
Serdar Soydan
Daha önce yazdığım “Peride Celal külliyatı: Unutulan ve gölgede kalanlar” başlıklı yazıda şöyle demiştim:
“Peride Celal tuhaf bir şekilde kırkların başından ellilerin ortalarına kadar yapılmış anketlerde yer almıyor. Yedi Gün’de Mehmet Behçet Yazar’ın ‘Edebiyatçılarımızı Tanıyalım’, Yarımay’da Enver Naci Gökşen’in ‘Kadın Romancılarımız’ başlıklı yazı dizileri, Son Posta’da İbrahim Hoyi’nin ‘Kadın Romancılarımızla Mülakatlar’ ve Yeni İstanbul’da Neriman Malkoç’un ‘Kadın Ediplerimiz’ röportaj serilerinin hiçbirinde Peride Celal’in adına rastlanmıyor. Eserleri bu kadar ana akıma dahil olmuş, dolaşıma sokulmuş bir yazarın tüm bu seri ve dizilerde unutulmuş olması sizce de garip değil mi? Hele ki Peride Celal’in sadece yazar olarak değil, gazeteci olarak da matbuatın içinde olduğu düşünüldüğünde. (Türkiye’ye döndükten sonra Yeni İstanbul’da çalışmaya başlıyor.)”
Peride Celâl’in, 1935 yılının sonundan[1] ellilerin ortasına kadar yirmiye yakın roman ve dört yüze yakın öykü yazdığı düşünülürse, dahası bu roman ve öykülerin en önemli ulusal gazetelerde, en çok okunan dergilerde çıktığı hesaba katılırsa bu sessizlik, bu ilgisizlik yadırgatıcı hâle gelir.
Bu dönemde sadece Yaşar Nabi’nin derlediği “Genç Neslin En Güzel Hikâyeleri” başlıklı antolojide adı geçer. (1938) Çok kısa bir şekilde biyografisi verilir. Daha sonra 1940’te Murat Uraz Kadın Muharrirlerimiz adlı çalışmasında Yaşar Nabi’nin bu çok kısa alıntısına iki paragraf ekler. (1940) Ancak Peride Celâl’in bir fotoğrafı bile yoktur kitapta.

Böyle bir giriş yapma sebebim şu: Peride Celâl, ellili yılların ortalarına kadar yazdıklarını hakir görür. Hatta onların görmezden gelinmelerini ister. Bu eserlerin, biri hariç yeniden basılmalarına dahi izin vermez. Bu hakir görüş, hatta görmezden gelişin altında zamanında değerlerinin bilinmemesi, yazarın bu yok sayılmayla eserlerinden soğutuluşu yatıyor olabilir mi? Şunu düşünüp dururum… Nurullah Ataç başta olmak üzere, dönemin gazete ve dergilerde eser tanıtımları, değerlendirmeleri yazan kalem sahipleri, fıkra yazarları Peride Celâl ve eserlerinden bahsetse, her romanı hakkında birkaç kritik çıksa Peride Celâl bu dönem eserlerine bu kadar küsmemiş olabilir miydi?
İşin acı tarafı şu ki, Peride Celâl, eserleri hakkında eleştiriler çıkan, kendisiyle röportaj yapılan bir yazar haline geldikten sonra da, bu ilk dönem eserleri hep bir iki cümleyle geçiştirilen, dile yahut anlatıma dair özellikleri, farklılıkları vurgulanmayan, yani aslında halen okunmayan, bilinmeyen, görmezden gelinen eserler olmaya devam etmiş. Halen haklarında yazılan değerlendirme ve tanıtım yazıları yok denecek kadar az.
Bir diğer merakımsa Peride Celâl’in o zaman, yani otuzlu ve kırklı yıllarda, daha sonra hakir göreceği bu eserlere dair ne düşündüğü olmuştu. Onun ilk dönem röportajlarını bulmak için çok uğraştım.
Birazdan Peride Celâl’in bu ilk dönem içinde yaptığı, bugüne kadar bilinmeyen, hakkında yazılan tezler yahut kitaplarda yer almayan iki röportajını okuyacaksınız.
