
Serdar Soydan
Erken Cumhuriyet dönemi güzellik yarışmalarının her biri anlatılmaya değer birer hikâyeye sahip. 1929 yılında Feriha Tevfik seçiliyor, ancak Türkiye yarışma düzenlemede henüz acemi. Yarışma çok geç yapılmış, zavallı Feriha Tevfik uluslararası bir yarışmaya gönderilemiyor. Bekle, seneye bir daha seçilir, gidersin diyorlar. Feriha Tevfik bu arada boş durmuyor, şan, oyunculuk, dans dersleri alıyor. Ama ertesi sene, geçmiş hatadan ders alınarak hemen sene başında yapılan yarışmada, ne yazık ki birinci değil ikinci oluyor. Birinci seçilen Mübeccel Namık biraz etli butlu olunca da Feriha veryansına başlıyor. Hareket gazetesi bir ya da iki gün arayla bu iki güzelle röportaj yapıyor. Biri diğerine şişman, diğeri rakibesine sivrisinek diye hakaret ediyor. Mübeccel Namık’ı zayıflatmak için Selim Sırrı bir diyet ve idman programı hazırlıyor. Kaptanızade Ali Rıza Bey de yangına körükle gidip bu iki güzelin okuması için bir düet besteliyor.
1931 güzellik kraliçesi Naşide Saffet öğretmen olduğu için kopuyor kıyamet. Maarif Vekili bu genç kadını görevden alıyor. Bir öğretmen nasıl mayoyla podyuma çıkar, nasıl yarışmaya iştirak eder diye. Tartışmalar alıp yürüyor.
1932 güzeli Keriman Halis… Ece. Dünya güzeli seçilince tüm ülkenin medarı iftiharı oluyor.
1933 güzellik yarışması hepsinden çok konuşuluyor.
Filiz Yıldız “Türkiye’de İlk Güzellik Yarışmaları ve Basının Öncü Rolü: Genç Cumhuriyet’in Asri Güzelleri” başlıklı makalesinde bu yarışma sonrasında yaşananları şöyle anlatıyor.

“Dönemin son güzellik yarışması 1933 yılında düzenlenir ve şiddetli tartışmaların yaşandığı bir yarışma olarak hatırlanır. 1933 güzellik kraliçesini belirleyecek ön eleme gazetenin idarehanesinde yapılır ve katılımcı kızlar arasından beş kız finale kalır. Tokatlıyan’da verilen baloyla kraliçenin belirlenmesi planlanır. 9 Şubat’ta yapılan baloda Nazire Hanım güzellik kraliçesi seçilir. Birsen Hanım ise ikinciliğe layık görülmüştür. Ne var ki Birsen Hanım’ın birinci olması gerektiğine dair itirazlar başlar, müsabakaya hile karıştığı iddia edilir. İtiraz edenlerin başında gazeteci yazar Aka Gündüz vardır. Aka Gündüz, halkın Birsen Hanım’ı istediğini sonucun inandırıcı olmadığını söyler. İntihabın feshini ister. İki güzelden hangisinin kraliçe seçildiğinin belirsiz olduğu gece, Nazire Hanım ve Birsen Hanım taraftarlarının ayrıştığı ve hatta bazılarının kavgaya tutuştuğu anlaşılmaktadır (Akşam, 11 Şubat 1933). Yarışmaya ev sahipliği yapan Cumhuriyet ise, Nazire Hanım’ın 1933 güzellik kraliçesi olduğunu sonucun değişmeyeceğini açıklar (12 Şubat 1933). Sonraki günlerde de devam eden suçlamalar gazete yönetimince kuru gürültü olarak adlandırılır. Gazetelerin itirazlarını ve organizasyona yönelik suçlamalarını Cumhuriyet, “Matbuatın Acıklı Manzarası” diye değerlendirir. Rakiplerini bir genç kızın şerefiyle oynamakla suçlar (17 Şubat 1933). 1930’ların son güzellik yarışması şaibeli bir yarışma olarak kayda geçmiştir.”
