
Abdullah Ezik
Bu yıl 26 ile 28 Mayıs 2021 tarihleri arasında Bilsart’ta gerçekleştirilecek border_less ARTBOOK DAYS, farklı coğrafyalardan sanatseverleri buluşturan, sanat üzerine düşünen araştırmacı, sanatçı ve okuyucuları bir araya getiren oldukça özel bir organizasyon.
Eski tarihli ve yeni yayınlanan metinler aracılığıyla bağımsız bir arşiv platformu oluşturan organizasyon, “border_less Kitap Fonu” aracılığıyla her ARTBOOK DAYS edisyonu öncesi gerçekleştirdiği bir açık çağrı ile daha önce kapsamlı bir kitabı basılmamış ve üretim aşamasında olan bir sanatçı kitabına fon sağlıyor.
Biz de bu kapsamda border_less’ın yaklaşmakta olan yeni edisyonu öncesi geçtiğimiz yıl Ayvazovski ve Diğerleri: Resmî Makam Odalarının Resimli Bir İncelemesi başlıklı çalışmasıyla fona değer görülen Esra Oskay ile projesi, Ayvazovski ve border_less üzerine konuştuk.
Genel olarak ilgi alanlarınız içerisinde kamusalın değişen yüzü, duygu politikası, iktidarın materyal dünyası ve bilim felsefesi yer alıyor. İlk olarak bu başlıkların sizi ve çalışmalarınızı nasıl yönlendirdiğinden söz edebilir misiniz?
Bu başlıkların bilme ve duyumsama arasındaki ilişkiye yönelmeleri açısından bir ortaklıkları var benim için. Görünürde makul olanın ardındaki kompleks yapı ilgimi çekiyor. Tamamen rasyonel olarak kanıksadığımız kararların altındaki duygusal ekonomi, tercümesi mümkün olmayanın kendini hissettirdiği pürüzler ve aksaklıklarda kendini hissettiriyor. Çalışmalarım çoğunlukla bu aksamalara odaklanarak ilerliyor.

Ayvazovski ve Diğerleri: Resmi Makam Odalarının Resimli Bir İncelemesi’nin hikâyesi aslında külliyede bulunan iki Ayvazovski tablosunun menşeine dair bir merakla başlıyor. Bize bu meraktan ve bu merakın projeye evrilme sürecinden bahsedebilir misiniz?
Projenin başlangıcında bir televizyon röportajı var. Bir gün telefonda bir makam odasında yapılan röportajı seyrederken dikkatimi arka planda olanlar çekti. Mekân, Neo-Osmanlı nesneler, çiniler ve vazolarla klasik bir misafir odasını andırıyordu. Ayvazovski ve Diğerleri öncesindeki proje, İstişare, bu nesnelere odaklanıyordu. Ekrandan erişebildiğim kadarıyla makam odalarındaki bu materyal dili incelerken bu sefer dikkatimi makam odalarındaki tablolar çekmeye başladı. Bu tabloların kime ait olduğunu, neyi temsil ettiğini ve bu mekanlardaki işlevini düşünmeye başladım. Tabloları araştırırken külliyenin basına yansıyan görüntülerinde sıklıkla görünen iki Ayvazovski tablosuyla karşılaşmaya başladım. Sehpanın üzerindeki vazodan duvardaki Selçuklu desenine kadar tasarlanmış bir sembolizm içinde bu tabloların neyi ifade ettiğini düşünmeye başladım ve külliyedeki diğer tablolara daha detaylı bakmaya başladım. Sanal turdan, basın fotoğraflarından, resmi video kayıtlarından yola çıkarak diğer eserleri görmeye çalıştım. Tabi ekrandan tablolara uzun ve piksel piksel bir mesafe var. Elde edilen görüntüler bulanık ve belirsiz. Buradaki görünmezlik, bilinmezlik araştırmanın temel meselesini oluşturmaya başladı zamanla. “Kötü görüntülerin” ekonomisi ve kültürel mirasa ait bu koleksiyonla ekrandan buluşuyor oluşumuzun politikası üzerine düşünmeye başladım.