Ancak öncesinde Peride Celâl’in bir romanını, hem de ilk romanı Sönen Alev’i nasıl yazdığını anlatan bir yazısını paylaşmak istiyorum. Bu yazı, romanın tefrikasının başladığı gün tefrikanın hemen üstünde yayınlanmış.
Sönen Alev’i Nasıl Yazdım?[1]
Peride Celâl
Sönen Alev’in ortaya çıkmasına tesadüfler çok yardım etti. Romanımın hangisi olduğunu söylemeyeceğim eşhasından biri Sönen Alev’in temelini kurmaklığıma yarayan kıymetli izahatı verdiği zaman benden sıkı sıkıya vaat almıştı.
“Eğer demişti, bir gün bunlardan bir roman çıkarmak istersen rica ederim bütün isimleri değiştir ve benden hiç bahsetme.”
Onun için ben de Sönen Alev’i nasıl yazdığımı size anlatırken bu imkânı bana veren insanı mümkün olduğu kadar saklayacağım. O bu vakanın içinde yaşamıştır. Fakat kimdir? verilmiş bir söz bunu size söylemekten beni menediyor.

Yalnız size romanımın mevzuunu ayağıma getiren garip tesadüfü anlatmak istiyorum. Bundan bir yıl evveldi. Ailem taşraya gitmişti. Aldığım bir telgraf üzerine onlara iltihakım icap etti. Yola çıktım. Seyahatimi trenle yapıyordum. Tren İstanbul’un sayfiyelerini geçtikten sonra başımı pencereden çektim ve yol arkadaşlarımı tanımak istedim. Vagonda üç kişi daha vardı, iki genç kadın, orta yaşlı, şakaklarına kır düşmüş, kibar tavırlı bir erkek. Bu üç yolcudan orta yaşlı erkek birinci istasyonda, diğer iki kadın iki istasyon sonra indiler. Kompartımanda yalnız kalınca valizimi sardığım battaniyemi aldım, koltuklardan birine uzanmak için hazırlandım. İşte o zaman gözlerim kadife kanepeye dikkatle takıldı. Orada gördüğüm şey beni hayrete düşürmüştü. Bu koltuğun köşesinde unutulmuş küçük ve siyah meşinden bir çanta idi. Battaniyeyi bir tarafa bırakıp elimi uzattım ve onu oradan aldım. Muhakkak çantayı burada İstanbul’dan beraber bindiğim yolculardan biri bırakmıştı. Fakat hangisi? Elim gayriihtiyari kenarındaki küçük düğmeye gitti, açınca bu meşin keseciğin içinde eski sararmış bir kâğıt yığını gördüm. Birisini çıkarıp göz gezdirdim. İnce bir kadın yazısıyla yazılmış bir mektuptu. Sönen Alev’de okuyacağınız Seza’nın mektuplarından biri. Evvela çantayı kontrolörü çağırıp teslim etmeyi düşündüm. Sonra kendim içindeki adresi arayarak bu işi yapmayı, onu sahibine göndermeyi daha münasip gördüm. Belki de öbür türlü hareket etmeme tecessüsüm, bu bana ait olmayan kâğıtları karıştırmak zevki mâni olmuştu. Çantayı kanepenin üzerine boşalttım. O zaman bu eski sararmış mektupların arasında başka zarflar da buldum. Bunlar hep aynı kimseye aitti. Üzerlerinde burada söylemeyeceğim mufassal adresleri vardı.
Yol uzundu. Ve başından biraz okuduğum o sararmış mektuplardan biri beni pek alakadar etmişti. Bilmiyorum romanımdaki Seza sizi bu kadar çok alakadar edecek mi? Fakat işte bu garip tesadüf yüzünden onun elime geçen bu birkaç sararmış mektubu beni o zaman heyecanla sarsmış ve başkasına ait evrakı karıştırmanın çirkinliğini duyduğum heyecanla unutarak o mektupları birer birer okumuştum. Fakat ailemin yanına gider gitmez o siyah çantayı olduğu gibi içinde bulduğum adrese yollamaktan bir lahza geri durmadım. Aynı zamanda hayli utandığım halde dürüst davranarak içindekileri okuduğumu itiraf ettim ve özür diledim.