Cumhuriyet gazetesi Aka Gündüz’ün yarışma gecesi yaptığı bu çıkıştan sonra, 10 Şubat’ta “Münasebetsiz Bir Hareket” başlıklı imzasız bir yazı yayınlıyor.
“Güzellik intihaplarını neticelendirmek üzere dün akşam Tokatlıyan salonlarında verilen müsamere pek muvakkat bir müddet için pek nahoş bir hadise ile ihlal edilmiştir. Tam gecenin saat on ikisinde intihap neticeleri muhterem halka ilan olunurken muharrir Aka Gündüz Bey kim bilir kimden hınç çıkarmak için, veya bilinmez hangi tesir ve saiklerle hareket ederek, aklınca intihabın isabetsizliğini iddia etmek isteyen avamfiribane bazı sözlerle natıkaperdazlığa kalkışmış ve kendisini alkışlayan bazı taraftarlarıyla cemiyetin huzur ve sükûnunu adeta taşlamıştır.

Hadiseyi nahoş kılan sebeplerden bir mühimi muharrir Aka Gündüz Bey’in ahiren mebus seçilmeye layık bir zat sayılarak daha beş on gün evvel Ankara’da bu milletvekilliği payesine çıkarılmış olmasıdır. Vicdanların tam ve kâmil bir hürriyeti ile yapılmış olan güzellik intihabı hakkında bu fena şartlar ve şekillerle söz söylemek için muharrir Aka Gündüz Bey daha dün kendisine rey vermiş olan Ankaralıların hüsnü zanlarını tekzip etmiş olmayacaktı.
Filhakika bir mebus dün gece Aka Gündüz’ün yaptığı gibi bir dağ kıyafeti ile sellemehüsselâm bir gece müsameresine gidemez ve hususiyle orada bulunan halkın suratına ağzına gelen her sözü haykıramazdı.
Mebus olmasa bunları yapmasına cevaz olur muydu? Bizce gene değil, tabii ama öyle olmadığı zamanlarda mesela camlar taşlayan ve kıran ve fazla olarak şantaj cürmüyle sürgüne gönderilen bazı ahad-ı nas için ne kadar nahoş da olsa, ne kadar sakat da olsa bu türlü hareketlerin gayrikabil-i içtinap olabileceğini çarnaçar kabul edebiliriz.
Anlaşılan Aka Gündüz Bey henüz mebus seçilerek millet vekili olduğunun bile farkında değildir.”
Bu uzun girişi kaleme alma ve bu uzun, zehir zemberek yazıyla nihayete erdirmemin sebebi Aka Gündüz’ün 1941 yılında, Yeni Sabah gazetesinde, 33 gün boyunca tefrika edilen Güzellik Kraliçesi adlı, “Hakiki Bir Hadisenin Romanı” alt başlıklı eserinden bahsedecek olmam. Çünkü Güzellik Kraliçesi romanı 1933 yılında, Aka Gündüz’ün katıldığı, olay çıkarttığı bu güzellik yarışmasını konu alıyor.
*
Aka Gündüz yarışma gecesini, şaibe söylentilerini anlatıyor romanın başında. Dahası bu söylentilerin ucu kendisine de dokunuyor. Sözüm ona büyük bir teşekkül (bu teşekkülden açık bir şekilde bahsetmiyor.) yarışmanın kendi istediği şekilde nihayete ermesini istemiş, hatta Aka Gündüz ve arkadaşlarını bunu temin için İstanbul’a göndermiş.
Aka ve arkadaşları bunu öğrenip zan altında olduklarını anlıyorlar ve Aka Gündüz bu yüzden, onlardan beklenilenin aksini yapıyor. Birinci seçilen güzeli alkışlamak yerine, seçime itiraz ediyor.
Gece büyük bir skandala dönüşse de Aka’nın içi rahat.
Roman böyle başladığı için bir anı-roman okuduğumuzu, Aka Gündüz’ün sekiz sene sonra kendi açısından gerçekleri anlatmaya başladığını düşünüyoruz.