Her yıl düzenli olarak yeni ARTBOOK DAYS edisyonu öncesi yaptığı açık çağrı ile duyurulan ve daha önce kapsamlı bir kitabı basılmamış/üretim aşamasında olan bir sanatçı kitabına fon sağlayan “border_less Kitap Fonu”, geçtiğimiz yıl Ayvazovski ve Diğerleri başlıklı projenize verildi. Peki bu süreçte proje nasıl gelişti ve border_less’a başvurma kararını nasıl aldınız?
Bütün bu araştırma sürecine uygun bir mecra düşünürken border_less fonundan haberim oldu. Projenin tek bir kareye sığmayan bir yapısı olduğu için daha öncesinde de farklı formatlar deniyordum, sesli rehber, gecekondu sergileri, performans denemeleri gibi parçalı bir şekilde ilerleyen bu süreci toparlayacak bir format olarak kitap mekanını denemeye karar verdim sonunda.
border_less Kitap Fonu eserinizin gün yüzüne çıkma aşamasında size ne gibi olanaklar sağladı/sağlıyor?
Fonun sağladığı maddi destek olmasa projenin kitaplaşması mümkün olmazdı. Ama bunun yanı sıra bu alanda çalışan insanlarla tanışmama da vesile oldu. Barın Cilt ve Yazı evine yaptığım ziyaretler, Ka Atölye’de tasarım aşamasında yaptığımız mesailer kitabı bir mecra ve nesne olarak yeniden düşünmemi sağlayan önemli süreçlerdi.

Projenin bir başka önemli meselesi ise aslında kültürel miras konusunu tartışmaya açması; zira eserlerin yer aldığı külliye koleksiyonuna erişimimiz paylaşılan görüntüler, basına servis edilen resmi video kayıtları ve külliyenin sanal turu ile sınırlı durumda. Bu durum da kamusal ile özel alanın ihtilaflı bölgesinde bulunan kültürel miras konusunu tartışmaya açıyor. Bu noktada Ayvazovski ve külliye deneyimi, size Türkiye’deki kültürel mirasa dair neler gösterdi?
Söz konusu kültürel miras olduğunda muhafaza konusu kamusalın erişimini sınayan bir meseleye dönüşüyor. Kamusal olan herkesin paylaşımına açık, herkese aittir ve kimsenin özel mülkiyeti altında değildir. Arşiv ve koleksiyon, ortak mülkiyetteki kültürel varlıklara erişimi düzenlemenin tartışmasız uygulamaları gibi görünüyor. Ancak bu pratikler asimetrik bir görünürlük ve erişim rejimi üretiyor. Bir taraftan alternatif bir arşiv projesi gibi de görülebilir bu deneme. O dönem yaptığım araştırmalarda başka türlü bir hafıza ve arşivleme pratiğiyle uğraşan, batı dışı kültürlerin anımsama ve kaydetme pratiklerini merkez alan müze tecrübelerine bakarken, bunun aslında o kadar da doğal bir koruma biçimi olmadığına ikna oldum. Avustralya’da Aborjin kültürünün kendine has hatırlama pratikleri ve bu kültürü müzelerde canlandırma denemeleri özellikle ilgimi çekti örneğin. Nazi dönemi rüyalarını toplayarak dönemin profilini çıkaran, toplumsal yapısını aktaran Charlotte Breadth’in sözlü tarih çalışmaları da benzer bir arşivleme denemesi benim için. Müze fikri bir mesafe üzerine inşa ediliyor. Dokunamadığınız, ulaşamadığınız, yüz yüzeyken bile uzağınızda duran bir aurası var. Bu tablolar müzede sergilense ne kadar erişilebilir olurdu, o konuda da şüpheliyim. Bunun üzerine hala düşünüyorum.

