
Serdar Soydan
Selim İleri’nin yayına hazırladığı, Oğlak Yayınları tarafından 1996’da basılan Peride Celal’e Armağan adlı kitaptan aldığım bu fotoğrafın açıklamasında “1940’larda Cumhuriyet gazetesindeki tek kadın” yazıyor. Fotoğrafta kırka yakın erkeğin arasında tek başına Peride Celal. Yüzünde kendinden emin bir gülümseme.

Otuzlu kırklı yıllarda, kadınların, pek çok alanda olduğu gibi basın-yayın alanında da sayıca az olmakla birlikte kendilerini var edebildiklerini görüyoruz.[1]
Halide Edip, Suat Derviş, Cahit Uçuk, Neriman Hikmet, Güzide Sabri, Nezihe Muhittin, Şükufe Nihal, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Sabiha Sertel, Mükerrem Kamil ilk akla gelen isimler. Bir bu kadar daha sayılabilir. Hatta, hatırıma gelenleri sayayım. (İsimleri yad, ruhları şad olsun) Bu gölgede kalan, ilk anda akla gelmeyen, az bilinen isimler belki araştırmacıların dikkatini çeker ve haklarında bir şeyler yazılır yarın bir gün. Perihan Ömer, Rebia Arif (Bilgin), Leman Ahıskal, Müzehher Vâ-Nû (Nihal Karamağaralı), Muazzez Kaptanoğlu (Aruoba), Mebrure Sami, Meliha Avni, Nur Tahsin, Fakihe Odman, Necla Maraş…
Şiir, roman, öykü, gezi yazıları kaleme alan, bilfiil gazete idarehanelerinde çalışan, sokak sokak gezip röportajlar yapan, muhtemelen birbirinden güç alan, birbirinden beslenen kadınlar! Her biri cinsiyetçi baskılara, ötekileştirilmeye, istihfafa, tahkir ve tezlil edilmelere rağmen inatla, inançla kendisini, gücünün yettiğince var edebilmiş, en azından gazete ve dergi koleksiyonları sayesinde bugüne gelebilmiştir.
Peride Celal de 1935 yılından itibaren bu isimler arasında yer almaya başlamıştır. Kasım 1935’ten itibaren neredeyse dur durak bilmeden romanlar, öyküler yazmış, kısa süre içinde gazetelerin tirajını arttıran, Mahmut Yesari, Peyami Safa, Suat Derviş gibi aranan, el üstünde tutulan tefrika yazarları arasına girmiştir.
Peride Celal’in az bilinen yönlerinden ikisi basın emekçiliği ve röportaj yazarlığıdır. Cumhuriyet ve daha sonra Yeni İstanbul gazetelerinde çalışmış, muhabirlik yapmış, bunun dışında Son Posta, İkdam ve Her Hafta gibi yayınlarda röportajları, anketleri yayınlanmıştır. Daha sonra Milliyet adını alacak Tan gazetesinde de “Haftadan Haftaya/Fatma ve Ahmet’in Köşesi” başlıklı çok eğlenceli bir köşe yazmıştır.
Kurmaca eserlerinden, gölgede kalmış, bazısı hiç kitaplaşmamış romanlarından ve dört yüzü aşkın öyküsü arasından yapılacak seçmelerden sonra (‘Külliyat’ köşesinin bir sonraki Peride Celal yazısı bu öykülerden bazılarını ele alacak! Buradan duyurmuş olayım) tüm bu kurmaca dışı metinlerin de derlenip toplanması yerinde olacaktır. İlgililere duyurulur.
*
Peride Celal’in “Çalışan Kadınlar Arasında” başlıklı anketi 1937 yılında Son Posta gazetesinde tefrika edilmiştir. İlk romanı Sönen Alev’in tefrikası devam etmektedir ve bir süredir düzenli olarak öyküleri çıkmaktadır aynı gazetede. Peride Celal, Son Posta için bu sefer de bir anket kaleme almıştır.