Derken tam müsabakanın yapıldığı Tokatlıyan’dan ayrılacakken, romanın diğer ana karakteri olan genç bir kadın Aka Gündüz’ün yolunu kesiyor ve yaptığı bu hareketten dolayı kendisine minnettar olduğunu söylüyor.
“Neden? Siz de mi namzettiniz?”
“Hayır! Namzetliğin kapı dışına bile almadılar.”
“Sebep?”
“İşte bu sebebi veya sebepleri size anlatmak istiyorum. Bana bir randevu verebilir misiniz?”
Feride adlı bu genç kadına arkadaşları Feri diyorlar kısaca. Roman boyunca da Feri diye geçiyor ismi. Klasik bir kurgu. Gizemli bir kadın yazar-anlatıcıya gelir ve hikâyesini anlatmaya başlar. Daha sonra da “Benim romanımı yazar mısınız” diye sorar. Feri de öyle yapıyor.
Feri güzellik yarışmasına girmek için iki kez başvuru yaptığını ancak ilkinde sudan bir sebep, bir iftirayla yarışmaya alınmadığını, ikincisindeyse tanımadığı bir adamın sözlü tacizine uğradığını söylüyor. Bu sözlü tacizin içeriği Feri’nin ünlü bir avukatla metres hayatı yaşamış olması. Yani ahlaken sükût etmiş bir kadın sayılması. Cinsiyetçi, kadın düşmanı bir saldırı mevzubahis.
Bunu söyledikten sonra da saldırıya konu olan ilişkisini anlatmaya girişiyor Feri. Romana başlıyoruz. Feri’nin romanına.
Kolej mezunu Feri, Selim’in avukatlık bürosuna çevirmen olarak giriyor. Kısa süre sonra Selim’in karısı Zarife’nin kıskançlık krizleri başlıyor. Aslında henüz bir ilişki yok Feri ile Selim arasında. Ancak Zarife, kocasını Feri’den kıskanıyor. Feri ve Selim bir yalan uyduruyor, ona Feri’nin aslında nişanlı olduğunu söylüyorlar. Zarife bu yalana inanıp Feri’yi adeta kızı gibi sevmeye, onun nikahını bile evlerinde yapmaya karar veriyor.
Bu sırada Feri o sene düzenlenen güzellik yarışmasına başvuruyor ancak garip bir kural var. Annesinin yabancı olması (Giritli) ve Türkçe bilmemesi üzerine yarışmaya alınmıyor. (Feri daha sonra bunu yapanın, yani annesinin Türkçe bilmediğini yarışmayı düzenleyen Yunus Nadi’ye bildirenin Selim olduğunu anlıyor.)
Selim bir oyun hazırlıyor. Uzak bir akrabasının kızının düğünü için karısını İzmir’e yolluyor. Kendisi de bu sırada iş için Ankara’ya gidecek. Bu yüzden onunla gidemiyor. Bu sırada Yenimahalle’de, deniz kenarında bir eve taşınmışlar yazı geçirmek için. Feri de onlarla kalıyor.
Zarife’nin gidişinden sonra Selim uyku ilacı verdiği Feri’ye tecavüz ediyor.
Feri ertesi gün uyandığında hiçbir şey hatırlamıyor ama daha sonra kendisinde bir gariplik olduğunu seziyor. Selim, Ankara’dan döndüğünde onunla yüzleşiyor. Selim aslında büroda bir çevirmene ihtiyacı olmadığını, Feri’ye tutulduğu, dahası kafayı taktığı, fikri sabit haline getirdiği için genç kızı böyle bir tuzağa düşürdüğünü söylüyor. Karısından ayrılıp onunla birlikte olacağını vaat ediyor.
Feri, Selim’in bu ilgisinden, sevgisinden etkileniyor. İki yıl kadar evlilik dışı bir ilişki yaşıyorlar. Bu sırada Selim sözüm ona karısından ayrılmaya çalışıyor. Ancak bir türlü bu boşanma da gerçekleşmiyor.