Ayvazovski ve Diğerleri, kötü kaliteli benzerleriyle görülebilen bu tabloları bulundukları konum ve bize olan mesafenin şartlarını görsel bir dil ile aktarmaya çalışıyor. Peki siz bu yeni koleksiyon denemesi kapsamında söz konusu tabloları hangi bağlam üzerinden ele alıyorsunuz?
Tablolara bakarken ilk çıkış noktam, buradaki tercihlerin kültür politikalarına dair nasıl bir kurgu sergilediği idi. Fakat görüntülerdeki belirsizlik, beni koleksiyonu mekânın genel sembolizmi içindeki yerini düşünmeye itti. Tabloların seçimi ve yerleştirilmesi yapının tasarımındaki kararlarla paralel seyreden bir mantık içinde gerçekleşmiş gibi görünüyor. Tasarımın çizgisini destekleyen, varaklı çerçeveler içinde sınırlanmış ve simetrik bir düzeni destekleyen dekoratif öğeler olarak kullanılıyorlar çoğunlukla. Basına verilen fotoğrafların arkasında simetriyi sağlayacak bir fon oluşturuyorlar.

Gerek Türkiye gerekse diğer ülkeler nezdinde dikkat çeken bir diğer mesele makam odalarında yer alan tabloların ziyaretçilere/basına/kamuya verdikleri mesaj. Bu anlamda söz konusu iktidar yapılarının özel bir temsil aracı olarak da değerlendirilebilen bu eserler bize neler söyler?
Bu proje üzerine çalıştığım dönemde Angela Merkel’in odasındaki Emil Nolde resimleri gündeme gelmişti. Nolde’un Nazi sempatizanlığının bir retrospektif sonrası tekrar gündeme gelmesiyle Merkel’in odasındaki tabloların yerine yenilerinin asılması konuşulmuştu. Deutsche Welle yazarı Stefan Dege (2019) “Dünyanın her yerinden devlet adamlarının gelip geçtiği bir yerde nasıl bir sanat asılmalıdır?” diye soruyordu bunun üzerine. Politikadaki sembolizmin kullanımı ve semboller üzerinden aidiyetler yaratma fikri çok eski tabi. Ayşe Köksal, müzelerinin tarihçesine ve inşa ettiği düzene odaklandığı çalışmasında, Avusturya’nın pasifist kralının sarayının tamamını nadire kabinesine dönüştürmesini ve bu nesnelerle yapılan siyaseti anlatır. Sembolik siyasete mükemmel bir örnek teşkil eden bu hamle savaş meydanında silahların değil masa başında sembollerin konuştuğu bir siyaset biçimine işaret eder. Materyal kültürün stratejisinin siyasetle olan sembolik ilişkisini hatırlatır bu anlamda. Bu sembolik dilin gücünü koruyor olması beni hala çok şaşırtıyor. Macron’un resmi portre çekiminde görünen kitabın açık olan sayfasına kadar hesaplanan bir kurgudan bahsediyoruz.

Son yıllarda özellikle külliyede dikkat çeken dönüşümlerden birisi de hat gibi sanat eserlerinin hızla daha görünür olması ve resmî kurum ve yapılarda İslami sanatların tercih edilmesi. Bu gibi tercihleri iktidar yapılarının kişisel eğilimlerini gösteren unsurlar olarak değerlendirebilir miyiz? Son yıllarda sanat, politikleşti mi?
Son dönemde kültürel politikaların yön değiştirdiğini söylemek daha doğru olur sanırım. Neo-Osmanlı bir perspektif içinde batı dışı geleneğin sanatının daha fazla ön plana çıkarıldığı, desteklendiği görülüyor. Örneğin Bülent Batuman’ın Külliye’deki sanat eserlerine dair gözlemi Batı resmi ile hat eserlerin yan yana, karşı karşıya sahnelendiği yönünde. Özellikle makam odasına giden koridordaki tabloların düzenlenmesinde fark edilen bir özellik bu. Koridorun bir ucunda Batı resmi diğer ucunda hat eserler bulunuyor. Külliye’deki tablolara bakarken diğer mekanlarda da karşılaştığım bir şeydi bu. Natürmortlar hat eserlerle karşılıklı bir odanın farklı duvarlarını paylaşıyor. Batı geleneği ve doğu geleneği aynı duvarda bulunmuyor. Ankara Resim Heykel Müzesi’nin açılış konuşmalarında tekrar eden Yahya Kemal’in dizeleri aslında buradaki fikri özetler nitelikte: “Kökü mazide olan bir atiyim,”, resmi külliye videosunda da külliyeyi temsil eden bir fikir olarak anılıyor. Milli mimarinin canlandırmacı üslubuyla inşa edilmiş yapının Selçuklu, Osmanlı ve Erken Cumhuriyeti birleştiren fikri vurgulanıyor. Külliye de benzer bir görüntü sergiliyor genel olarak.
Kamusal alanda sergilenen eserlerin mülkiyeti ve bunların kamu tarafından erişilebilirliği/denetlenebilirliği/görünürlüğü üzerine ne söyleyebilirsiniz?
Yeniden açılan Ankara Resim Heykel Müzesi için dijital bir arşiv oluşturulduğu belirtiliyor. 11. Cumhurbaşkanlığı döneminde de Köşk’teki koleksiyon için yapılmış bir dijital arşiv çalışması olduğu belirtiliyor. Ama bu arşivlere erişimin yolları pek de açık görünmüyor.