“Çalışan Kadınlar Arasında” anketinin röportajları son gün, küçük bir ilanla da olsa ilk sayfadan duyurulur.

18 Şubat’ta Nimet Vahit, 20 Şubat’ta Süreyya Ağaoğlu, 27 Şubat’ta öğretmen Saime Asker, 8 Mart’ta doktor Müfide Kazım ve 23 Mart’ta eczacı Belkıs Hanım röportajları yayınlanır.
“Çalışan Kadınlar Arasında” anketi, erken cumhuriyet döneminde çalışan kadınların sesini duyuran, bu sesleri günümüzü taşıyan, dahası çalışan bir kadın tarafından yapılan röportajlarıyla son derece dikkate değerdir. Yirmi bir yaşındaki gencecik bir muhabir, gelecek vaat eden Peride Celal, bu ilk röportaj dizisinde/anketinde hemcinslerinin sesini ölümsüzleştirmeyi seçmiştir.
Otuzlu yıllarında başında Ahmet Sırrı Uzelli’nin yaptığı “Çalışma Hayatında Kadın” başlıklı, otuz küsur gün süren anketten Peride Celal’in bu mini anketine kadar, gazete ve dergilerde çıkan, çeşitli iş kollarında çalışmış kadınlarla yapılmış tüm söyleşiler derlense ve bu sayede erken cumhuriyet döneminde kadın emeği, kadın mücadelesi, var oluşu biraz daha görünür hale getirilse keşke.
Bu temenni ile yazımı bitirirken sizleri Peride Celal’in anketindeki röportajların her birinden tadımlık bölümler sunuyorum.
Nimet Vahit
(…) salona giren Nimet Vahit, kendisini beklemekle geçirdiğim uzun dakikaların üzüntüsünü bir anda unutturacak kadar sıcak bir sesle soruyor.
“Çok gecikmedim ya?”
Gülüyorum.
“Hayır… Mamafih gecikseydiniz de salonunuzda hiç sıkılmayacaktım. Etrafımda insanın gözünü zevkle oyalayabilecek o kadar çok şey var ki…”
Nimet Vahit, gözleriyle salonunun her köşesini tarıyor. Belli ki, bu hareketiyle evvela cevabımı mübalağalı bulduğunu anlatmak tevazuunu gösteriyor. Sonra da o sözlerime bir istihza gizlemem ihtimalini hesaplayarak salonunda tenkide uğrayabilecek bir düzensizlik bulunup bulunmadığını teftiş ediyor. Ve nihayet, bu teftişten edindiği intihadan memnun, gülümsüyor.
“Ders biraz uzadı. Onun için tam zamanında gelemedim. Kusuruma bakmayın!”
Ben de gülümsüyorum.
“Ben de biraz konuşmayı uzatırım, ödeşiriz.”
Ve Nimet Vahit’in koltuğa yığılır gibi oturuşunu bahane edinerek soruyorum.
“Çok yoruluyorsunuz galiba?”
“Oldukça.”
“Fakat işinizin, bu yorgunluklarınızı giderebilecek tarafları olsa gerek?”
Nimet Vahit diğer mesleklerde çalışan kadınlarımızdan hemen hiçbiriyle hemfikir olmadığını gösteren bir cevap veriyor.
“Olabilir… Fakat ben işimden tamamıyla memnun değilim.”
Bu cevabının uyandırdığı hayrete, bu cevabı vermek samimiyetini gösterişine karşı duyduğum takdir de karışıyor.
“Sebep?” diyorum.
“Doğrusunu isterseniz, bir kızım olsaydı, katiyen çalışmasını istemezdim.”
Suali tekrarlıyorum.
“Sebep?”
“Çünkü ben kadının evinde kalmasına taraftarım.”
Çalıştığı halde böyle düşünen yegâne münevver kadınımıza, aynı suali üçüncü defa tekrarlarken, hayretimin üç defa arttığım duyuyorum:
“Sebep?”