Selim bu sürenin sonunda kıskançlık krizleri geçirmeye, Feri’ye şiddet uygulamaya başlıyor. Hatta Feri’nin, yıllardır şoförlüğünü yapan, evli barklı İsmail Efendi’yle bir ilişkisi olduğunu bile iddia ediyor. Feri tüm bunlara rağmen onu terk edemiyor. Bir adım sonraysa Selim, Feri’yi önemli bir davasını üstlenmek istediği bir ecnebiye peşkeş çekmeye çalışıyor. Yani, başkasına baktığını iddia ederek kıskandığı kadını bu sefer kendi elleriyle başkasının koynuna itiyor.
Feri, çok geç olsa da gerçeği görüyor bu olaydan sonra. Selim’i bırakıp evine gidiyor. Selim’in ne menem bir adam olduğunu bilen İsmail Efendi ve karısı da Feri’yi onun gadrinden korumak için yanına taşınıyorlar. (İsmail Efendi yaşananlardan sonra Selim’in yanında daha fazla çalışamayacağını söylemiş ve istifa etmişti.)
Tüm bunlar yaşanırken yeniden bir güzellik kraliçesi seçileceğini öğrenen Feri, Yunus Nadi’ye zehir zemberek, hatta tehditkâr bir mektup yazıyor. Geçen seferde hakkını savunmadığını söyleyip bu defa kendisini kayırmasını istiyor. Mektubuna cevap gelmeyince yılmıyor ve yarışmaya başvuruyor ama Selim onu herkesin önünde rezil edecek bir planı kurmuş çoktan. Feri’nin adaylık için başvurduğu gün, karşısına çıkan hiç tanımadığı bir adam yarışmanın genç kızlar için olduğunu, kendisi gibi şunun bunun metresi olmuş kadınların yarışmaya giremeyeceğini söylüyor. Selim ile ilişkisinin tüm ayrıntılarına hakim bu adam, tüm bu ayrıntıları adlı adınca anlatmaktan çekinmiyor.

Böylece herkesin ortasında rezil olan Feri yarışmaya katılamıyor. Ama ortalığı karıştırmak ve öç almak için herkese yarışmada torpil yapılacağını, kraliçenin kapalı kapılar ardında, önceden seçilmiş olduğunu iddia eden mektuplar gönderiyor. Yani yarışma gecesi ortalıkta dolaşan ve Aka Gündüz’ün itirazına yol açan dedikoduları çıkaranın Feri’den başkası olmadığı anlaşılıyor. Feri suçunu itiraf ediyor.
“Kraliçe intihabı gecesini hatırlıyor musun? Sen açık bir harp yaptın, ben gizli bir meydan muharebesi kazandım. Dünyada ne kadar çok saf kalpli insan var! Ne zannetmişlerdi? İntihap haksız odmuş da onun için gürültülü bir fesih kararı verilmiş.
Ortada bir haksızlık yoktu. Sadece iki oyun vardı. Birincisinin ne olduğunu bilmiyorum, fakat herhalde bir şeyler döndüğünü sezer gibi oluyordum, ikincisini biliyordum. Çünkü ben oynadım, iki haksız hakaretin intikamını birden almak için.”
Aka burada durup okuyucuları için Feri’nin psikolojisini analiz ediyor. Onun böyle bir şeye neden kalkıştığını, hayat hikâyesinden, kendisine o güne kadar anlattıklarından örnekler vererek temellendiriyor.
Feri ve Aka Gündüz bu noktada romanı bitiriyorlar. Yani Feri’nin Aka Gündüz’e anlattığı ve romanını yazmasını istediği hikâye burada bitiyor. Feri’nin romanının sonu. Peki ya Aka Gündüz’ün romanı?
Aka Gündüz’ün romanı burada bitmiyor.
