
Serdar Soydan
Külliyat köşesinde dört aydır ağırladığım Aka Gündüz’ün ele alacağım son romanının ismi Çiftlik. Roman 28 Ocak-14 Mart 1945 tarihleri arasında 36 tefrika olarak Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış.
Romandan önce henüz kitaplaşmamış bu roman hakkında yazılmış belki de tek yazıdan iki alıntı yapmak istiyorum. “Halk Filozofu: Aka Gündüz” başlıklı bu yazı, Reşat Feyzi Yüzüncü tarafından kaleme alınmış ve 24 Şubat 1945 tarihinde, yani henüz tefrika sürerken Son Telgraf’ta yayınlanmış.
“Büyük Türk naşiri Aka Gündüz’ün Cumhuriyet refikimizde çıkan Çiftlik romanı ne zamandır hasretini çektiğimiz yerli eserin ta kendisi oldu. Fakat ‘Hani bizde yerli eser? Nerede Türk romancısı?’ diye yaygarayı basanlar, acaba Aka’nın imzası altında çıkan Çiftlik romanını okuyacak kadar boş vakit bulabiliyorlar mı?

Sünnet düğünü hokkabazlarından farksız birtakım tipler, yalnız gürültü yapmakla geçinirler. Babıali’de, bütün ömürlerini böyle tüketmiş insanlar varılır. Arada bir feryadı basarlar.
‘Hani efendim, hani bizi söyleyen, bizi gören bizi duyan Türk romanı? Nerede efendim Türk şehirlisinin Türk köylüsünün aynası olan büyük eserler?’
Bunlara sorsanız… ‘Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı’nı okudunuz mu? Bu Toprağın Kızları’ndan haberiniz var mı? Çiftlik’i takip ediyor musunuz?’ Alacağınız cevap karaborsacı tellalların iğrenç mugalatasının aynı olacaktır.”
Reşat Feyzi’ye katılmamak imkânsız. Aka Gündüz, kendi döneminin popüler halk romancıları arasında en ilginç ve yine en yerli mevzuları, karakterleri yaratan isimlerden biridir. Sadri Ertem, Kenan Hulusi, Cahit Uçuk ve Peride Celal gibi bazı öykü ve romanlarında İstanbul dışına çıkmış, kalemiyle Anadolu’da dolaşmıştır. Köyün, taşranın erken dönem temsillerine rastlanır eserlerinde.
Ancak Reşat Feyzi çok değil bir iki satır sonra şunu söyler.
“Allı pullu Bahnamelerden geçilmez hale gelen Babıali kaldırımları, Allah’a şükür ki, asıl Türk diliyle neler yaratılabileceğini Çiftlik’te gösterdi de, hicap yerine biraz gurur ve namütenahi iftihar duyduk.”
Aka Gündüz’ün dili, belki de en zayıf yönüdür oysa. Ayrıca asıl Tük dili mi? O da ne demektir?
Daha 1933 yılında Nahid Sırrı Örik, Ülkü mecmuasının dokuzuncu sayısında, Aka’nın Üvey Ana romanından bahsederken lafı onun diline getirir.
“Bir de lisanı.. Bu lisan günden güne garipleşiyor. Vaktiyle sağ, sol demeyi zarafete yakıştırmayarak yemin, yesar diyen Halit Ziya Bey’in tam öbür kutbuna giderek okumuş, yazmış ve biraz terbiye görmüş adamlar arasında konuşulmayacak bir hal alıyor. Üvey Ana’nın ilk sahifesinden şu satırları, Aka’nın hem nasıl sözü uzattığına, hem de laubali ifadesine misal olarak alıyorum:
Bazısı ara sıra muavin yerine bir bar paçozu alır. Sonra aralarında bunu da yasak ettiler. Öyle ya, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar. Birisine ikisine şapur şupur da ötekilere yarabbi şükür mü? Getirenler can, getirmeyenler patlıcan… Böyle şey olmaz. Anca beraber kanca beraber. On iki ay içinde on, on iki sabah, bir saat keyif çatacaklar, orada da mı hır?
Başka bir muharrir yazısına böyle başlasa, kitabını muhakkak ki elimden atardım. Fakat bilirim ki, Aka Gündüz kusurlarına tahammül eden okuyucuyu birdenbire mükâfatlandırır.”