Süreyya Ağaoğlu
Tam 63 erkek ve yalnız üç kız… İşte Süreyya Ağaoğlu bu üç kızdan birisidir ve içinde 63 erkekle üç kızın bir araya geldiği oda üniversitenin Hukuk Fakültesi’nin bundan on beş sene evvelki sınıflarından biridir.
Bugün için ne hukuk fakültesi sınıflarındaki kız talebelerin azlığı bu derece nispetsizdir ne de genç kızların hukuk fakültesi sıralarında yer almalarında bir fevkaladelik bulmak mümkündür!
Fakat o zaman, yani bundan on beş yıl önce, inkılapların tabiileştirdiği bu keyfiyetin her parmağı ağızda bırakabilecek bir fevkaladeliği vardı.
Ve bu fevkaladeliği başarmak cesaretini bulmakta bütün hemcinslerinden erken davrandığı içindir ki, hukuk fakültesinin ilk kadın mezunu Süreyya Ağaoğlu bana bir kahraman gibi göründü.
Dün Asikürasyon Hanı’ndaki yazıhanesinde onunla konuşurken, o zamanın ağır şartları içinde geçen yüksek tahsil devresinde karşılaştığı güçlükleri öğrenmek isteğini yenemedim.
“Ben,” dedi, “hiçbir güçlük çektiğimizi hatırlayamıyorum. Ne hocalarımızdan, ne arkadaşlarımızdan, hürmetten, takdirden başka bir muamele görmedik. Hatta bilakis, ihtimal çok hayırlı bir çığırın ilk yolcuları bulunduğumuz için hukuk fakültesinin bugünkü kız talebelerine müyesser olmayan bir teşvik ve himaye içinde çalıştık. Bize gösterilen itibar, cılız bir seciyeyi şımartabilecek kadar genişti. Bu bakımdandır ki, o zaman karşılaştığımız yegâne güçlük, gördüğümüz bu sonsuz ve teveccühkâr alakaydı diyebiliriz. Çünkü biz en basit vazifemizi yaptık. Ve buna karşılık, layık bulunduğumuzdan çok teveccüh gördüğümüz için âdeta mahcup olduk!”
Saime Asker
Saime Asker… Vaktinden çok erken aklaşmış saçlarının yalancılığını gür sesle batırabilecek kadar dinç, genç yüzlü, siyah gözleri, ateşli ve canlı manalarla dolu, orta yaşta bir kadın…
Uzun boyuyla mütenasip genişlikteki omuzlarının ortasında ak saçlı genç başı öyle bir celadetle dimdik duruyor ki, ona niçin ‘Asker’ denildiğini bir bakışta sezmemeye imkân yok.
Mevzuunu kısaca anlattığım anketime cevap vermeyi reddetmedi. Fakat eline uzattığım kâğıdı dolduran suallerin bolluğunu görünce “Ooo,” dedi. “Bunlara cevap vermek, yetiştirmek imtihan olmaktan da zor!”
İlk sualimi okudu:
“Tahsil hayatında güçlük çektiniz mi?”
Gözleri, benim namıma kendine sorduğu sualin üstünde, bir müddet düşündü. Sonra “Vallahi,” dedi. “Ben Trakyalıyım. Oradan İstanbul’a geldiğim zaman on dört yaşımdaydım. Hiç kimsem yoktu. Ve İstanbul’a tamamen yabancıydım. Vakıa her baş vurduğum kapıda güler yüzle karşılaşmadım. Fakat muvaffak olmak için geçtiğim yolların engellerini ‘uğradığım güçlükler’ diye tarif edemeyeceğim! Hayat dümdüz bir yol değildir ki… Böyle belediyesi olan bir şehrin yollarındaki bozuklukları bile tabii buluyoruz. Şu hâlde nasıl olur da hayat yolunun karşımıza çıkması tabii olan engellerini ‘uğradığımız zorluklar’ diye sayıp dökebiliriz? Bırakın ki, ben en büyük zevki, o zorluk denilen tabii mânilerle çarpışmak ve onları yenmekte buldum. Bana hayatımın en büyük zevkini duyuran şeylerden şikâyetle bahsedebilir miyim? Bence, pençeleşme heyecanından mahrum geçirilen bir hayatın yavan bir çorbadan farkı yoktur!”