Bu vakanın üzerinden bir hafta geçti. Bir mektup aldım. Bu mektup beni hem derin bir hayrete düşürdü hem de sevindirdi. Çünkü yolladığım çantanın sahibi mektupları iade ettiğim için teşekkür ediyor, içindekileri okumamın kendisini kızdırmadığını, çünkü beni gıyaben çok iyi tanıdığını söylüyor ve ayrıca merak ettiğim bazı tafsilatını da eğer arzu edersem verebileceğini ve isimlerin tamamıyla değiştirilmesi şartıyla onların neşrine razı olacağını ilave ediyordu.
Size onunla nasıl görüşüp anlaştığımızı ve onun kim olduğunu söylemeyeceğim. Yalnız onu gördüğüm bir hakikattir. Ve o Seza’nın mektuplarını okuduktan sonra birer birer kafamda kıvrılan istifhamları verdiği geniş izahat ile pek çabuk sildi. Ben de ona vaat ettiğim gibi bütün eşhasın isimlerini değiştirerek Sönen Alev’i yazdım. Onun kim olduğunu da bütün güçlüğü ne rağmen saklamaya çalıştım.
Ben Seza’nın tesadüfen elime geçen mektuplarını çok derin bir heyecanla okumuştum. Bilahare aldığım izahat ile romanımın ilk temelleri hemen hemen atılmış bulunuyordu. Şimdi hakikatleri hayalden ayırmayı da okuyucularımdan rica ederek onları Sönen Alev’le baş başa bırakıyorum.
Bu yazı, romanın yazılış sürecini anlatıyor. Ancak bulunan bir günlükten yahut ölmüş, gitmiş birinden geriye kalan mektuplardan yola çıkan, bu metinler, anlatıları aktaran/aktardığını iddia eden romanların sıkça karşımıza çıktığı; bunun, böyle bir girişin bir anlatı oyunu da olabileceği, okuyucuya, birazdan okuyacaklarınız gerçeklerden ibarettir, diyerek ilgi ve merak devşirme amacı güdebileceği de düşünülebilir.
Kaldı ki Peride Celal, Sönen Alev’de de mektuplardan, günlüklerden yararlanmış, farklı anlatıcı sesleriyle ele aldığı olayın farklı veçhelerini okuyucuyla paylaşmayı seçmiştir. Bu oyuncaklı roman, giriş yazısının da kurmaca olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir.
Sönen Alev hakkında çıkan, bulabildiğim tek yazı, romanın arzu nesnesi karakteri, Seza’nın âşık olduğu Sırrı Nihat’yla ismi -şu tesadüfe bakın ki- benzeşen Nahid Sırrı Örik tarafından kaleme alınmıştır.
Tefrikanın Ağustos 1938’de kitap halinde çıkmasından sonra 16 Eylül 1938’de Son Telgraf’taki köşesinde yer almıştır yazı.
Sönen Alev İçin
Nahid Sırrı
Peride Celal imzası, kadın hikâyecilerimiz arasında en sık rastlanılanlardan bilidir. Yaşar Nabi’nin çıkardığı son nesil hikâyecilerine ait antolojideki yegâne kadın imzası da onunki idi. Bu ne dereceye kadar haklı, tayine muktedir değilim, fakat kendisinden okuduğum ilk yazısı, bu defa neşretmiş olduğu Sönen Alev isimli ve kısaca roman -sanıyorum ki birinci romanı- muharririn istikbali için bana çok ümit verdi.
