu, dudakların yaklaşmıyordu” (81-82). Sayru ailesinden “kalan serveti Cahide uğruna” (186) tükettiğini söylerken kendisini Sonku’nun zengin hayranları ile bir tutmaktadır. Eğer yazdıkları doğru ise çiçek ve mektup göndermekten ileri gidememiştir. Ancak bu tutkulu takıntı onu tüketir, alkole bağımlı kılar. Usunun ikinci yarısı Sayru’ya “Cahide sizi yok etmedi mi?” diyerek onun hayal dünyasından çıkamadığını da vurgular. ”Bitmiş bir Cahide “ (406) ile son kez buluştuğunu hayal ettiğinde artık ikisi de tükenmiştir. “Zavallı Cahide. Zavallı ben” (407). Cahide’nin vedasıyla Sayru’nun yaşamı da son bulur. “Cahide en görkemli ve en alkolik haliyle ‘Ayrılıyorum Sayru’ dedi, ‘veda ediyorum. Bana ihtiyacın yok artık’. Evet Cahidem, sonsuz yalnızların, sonsuz ölülerin kimseye ihtiyacı yoktur” (581). Benöyküsel anlatıcının Cahide’ye olan karşılıksız aşkı onun geçmiş zaman içinde kaybolmasını önlemiş yazmayı sürdürmesini sağlamıştır.
Ana izleklerden ikincisi ya da birincisi yaşlılık ve ölümdür. Bu görgülü, siyaset, sinema, tiyatro konusunda geniş bir ansiklopedik bilgiye sahip, kültürlü ve eğitimli bir çevresi olan anlatıcı artık sadece yaşlılığın ve yalnızlığın değil sürekli kullandığı alkolün de etkisindedir. Ayrıca ruhsal tedavi altındadır da. İyi olmadığın farkındadır (219). Bu üç etken neredeyse her gün yazan anlatıcının kimi zaman kendisiyle konuşmasına (271), yazdıklarını sınırlayamamasına, belli bir konu çevresinde toparlayamamasına, hatta bir dil birliği oluşturamamasına neden olmaktadır. Artık beli, sırtı ağrıyan, bacakları titreyen, zayıflıktan pantolonu düşen Sayru aynada kendisine baktığında kafasının, adaleleri erimiş, fakat kemikleri büyümüş artık kurukafaya yaklaşan, bembeyaz saçlarına sandık lekesi sarısı yürümüş, üşüşmüş, gözlerinde kirli cam donukluğu ile yamru yumru bir adamın kendisine baktığını görür (206). “İhtiyarlık gelip yapışınca, günlerin ayların, hatta yıların ortasında sıkışıp kalıyorsunuz. Her sabah dayak yemiş gibi kalkıyorsunuz; unutkanlığınız had safhada” (289). Yazdıklarının basılmasını ve okunmasını çok isteyen anlatıcı şimdinin teklifsiz dili ile zaten bildiği konumunu bir garsona vurgulatır: “ ‘Turşumuşsun ama iyi zıkkımlanıyorsun!’ İkinci perdenin finaline gelmiştik. Belki son perdenin. Muhakkak ki son perdenin” (177). Artık her sabah belleğinde “derin boşluklara“ (57) uyanmakta, belleğin biriktirdikleri “bellek torbasından […] romatizmalı ihtiyarlar gibi inildiye inildiye, güç belâ” (57) çıkmaktadır. Çıkmadığı da olmakta “yaşanmış da olsa ‘unutulan’ her yaşantı yaşanmamış gibi oluyor” (173) diyerek sık yinelediği kafa karışıklığından şikâyet etmektedir. Ve yalnızlığı içinde ölümü sıklıkla düşünmeye başlar: “Vakit yaklaşıyor. Ölüm Allah’ın emri” (222). Ancak yarattığı kahramanlar ile kimi zaman özdeşleşen Sayru kendisini sorgulayacak kadar da bilinçlidir: “Bir kere bile kendim olmadan mı öleceğim” (419). Artık ölümü kendi istemektedir: “Hayata katılamıyorum; az ötemdeydi su, pınar, ırmak, deniz, kıyısında kuruyup gittim. Kendimde değilim sanıyorlar; sadece kendimden kurtulmaya çalışıyorum. O ne korkunç suskunluk! O ne çaresiz bekleyiş!” (483) diyerek “Hep bir sona (akıbet) doğru gittiğini” hissetmektedir (513). Sayru yaşamının son gününde istenmeyen masum çocuk şehzadelerin öldürülmelerini kurgular. “Adsız, sansız” (581), masum çocuk şehzadenin öldürülmesi kendi ölümüne eşlik eder. Sayru da tüm isteğine karşın hiç tanınmadan tek başına ölüp gider.
Mel’un. Bir Us Yarılması çok katmanlı, çok izlekli, yazınbilim kuramlarını örtülü olarak gündeme getiren, okuma uğraşı gerektiren, bilgilendirici ve en önemlisi de yazın modalarının ötesinde bir yapıt.
[1] Marcel Proust konusunda yazdığım, 1978’de yayımlanan ilk çalışmam konusunda Selim İleri (doğru anımsıyorsam) Güneş gazetesinde çok yüreklendirici bir yazı yazmıştı.
[2] “Bunca senedir -en az yarım asır- jurnal tutarım, ne düzenli yazmış ne tarih atmışımdır.” (267)
[3] Parantez içindeki sayılar, romanın sayfalarına gönderme yapmaktadır.
[4] İleri S. (2014) Kırık Deniz Kabukları, 3. Baskı, Everest yay. İstanbul. (12)
Bodrum Kadıkalesi