Aka ve Feri ertesi gün İbrahim Çallı ile buluşmak üzere Büyükada’ya gidiyor. (Ha, bu arada, tüm bu süreçte sevgili oldu ikisi. Tensel karşılığı olmayan duygusal bir ilişki filizlendi aralarında.) Onları iskelede ünlü tarihçi Ahmet Refik Altınay ve ressam İbrahim Çallı karşılıyor. Birlikte Dil Burnu’na gidecekler. Yürürken Splendid Palas’ta Feri’nin roman boyu iki kez gördüğümüz halasıyla karşılaşıyorlar. Feri garip bir şekilde halasını görmek istemiyor. Aka bu olgun hanımefendinin yanına tek başına gidiyor ve Feri’nin kendisine tüm macerasını anlattığını ve romanını bitirdiğini söylüyor.
Fakat daha sonra Feri’nin halasının gözlerinin içine bakarak şunları ekliyor.
“Ortada bir avukat Selim Bey yoktur. Feri miras meselesi için ihtiyar bir avukatın yazıhanesine ancak üç dört defa gitmiştir. Avukat beş çocuğunu acınır halde bırakarak anjinden ölmüştür. Feri, Selim’in ne kâtibi olmuştur, ne metresi. Bir Şoför İsmail vardır. Bu, babası merhum Mehmet Ali Paşa’nın yetiştirmesi, namuslu bir adamdır ki her zaman Feri’nin işlerine koşar, ailesi ve iki çocuğu ile beraber. Feri hiçbir zaman, hiçbir kere güzellik kraliçeliğine namzetliğini koymamıştır. Ne bana, ne Yunus Nadi’ye, ne hiç kimseye mektup yazmamıştır. Annesi yabancı olduğu için namzetliği reddedilmemiştir.”
Meğer Feri kendisine öyküsünü anlatırken Aka Gündüz her gün tüm bunları araştırıyormuş. Bu yüzden Feri’nin anlattıklarının gerçek değil kurmaca olduğunu öğrenmesi uzun sürmemiş. Hatta halası ve arkadaşları da bu oyunu, bu yalanı biliyor ve iştirak ediyorlarmış.
“Hepinizle beraber yaptı. Mevzuu beraber buldunuz. Provamı bile yaptırdığınızı kuvvetle tahmin ederim. Feri önce öksüz, sonra bakımsız bir ev hayatı yaşadı. Sonra kötüden kötü idareli bir müessesede yatılı uzun tahsil yılları geçirdi. Edebiyata, sanata meraklıydı. Hayalperestti. Müessese kütüphanesinde ne bulduysa okudu. Kimse ona bir duygu, sinir ve kafa… Yani okuma programı vermedi. Sadece artistliği ve hayalperestliği alkışlandı. Her nasılsa benim aptal bir romancı olup olmadığımı imtihandan geçirmeye karar verdiniz. Alkışlı telkinleriniz o kadar tesir gösterdi ki neticesinin ne olduğunu yalnız ben bilirim.”
Evet, tüm bu oyunun acı bir neticesi oluyor. Feri akli dengesini kaybediyor. söylediği yalanları, kurmaca dünyasını gerçek sanmaya başlıyor. Aka Gündüz’se müşfik bir ağabey gibi onu himayesine alıyor, tedavi ettirmek istiyor, hatta başlıyorlar da tedaviye. Ancak Ankara’da bazı işleri çıktığı bir sırada, Arnavutköy’de tuttukları evde başıboş kalan Feri iki büyük mermer parçasını koltuğunun altına alıp kendisini denize atarak Boğaz’ın akıntısına kapılıyor. Feri’yi o günden sonra canlı ya da ölü, hiç kimse göremiyor.
*
Aka Gündüz yine akıl karıştırıcı, gerçekle kurmaca arasındaki sınırları muğlaklaştırıcı bir metin ortaya koyuyor. Öyle ki ben bile roman sonuncu kez sonra erdiğinde[1] neyin gerçek neyin yalan olduğunu kavrayamaz hale gelmiştim.
[1] Romanda böyle bir espri var. Roman boyunca birkaç defa Feri’nin anlattığı öyküyü, yani ‘roman’ı kast ederek ‘roman bitti mi?’, ‘roman bitti mi?’ diye soruyor birbirine karakterler.