Sönen Alev, bir genç kızın, saçları artık ağarmaya başlamış bir doktora duyduğu aşkın onunla evlenişinden bir müddet sonra sönüşü, geçip gidişidir. Bu doktor, vaktiyle bir Anadolu hastanesinin sertabibi iken hastabakıcı olarak aldığı ahlakça pek düşkün bir kadını sevmiş, alacak olmuş. Fakat bin bir maceraya alışık bulunan o mahlûk, kendisinden bıkarak kaçmış ve doktor, bu kadının gözlerini genç kızın, Seza’nın gözlerinde bularak ona dalgın dalgın, uzun uzun bakarmış. Ateş bundan yanmış. Ve genç kızın tedbirsizliği yüzünden hasıl olan dedikodular neticesinde, kendisiyle izdivaç mecburiyetinde kalan doktorun bu izdivacı ilk önce zevahiri kurtarmaktan ibaretken sonra tabii şeklini alıyor. Fakat genç kız, bir müddet sonra kocasının mazideki büyük aşkını, o nazarların manasını ve hatta doktorun, ölüm döşeğine düşen eski sevgilisiyle izdivaçlarından çok sonra bir defa daha seviştiğini öğreniyor; alev sönüyor. Seza, kocasından ayrılarak romancının ihtiyat beklettiği bir başka doktorla evleniyor.
Tekniğin mükemmel olduğunu söylemeyeceğim. Roman, hemen daima mektuplardan terekküp etmektedir. Uzun, pek uzun mektuplar ve bunların birinde sayfalarca süren bir başka mektup istinsah edildiği gibi bunun içine de bir üçüncü mektup sıkıştırılmış. Kelime tekrarları, ihmaller, uzatmalar ender değil. Bununla beraber kitap sonuna kadar kendini okutuyor. Hele romandaki erkek kahraman ve nim adaşım doktor Sırrı Nihat’ın düşkün ve hakir sevgilisine karşı etinden ve sinirlerinden duyduğu, o her maniye galebe çalan sonsuz ihtiras ve aşkın hikâyesi çok kuvvetli. Bu aşk ve macera, bir genç kız olan müellifin taze kaleminden umulmayacak derecede doğru hatlarla tasvir edilmiş ve canlandırılmış.
O kadar ki, insanın, “Keşke romancı sadece bunu anlatsa, daha fazla tafsilatla bu kısmı yaşatsa idi,” diyeceği geliyor.
Nahid Sırrı’ya Peride Celal’in istikbali için -haklı çıkacak- umutlar veren Sönen Alev ne yazık ki matbuatın, eleştirmen ve köşe yazarlarının dikkatini çekmemiş. Öte yandan halkın, okuyucuların dikkatini çekmiş olmalı ki, sonrasında yazdığı romanların ekserisi önce iyi gazeteler, sonra saygın, bildik yayıncılar tarafından satın alınabilmiş.
Şimdi sizleri Peride Celal’in iki röportajıyla baş başa bırakıyorum. İlki 4 Haziran 1938 tarihinde Kurun’un edebi ilavesinde yayınlanmış, İbrahim Hoyi tarafından yapılmıştır. İkinci röportajsa Peride Celal’in Beyaz Ölüm adlı romanının yayınlanacağı Her Hafta dergisinde on sene kadar sonra çıkmıştır. İki metin de bugüne kadar Peride Celal Külliyatı üzerine yapılan çalışmalarda ele alınmamış, göz ardı edilmiştir.
Bugünkü Kadın Hikâyecilerden Biri
Konuşan: İbrahim Hoyi
Kadın hikâyeciler arasında güzel, munis ve akıcı üslubu; enteresan görüşleri, realist hamleleriyle sivrilmiş olan genç ve seçkin hikâyeci Peride Celal ile konuşmaya giderken kendi kendime düşünüyordum:
“Bir hikâyeciyi şöhrete götüren, okuyucularının onu beğenmelerini, aramalarını temin eden amiller nedir? Bunda desteğin, aşırı hadde vardırılmış bir propagandanın tesiri var mıdır? Varsa ne dereceye kadardır?”
Bunun cevabını da yine, değerli hikâyeci ve romancının oturduğu apartmanın merdivenlerini soluk soluğa çıkarken kendi kendime veriyorum.
“Hiç şüphe yok ki, edebiyat muhitinde destek, propaganda yeni yetişen bir muharrir için esaslı faktördür.”