“Şu hâlde muallimliği sevişiniz de bundan?”
“Evet… Fakat ben sade mücadeleyi değil, çocukları da çok severim. Onların yüzleri haleti ruhiyemin barometresi gibidir. Onların gözleriyle beraber benim gözlerim de yaşarır. Çocuk… Adına insanlar denilen o içleri meçhul kâinatların en zenginidir. İnanır, inandırır… Sever, sevdirir… İnsanların büyüklerinde kalmayan bu hasletler, insanların küçüklerinde olanca bekâretiyle, riyasızlığıyla vardır. Onların gözlerindeki ışığın kirsizliğini düşünün. İçlerine baktıkça içinizin âdeta yıkandığını hissedersiniz!”
Çocuk derken, Saime Asker’in yüzü asil bir heyecanla geriliyor ve daha derinden çıkan sesi, odayı yumuşak dalgalarla sarıyor.
“Hele onları yetiştirmenin zevki! Verdiğim dersleri bana muvaffakiyetle iade eden bir talebe karşısında icat ettiği ve eliyle yaptığı bir radyonun parazitsiz çalışmasını dinleyen bir kâşif keyfi duyuyorum.”
Müfide Kâzım
Bayan Müfide Kâzım tıbbiyemizin verdiği ilk kadın mezunlardan. Uzun boyuna, geniş alnına, vakitsiz ağarmış saçlarına ve özlü sözlerine bakarsanız, olgun bir kadın. Fakat tertemiz bakışlı gözlerinde, çizgisiz yüzünde, sesinin bakir sıcaklığında ve yumuşaklığında hâlâ bir çocuk masumiyeti var.
Bu orijinal tezat, ona çabucak sirayet eden bir cana yakınlık veriyor.
“Niçin mi doktor oldum?” diye biraz düşünüyor. Sonra, parmaklarıyla elindeki küçük beyaz mendilin uçlarını burarak yüzü, bir doktora yetip de artacak kadar ciddi, cevap veriyor.
“Umumi bir telakki vardır: ‘Kadın yufka yüreklidir,’ derler. Vakıa yumuşak kalplilik, kadınlara has meziyetler arasındadır. Fakat yumuşak kalplilikle, yufka yürekliliğin arasında hayli fark vardır. Yufka yürekli, vara yoğa üzülen yufka gibi çabucak kırılıp dökülüveren ve merhametini yerli yersiz, körü körüne harcayan insan demektir. Onun iradesi zaaflarına ve bu marazi merhametine daima mağluptur. Tasa çekmeye, dert dinlemeye dayanamaz. Halbuki kadın, hiç de böyle değildir. Ve benim ta çocukluğumdan beri kadınlık namına en fazla isyan duyduğum itham da budur: Kadın yufka yürekli değildir. Ben doktorluğu biraz da, bu ezeli isyanımı yatıştırmak gayesiyle seçtim diyebilirim. Doktor, mütemadiyen başını hasta göğüslere, kulağını hırıltılı sırtlara da yayan, mütemadiyen ıstırapla burun buruna yaşayan, ve mütemadiyen bedbahtlara dert ortağı olan insandır. Bu itibarladır ki, ben doktorluğa atılmakla kadının yufka yürekli olmadığını ispat yolunu tutmuş hemcinslerim arasına katılmak istedim. Ve göstermek istedim ki, kadın yufka yürekli değildir. Hatta o kadar yufka yürekli değildir ki, faraza bir doktor olarak bütün ömrünce dert dinlemeyi bir meslek haline getirebilir! Birçok yufka yürekli, hatta normal merhametli erkekleri kaçırabilecek kadar acıklı hayat sayfaları karşısında, olanca metanetini iradesine kolaylıkla ram edebilir!”