Pandemi şüphesiz sizin gibi özel çalışmalar yürüten araştırmacıları da derinden etkilemiş olsa gerek. Bize bu süreçte ve öncesinde karşılaştığınız zorluklardan bahsedebilir misiniz?
Benim için bu tablolara olan mesafe önemliydi. Bir araştırmacının perspektifinden değil kamusal alanın içinden bakmaya çalıştığım için özel izinlere başvurmadan erişebildiğim kadarıyla görmek istedim bu eserleri. Tabi bu tabloların nasıl edinildiği, hangi protokollere dayanılarak ödünç verildiği gibi sorularımın cevabına erişmekte zorlandım. Ama bu fiziksel kapanmadansa genel bir şeffaflık problemi ile alakalı.
Pandemi erişilebilirlik sorusunu çok başka bir yere taşıdı. Sanat nesnesinin fiziksel varlığından uzaklaşıp yapıtla karşılaşmanın imkânı üzerine düşünmeye başladım. Dijital müze çalışmaları aslında bu erişim sorusunu ve sanat nesnesiyle olan ilişkimizi uzun zamandır test ediyordu. Camekanlar ardından bir ekrana bakar gibi baktığımız nesnelerle aslında zaten ne kadar fiziksel bir karşılaşma yaşadığımız sorusu müze deneyiminin yeniden tasarlanmasını gündeme getiriyor uzun zamandır. Ama pandemi bu soruları bir disiplinin sınırlarının dışına taşıdı. Birçok müzenin online koleksiyonlarının linkleri dolaşıyordu ilk zamanlarda. Ama bu hamlenin erişim sorununu çözdüğünden ve nesneyle kurduğumuz ilişkinin yerini alabildiğinden şüpheliyim ben. Bu da daha çok farklı olasılıkları düşünmek için bir alan açıyor.
Son bir soru olarak, Esra Oskay Ayvazovski ve Diğerleri: Resmi Makam Odalarının Resimli Bir İncelemesi’nin ardından hangi konuya/esere/isme eğilecek?
Bir yandan yeni görüntüleme teknolojilerinin imgelerle olan ilişkimizi nasıl değiştirdiği üzerine düşünüyorum, diğer yandan da kültürel alan içindeki erişilebilirlik ve mesafe meselelerini araştırıyorum hala. Şu an yaşadığım Devlet Mahallesi’nde bir yenileme/canlandırma süreci sürüyor. Karşı sokaktaki kentsel sit alanındaki çalışmaları pencereden duyuyorum ama ne olup bittiğine dair mahallenin geri kalanı gibi benim de fikrim yok. Restorasyon alanının sınırları, proje bittiğinde neye benzeyeceğini gösteren 3D görüntülerle kaplı. Mimari projelerin vaatlerini görselleştiren bu geleceğe dair görsellerde nasıl bir topluluk fikri inşa ediliyor, bunun üzerine çalışıyorum bu aralar.