*

Peride Celal ile karşı karşıyayız.. Biteviye siyah ipek bluzunun yine siyah düğmesiyle oynayarak konuşuyor.
“Benim anlatacak, söyleyecek bir şeyim yok ki. Buraya kadar zahmet ederek beni aradığınız için teşekkürler. Yalnız hayal inkisarına uğramanızdan korkuyorum.”
Peride Celal, yapmacık sevmeyen, olduğundan başka görünmek istemeyen, çok samimi bir varlık. Açık konuşuyor, edebiyata, hikâyeciliğe nasıl başladığını, daha hâlâ pek yakın olan mazinin heyecanlarını aynı kuvvet ve canlılıkla duyarmışçasına bir yumak gibi açıyor:
“Çocukluğum Anadolu’da, Karadeniz sahillerinde geçti. Çok okuyan, okumayı çok seven bir aile içinde büyüdüm. Annem zamanının münevverlerinden idi. Yazıya çok istidadı vardı. Ben de aynı iştiyak ile yazmaya başladım. İstanbul’da doğup büyümüş olduğum için Anadolu’nun denizsiz mehtapları, bozkırları her nedense çocuk ruhumda garip bir burukluk, kırıklık uyandırmıştı. Daha 14, 15 yaşlarındayken engin bir nostaljiye tutulmuş, bu hisleri de, yazdığım şiirlerde akislendirerek, renklendirerek avutmaya, dindirmeye çalışmıştım. Bittabi bu şiirlerime hiçbir veçhile kıymet vermiş değilim. Ancak değişen, açılan, mağmumlaşan ruhî tezahürlerimin kelimeleşmiş, basit bir ifadesi olduğu için onları severim. İnanır mısınız, bu İstanbul nostaljisi beni o kadar sarmıştı ki 17 yaşlarında Eskişehir’de de yine yalnızlığı anlatan nesirler yazdım. Bunların hiçbirini neşretmiyordum. Bu arada hikâye denemeleri yaptım. Resimle de uğraşıyordum. Yazdığım hikâyeleri tanıdıklarıma okuyor, reylerini topluyordum. Bu reyler ekseriyetle lehimde olmakla beraber, her nedense, bir mecmuaya veya bir gazeteye gönderip de bastıramıyordum. Çünkü cesaretim yoktu. Bu da beni fena halde sinirlendiriyor, ümitsizliğe düşürüyordu.”
Genç hikâyeci, daha ne söyleyeyim der gibi sustu. Gayet zarif ve eli yatkın bir ev hanımı inceliğiyle bana kahvemi uzattı.
Kimisinin, zihni açar, yorgun dimağları harekete getirir dedikleri, haddi zatında ve umumiyetle ne için içtiğime bir türlü akıl erdiremediğim kahveyi yudumlarken “Sonra efendim,” dedim. “İlk hikâyeniz ne zaman, nerede ve nasıl çıktı?”
Peride Celal, yine aynı samimiyetle cevap verdi.
“Bu bir hâdisedir. Hikâyedir. Bana kalsaydı, yazdıklarımı saklamakla kalacaktım. Annemin teşviki ile, ‘Ak Kız’ isimli hikâyemi haftalık bir mecmuaya götürdük. Aradan üç hafta geçtikten ve hikâyeyi üç defa değiştirdikten sonra, yazımı imzamı basılı olarak gördüm. Ne mi ettiği mi soruyorsunuz, bu geniş fakat çakıllı yola girenin duyduğu heyecanı, sevinci…”
Hikâyeyi hatırlıyorum. Bu Anadolu hayatından alınmış bir vakayı, reel, içli bir şekilde ifadeleyen özentisiz, yazanın gizli istidadını belirten bir hikâye.
Tarihi de 27 İkinciteşrin 1935. Demek ki, Peride Celal yazıcılığa bilfiil bundan iki buçuk sene evvel başlamış. Peride Celal’in eniştesi, matbuatın gayet iyi tanıdığı Ali Naci’dir. İyi bir gazeteci ve muhtelif gazetelerin patronluğunu yapmış olan Ali Naci, bu baldız kızının yazıcılık istidadına emin değildir. Ehemmiyet vermemektedir. Kendisine o kadar söylenildiği halde, merak edip de Peride’nin bir satırını bile okumuş değildir. Fakat bahis mevzuu mecmuada bu yazıyı görünce şaşakalmış ve bir solukta okuduğu yazının hiç de yabana atılamayacağını anlamıştı.