Nahid Sırrı, Aka’nın, amiyane tabirler ve argo içeren, konuşma diline yakın dil kullanımını eleştirmiş burada. Bunu yaparken lafı gereksiz uzatışını da örneklemiş. (Ki yazısının ilk kısmı onun romanlarına zarar veren bu Ahmet Mithat yahut Hüseyin Rahmivari uzatmalarından şikâyet ediyor.)
Aka Gündüz’ün dilindeki savrukluğu, anlatımındaki takır tukurluğu, hikâyelemesindeki sorunları listelemek ve örneklemek böyle bir yazının sınırlarını aşar. Bu sebeple Reşat Feyzi’ye katılmadığımı söylemekle iktifa ediyorum. Okuduğum kadarıyla şunu söyleyebilirim: Aka Gündüz çok orijinal mevzular bulmuş, çarpıcı, oyuncaklı yapılar kurmuştur romanlarına. Keşke diye düşünmeden edemem… Daha özenli yazsaydı yahut edebi dile, bu da ne demekse artık, anlatıma bir miktar kafa yorsaydı.
*

Çiftlik romanına dönecek olursak… Bu yazı dizisinin ilk üç romanındaki gibi, Aka Gündüz burada da roman karakterlerinden biri. Arkadaşının daveti üzerine, onun çiftliğine gidiyor ve orada gördüklerini, yaşadıklarını anlatıyor bize. Yani eserin anlatıcısı da ara ara Aka Gündüz olduğu bizlere hatırlatılan bir yazar. Zaten roman içinde başka bir yazıyı kaleme alışına da şahit oluyoruz.
Çiftlik’in bence en önemli yanı Yağız Ali, Senkal ve Gülbebe karakterleriyle Türk Edebiyatı’na orijinal, ilgi çekici Çingene temsilleri sunması.
Ahmet Mithat Efendi’nin Çingene novellasındaki Ziba’nın yahut Halide Edip’in ilk gençlik eseri, ne yazık ki yarım kalan Çingene Kızı’ndaki küçük kızın tam tersi bir karakterdir Gülbebe… Anne ve babasının Yağız Ali ve Senkal olduğunu sanmaktadır. Çingene kimliğini benimsemiştir. Ki romana konu olan olaylar bile Gülbebe’ye kalırsa Çingen damarının tutmasından kaynaklanır. Ama Gülbebe aslında Çingene değildir.
Ki Aka Gündüz bunu fark etmiştir genç kadını görür görmez, o daha önce gördüğü Çingenelerin hiçbirine benzememektedir.
“Fakat Gülbebe bambaşka. Babasının düşük pos bıyıklarına, sivri kamburuna, sahtiyan suratına bakıyorum da iç insanlığımın bir kötü tarafı kurtlaşıyor: Acaba kaçırılma mı?
Hafif pembesi olan kayısı gülünden açık bir renk. Sivrice çenesinin üstünde bir Jokond ağzı. Sol kulağında bir kırmızı kır çiçeği. Ayakları bozulmasın diye anası pabuçlarını çıkartmazmış. Saçları kadar, iri, abanoz gözlerinde birer damla karışık manalı ışık. On dokuz yıldan beri beden terbiyesi yapmış gibi kusursuz endam.”
Gülbebe’nin Çingene olmadığını düşünürken ve onu anası, babasıyla mukayese ederken Çingeneleri tek tipleştirir haliyle. Esmer, kuru, çelimsiz olmalıdır sanki tüm Çingeneler. Bu açıdan roman Çingenelere yönelik ayrımcı dili ortaya koyma açısından da önemlidir.
Romanın en ‘Çingene dostu’ karakteri, anlatıcı Aka Gündüz bile kalıp yargılara göre hüküm verir.
Roman kabaca aynı erkeği elde etmeye çalışan sonrada görme, şımarık İlki ile ona inat birlikte büyüdüğü Şıpka’yı elde etmeye çalışan Gülbebe’nin çatışması üzerine kuruludur. İlki, maddi ve -sözüm ona- ırksal üstünlüğünü kullanarak Gülbebe’ye hakaret eder, onu ve ailesini çiftlikten attırmak ister.
Bir de geçmişten gelen sır vardır ki bu sır, Şıpka’nın babası Ömer’le Gülbebe’nin annesi Senkal’ın yirmi yıl önce gayrimeşru bir ilişki yaşamasıdır. Ömer Ağa, bu yüzden oğlu Şıpka’yla kızı sandığı Gülbebe arasındaki ilişkiye karşıdır. Ancak sadece bu yüzden mi karşıdır? Oğluyla şöyle bir konuşma yapar romanın bir yerinde.