Bayan Belkıs
“Ben lisedeyken mektebin sayılı edebiyat meraklılarındandım. Şiirler, hikâyeler, nesirler, şarkılar yazar dururdum. Fakat bereket ki, bu hastalıktan çabuk kurtuldum, çünkü insan olgunlaştıkça hayalperestlikten uzaklaşıyor. Ve kâfi derecede maddi düşünmek kabiliyetine kavuşuyor. Beni edebiyat hastalığından kurtaran bu kabiliyete kavuşur kavuşmaz ilk işim, kazançlıca bir meslek tasarlamaya başlamak oldu. Uzun tereddütlerden, mukayeselerden sonra da eczacılığı seçtim. Liseden sonra, eczacı mektebine girerken bu mesleğin sevgisi içimde öyle kökleşmişti ki, müdürün cesaret kırıcı sözleri bile beni bedbinleştiremedi. O ‘Şimdi,’ diyordu, ‘öyle eskisi gibi değil, her diploma alana eczane açtırmazlar. Eğer o zamana kadar, eczaneler tayin olunan miktarı bulur da eczane açma imtiyazı alamazsan ne yaparsın?’ Ben bir imtiyaz alamadığım takdirde ne yapabileceğimi kestirebilmiş değilim. Fakat buna rağmen kararımdan dönmeyi aklıma bile getirmedim! Bu taannüdümde belki, memleketin ilk kadın eczacısı olmak arzusunun da tesiri vardı!”
Bu şerefli arzusuna yedi yıldan beri kavuşmuş bulunan azimkâr muhatabımdan, mesleğinde karşılaştığı güçlükleri öğrenmek istiyorum.
“Çok tuhaftır!” diye söze başlayıp gülümseyerek devam ediyor.
“Her meslek evvela çok cazip görünür. Ve bu cazibe yavaş yavaş kuvvetini kaybeder. Ondan sonra da mesleğin acı ve şikâyet uyandırıcı tarafları göze görünmeye başlar. Bende bunun tam tersi oldu: Mesleğim bana, evvela güç ve tatsız göründü. Bunda bittabi, müdürümden bazı arkadaşlarımdan, ailemden, akrabalarımdan dinlediğim bedbin edici sözlerin, aksi telkinlerin de çok tesiri vardı. Hele diplomamı aldıktan sonra gittiğim vilayette karşılaştığım bir hâdise, beni daha fazla inkisara uğrattı: İşe bir ortakla girişmiştim. Bu itibarla firmamız ortağımın ve benim adlarımızdan, yani iki isimden mürekkepti. Fakat bu vilayetin sıhhiyesi nedense buna itiraz etti ve ‘İki isim olamaz. İki isim konursa iki eczane sanılır!’ diye tutturdu. Bu itirazın gayri kanuni olduğunu ispat edinceye kadar akla karayı seçtik. Halbuki ben memleketin ilk kadın eczacısına müşkülat değil, kolaylık gösterileceğini tahayyül etmiştim. Bu hayalimin yıkılışından doğan ıstırabı, bu unuttuğum hâdiseyi her hatırladıkça aynı şiddetle duyarım. Fakat sonraları, hele bu eczaneye tek başıma sahip olduktan sonra, mesleğime o kadar bağlandım ki, bana verdiği bu büyük ıstırabı bile affettim!”
[1] Bu varlık yeni değildir tabii. On dokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren anaakım gazete ve dergilerde olsun, Hanımlara Mahsus Gazete gibi kadınlara özgü yayınlarda olsun, Emine Semiye, Fatma Fahrünnisa, Behice Ziya gibi öncü pek çok kadın kendisini var edebilmiştir.