Bundan sonrasını, yine hikâyecimizden dinleyelim.
“Eniştemin muvafakatiyle kendi gazetesine yazmaya başladım. Birikmiş hikâyeleri orada harcadım. Yalnız eniştem, herhangi bir yanlış tefsire meydan vermemek için beni Peyami Safa’ya gönderdi ve o aydınlatıcı, uyandırıcı fikirlerle, bilmediğim birçok şeyleri bana öğretti; hikâyecilik tekniğinde kullanacağım malzemeleri gösterdi. Bu hususta kendisine çok minnet ve şükran borçluyum.”
Aklıma geldi, soruverdim.
“İlk hikâyenizden kaç para aldınız?”
Peride Celal gülümsedi, “İki lira,” dedi.
Emekleme, açılma devresinde de olsa, herhangi bir dimağ mahsulüne biçilen bu değerle, İngiliz ve Amerikan edebiyat ülkelerinde verilen değerlerinin mukayesesini acı acı zihnimden geçirirken, başka bir suale geçtim.
“Kimleri okudunuz, okursunuz?”
“Eskiden Fuzuli’yi, anlayabildiğim kadar, seviyordum. Nedim’den hoşlanmam. Daha yenilerden Hamit, Halit Ziya, biraz Fikret, Halide Edip, Refik Halit, Peyimi Safa’yı daima okurum. Sonra görüşlerin artması, genişlemesi için yabancı bir dil şarttır. Ben esefle söyleyeyim ki, yabancı bir dil bilmiyorum. Onun için ekseriya tercüme eserleri takip ederim. Ayrıca Fransızcaya da çalışıyorum. Ömer Seyfettin’i unuttum sanmayınız. Ona aşırı derecede meclûbum.”
Hikâyede çirkinliğe kaçmayan, hakiki bir realizm taraftarı olan, erkek üslûbu ile, kadınlığını unutmayan Peride Celal, güzeli mutlak olarak kabul ediyor. Ve çirkin diye bir şey olamayacağına inanıyor. Renklerden en fazla beyaz ve siyahı tercih ediyor. O kadar ki eserlerinde bile, kadın kahramanlarının ekserisi bu renkleri taşır.
Okuyucuların merak ettiği bir noktada hikâyecilerin nasıl yazdıkları, hikâyelerini nasıl hazırladıklarıdır. Ben de iki saattir bitip tükenmeyen sorgularımla azaplandırdığım romancıya aynı suali sordum, işte söyledikleri:
“Çok kolay yazarım. Tramvayda, bir toplantıda konuşurken tasarladığım mevzuu iyice işler, bütün anatıyla kafamda yaşatır, hazırlarım. Ondan sonra, bunu kâğıda dökmek işten değildir. Daha ziyade geceleri yazarım. Kahramanlarımı o kadar benimserim ki, onlarla beraber güler, acınır, sevinir, çırpınırım. Onların hiddeti, infiali benim hiddetim, infialimdir.”
Güzide hikâyeci ve romancımız Peride Celal’le konuşmamız burada kesildi. Birden bastıran misafirlerin yanında bu işkenceye devam etmek saygısızlık olurdu, kalem ve defterimi cebime yerleştirdim. Misafir seven hikâyecinin neşeli muhitinde yarım saat kadar daha kaldıktan sonra, müsaadesini istedim. Kapıdan çıkarken “Size söyleyecek bir şeyim olmadığını söylemiştim. Kazancınız herhalde fazla olmayacak, ama günahı boynunuza,” diyordu.
Röportajı yapan: Celal Müftüoğlu
Peride Celal… Bu isim Her Hafta okurları için yabancı değil elbette. Yakında bu sütunlarda, Her Hafta için hazırladığı bir roman tefrika edilecek. Yazarımızı Bölge Basın Müdürlüğü’nde buldum.