“Sen sanır mısın ki Altınbabagiller sana bir Çingen kızı alacak? Tanrı yazdıysa bozsun. O bozmazsa -tövbe Yarabbi tövbe- ben bozarım! Biz Türk’üz bize Türk kızı gerek. Sen şehirde
Frenk avradı almışlara bakma. Yedi şeytan onların gözünü bağlamış. Ben yalnız Çingen kızı değil, Frenk kral kızı olsa gene almam. Bize bizden gerek! Sana son laf: Ben sağken ne Çingen kızı, ne fanfin kokanası yasak! Hepsinin önüne geçeceğim. Pek merakın varsa beni öldürürsün, cenazemi çiğner geçersin, sonra ne istersen onu yaparsın.”
Ömer Ağa’nın oğluna Gülbebe’yi almak istemeyişinde bir yabancı düşmanlığı da var gibi görünmektedir.
Fakat gerçek romanın sondan bir önceki tefrikasında ortaya çıkar. Senkal’ın Ömer’den olma kızı bir süre sonra ölmüştür. Senkal savaşa giden bir Ahmet Çavuş’un kendisine emanet ettiği kızı, yani Gülbebe’yi evlat edinmiş ve Ömer Ağa’ya onu kendi kızı diye yutturmuştur düzenli para alabilmek için.

Böylece Gülbebe’nin Çingene olmadığı da ortaya çıkar.
Romandaki Yağız Ali, Senkal ve çocukları göçebe olmayan Çingenelerdir.
“Sen göçebe misin Yağız Ali Ağa?”
“Hayır. Biz konaklardanız. Kasabada otururuz. Bütün kış çalışırız. Yaz gelince köylere çıkarız. Hem kışın yaptıklarımızı satarız, hem çayır, tarla biçer, ağaların harmanlarını döveriz. Burada işimiz azaldı. Bitince sizin gittiğiniz çiftliğe gideriz. Biz her yaz orada çalışırız.”
Çiftlik romanı tüm iyi niyetine ve yazar-anlatıcısı Aka Gündüz ve ana erkek karakteri Şıpka’nın farklı etnik kimlikler konusundaki ilerici, kabullenici ve sahiplenici tavırlarına rağmen sürekli Çingeneler hakkındaki önyargıları yeniden üretir ya da onların yerlerine yenilerini koymaya girişir.
“Eskiler ‘Çingen ruhu anlaşılmaz,’ demişler. Çok yanlış hüküm. Çingen ruhu aya içi kadar açık, görünürdedir. Ne naz var, ne yapmacık. Çingen sırça sürahiye benzer. Dışı gibi içi de apaçık görülür.”
Çingene bir çift tarafından büyütülen ve kendisini Çingenelik üzerinden tanımlayan Gülbebe’nin aslında Çingene olmadığını öğrenmesi ve bu bilginin onun ruhunda, hayatında yaratacağı etkileri okumak isterdim. Ama roman neredeyse tam bu noktada, hatta bu noktaya bile varamadan, zira Gülbebe hiçbir zaman öğrenmiyor gerçeği, bitiyor.
Çiftlik derli toplu bir metin aslında. Ana konusu tıkır tıkır işliyor. İlki ve kasabalının Çingene-fobisi üzerinden Gülbebe’nin gitgide kışkırtılması ve Çingene inadının tutup Şıpka’yı kendine âşık etmesini iyi anlatmış Aka.
Ancak adına Çiftlik dediği bu romanda uzun uzun leylekleri, kurbağaları, sivrisinekleri anlattığı bölümler var ki… Enteresan.
Zira neredeyse yirmi yıl önce, yine Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve Çingenelerin birbirlerini ötekileştirişlerini anlatan “Çerge” adlı öyküsünde de, o uzunlukta bir öykü için oldukça detaylı sayılabilecek doğa tasvirleri yer alır.
Çadırlarını güzel bir yere kurdukları için tüm çerginin kıskanıp dışladığı, çeri başı tarafından her hırsızlığı, kötülüğü Çingenelerden bilen köylülere ve jandarmaya kurban edilen Hibo ve Güllü’nün öyküsü çok çarpıcıydı. Çiftin sonunda pes edip bir sabah, kimseye bir şey söylemeden çergiyi geride bırakmalarını, bu sırada Güllü’nün güzel sesiyle söylediği şarkıyı okumamın üzerinden yıllar geçti, unutmadım.
“Çadır kurdum düzlere
Diken oldu gözlere
İşte ben gidiyorum
Yerim kalsın sizlere.”