Yeni bir insanla, tanışmak, ona damdan düşercesine kendinizi takdim ederek sual sormak her babayiğidin başaracağı şey değil. Hele bu muhatap, bir kadın, nazik bir kadın olursa… Diyeceksiniz ki, iş o zaman daha kolay olur; hayır. Nezaket kadar insanı ezen bir şey yoktur. Fakat zekâ kadar da böyle zamanlarda imdada yetişen bir şey az bulunur.
Peride Celal’i dikkati çekmeyen bir hava içinde sakin, hatta sönük buldum. Birçok romanlar, hikâyeler yazmış, ismi büyük gazetelerde iri harflerle yıllarca çıkmış olan bir şahsiyet hiç sönük olur mu diyeceksiniz. Ben de sizin gibi düşünebilirim. Onu bir başka türlü, mesela masasında, çiçekler, ağzında dumanı savrulan bir sigara, yanındakilerle hızlı konuşan pervasız bir insan, ipekli elbiselerle tahayyül edebilirim.
Peride Celal’i sakin ve sessiz bulmak, beni birdenbire sevindirdi. Galiba halis bir şahsiyet karşısındayım diye düşündüm. Halis şahsiyet, yani şeklin fantezisinden kurtulup muhtevanın ziynetlerine çekilmek… O, ancak gözleriyle düşünenleri kandıran dış manzaranın sükûnunu veriyor.
Zamanımızın ‘göz devri’ olduğuna dair birçok yazılarım var, göz devri insanları, içlerini oyacakları yerde dışlarını süslemektedirler. Ama içe bakmak gibi bir hüviyete erenler, dışın basit gösterişinden kurtulurlar.
Peride Celal bana birdenbire bu muhteva kapılarını açtı. Hareketleri de öyle, kapılarda bile incitmekten çekinen bir hassasiyetle, ürkek ve nazik bir karşılayışla, benim hikmeti vücudumu derhal kavradı. Sigara veya kahve ikram edip etmemek tereddütlerini geçiriyordu. Bu tereddütler, kontrollü bir haleti ruhiye karşısında olduğum hissini aşıladı, ben de kendimi ona göre ayarladım.
İşte, zekânın imdada yetiştiği şeyler bunlardır. Zekâ, ilk rastlama, tanışma ve konuşmaya başlamanın terler döktürücü zorluklarını sihirli eliyle siler, süpürür; sonra iki insan beynindeki intibak ve mukavemet ibresini işletmeye başlar. İlk anda kolaylığı temin eden bu zekâ, ve tenkitçi ibresini işlettikten sonra konuşma zorlaşır.
İyi ki, Peride Celal ile benim konuşulacak bir şeyim yok. Elimde, kendisinin roman yazacağı mecmuanın sualleri var, o sualleri sorup geçmek işin en kestirme tarafı. Mesela birinci soru:
“İlk yazıya nerede başladınız?”
Karşımda zarif tebessümü, sade elbisesi, güzel vücudu, tatlı bakışlarıyla tesirli genç bir kadın.
Cevap:
“Beyefendi, ben öyle reklamdan falan hoşlanmam. Sonra sizin Her Hafta’da bazı yazılarınızı okudum, pek alaycı şeyler. Bilmem ki, bu suallere cevap vermek mutlaka lazım mı?”
Yüzüm kızarmadı ama içimde bir tel ürperdi. Ona mevzuumuzun ciddi olduğunu söyleyebilirdim, suali tekrarladım.
“Peki öyleyse cevap vereyim,” deyince rahat bir nefes aldım.
“On, on beş sene oluyor, birçok edebiyatçılar gibi ben de ilk önce şiir yazmakla işe başladım. Sonra hikâyeye geçtim. Anadolu hikâyeleri… Bunlar bir mecmuada intişar etti. Ondan sonra gazetelere geçtim. Son Posta, Tan, Cumhuriyet.”
“İlk yazıyı size ilham eden nedir?”
“Çocukluğum Anadolu’da geçmişti. Anadolu’nun ‘küçük hayatı’ bana çok tesir etmişti. Yıllarca bu tesir altında kaldım. İlk yazılarımın ilham kaynağı bu suretle Anadolu olmuştur.”
“Şimdiye kadar kaç hikâye ve roman yaddınız?”
“Yüzlerce hikâye yazdım. Bir zamanlar gazete ve mecmualarda hemen her gün yazılarım çıkıyordu. Tabii tahmin edersiniz, ilk yazmaya başladığı zaman, insanın söyleyeceği çok şey bulunuyor. 12 roman yazdım. Hepsi kitap hâlinde çıktı.”
“Bu romanlardan en çok hangisini beğenirsiniz?”
“Yıldız Tepe ismindekini.”
“Muvaffakiyetinizin sırrını nerede buluyorsunuz?”
“Muvaffak olduğumu daha zannetmiyorum.”
Bu konuşmalar nisan ayının son günlerinde, bir daire içinde de olsa edebi bir hasbihal mahiyetinde idi. Dünyanın en güzel şehrinde, dünyanın en zengin mevzulu bahsi olan edebiyat üzerinde konuşuyorduk. Ben bir gazeteci hüviyetinde idim, karşımdaki genç bir kadın romancı idi. Fakat pencerelere ilkbahar yağmurları düşmesinden mi nedir, sual ve cevap aramakla bir röportaj yapıyorduk.
Bununla beraber Peride Celal’in tatlı sesi ve sualleri sünger gibi emerek derhal cevaplandırması bu konuşmayı hem kolaylaştırıyor; hem de süratlileştiriyordu.
Sordum:
“İsviçre seyahatinizden edebi intihalarınızı anlatır mısınız?”
Muhayyilesi, bu dairenin camlarından birdenbire fırlayarak yağmurları deldi ve İsviçre’ye uçtu. Kim bilir nerelere kadar gitti. Nereleri gördü, oradan bir lahzada neler getirdi. Bana, yani sizlere sadece şu kadarını söyledi:
“Orada edebiyat sahasında pek büyük bir hareket yok. Fikir ve sanat hareketleri daha ziyade Fransa’dan çıkıyor. Bununla beraber orası, Fransa’nın küçük bir şubesi gibidir. Fransa’dan oraya tesir yağıyor, Paris’e yakınlık bakımından çok mesut bir memleket. Kendi mühim muharrirleri var. Mesela Ramuz[1] beynelmilel bir romancı.”
Muhayyileyi fazla rahatsız etmemek lazım, gerçek katı da olsa gerçektir; onu İsviçre’den buraya çağıralım.
“Her Hafta için hazırladığınız roman hakkında biraz malûmat verir misiniz?”
“İçinde bir kadın var ki, vaka olarak değil, karakter olarak hayattan alınmıştır. Hayalin mahsulü bir vakaya onun şahsiyetini koydum. Fazla olarak, bu romandaki tipleri görüp tanıdığım insanlardan aldım. Bunlar, muhtelif memleketlerde tanıdığım insanlardır.”
“Kahramanınızı hayattan aldığınıza göre onun hususiyetleri hakkında bir şeyler söyler misiniz?”
“O kadar sempatik ve canlı bir insandır ki… Onu tanımış olmak, bu romanın da kolayca yazılmasına yardım etti. Kendisinin üstün meziyetleri var. Çok caziptir. Yakın dostum olduğu için tesirleri üzerimde canlı bir halde yaşamaktadır.”
Sualler bitmiş, dışarıda yağmur bitmemişti. Konuşulacak şeyler çok. Karşımda edebi hatıralarını merak ettiğim harikulade sempatik, son derece nazik, güzel Peride Celal.
Fakat ondan ve hatıralarından ayrılmak mecburiyetindeyim.
Hem de yağmurun altına girmek şartıyla.
[1] Charles-Ferdinand Ramuz (1978-1947)
[1] Son Posta, 26 Aralık 1936.
[1] Yayınlanan ilk öyküsü “Akkız” 27 Kasım 1935 tarihli Yedigün dergisinde yer alıyor.