
Bengi Düşgör
bengi.dusgor@sanatkritik.com
“Kocaman bir kardan adam yaptı içime bir çocuk şair…”
Pollyanna’ya Son Mektup
“Müzik, resim, psikanaliz ve birçok farklı sanat dalının içinde oldukları disiplinlerin, gerçeği arama yollarının aynı olduğunun farkında olmamız faydalı olacaktır” der İngiliz Psikanalist Wilfred Bion. Şiir de, sembolik dil aracılığıyla kişisel bir ifade ve anlam arayışını içerir. Bilinçdışını anlama çabası içeren bir çalışmanın, şiirsellik ve müzikle bir bağlantısı olmalıdır diye düşünmekten kendimi alıkoyamadığımı söylemeliyim. Şiir, sembolizmin en yoğun biçimde dile gelmesi ve kuralları kaybolan bir dil ve düşlem becerisi olarak hem teknik hem de duygulanımsal bir anlatı biçimi olarak analitik çalışmanın da düşlem zenginliğini harekete geçirir. Bir şiiri okurken harekete geçen düşlemler, bir analiz seansındaki çağrışımların duyulması gibi serbest bir akışa yol açar çoğu zaman. Bir şairin derdini duymakla, bir analizanın derdini anlamak çabası benzer bir çaba olabilir. Erken duygulanımsal gelişimin ve düşünmenin kökeninde yer alan kapsanma deneyimiyse eğer, duygulanımları anlama yoluyla da, kuramsal bakış açılarımızı tazeleyebiliriz ve şiirin dilini anlamak bunu yapabileceğimiz konumlardan biridir. Psikanaliz de şiir gibi tekniğin ve duyguların bir karışımını üretmez mi?

Bir şairin kendine has dil kullanımı, kendiliğin duygulanımsal biçimde ortaya konmasını sağlayacaktır ve Bion’un deyimiyle, “deneyimden öğrenme” biçiminde, bizlerin kuramsal duyma biçimimizi kesintiye uğratarak, yeni bir duyma biçimine yol açar bu. Duyguları duyabilmek, anlamak ve deneyimlerle bir bağ kurabilmek bu sayede olasıdır. Analizanın düşleri, bir şiirin dizeleri gibi karmaşık ve çağrışımsal olabilir. Bir şiirdeki doğrusal veya sözel olmayan müzik ve ritim, şiirdeki kelimelere bir kapsayıcılık sağlar ve bu sayede ruhsallık ve beden arasında bir bağlantı kurulabilir. Ruhsal bir çalışma sırasındaki analistin bilinçdışı da, analizanın çağrışımlarındaki bu ritme uyarlanmış olmalıdır.
Madak’ın şiirlerinde ise bu ritim ve çağrışımlar sadece duyulmakla kalmaz neredeyse görülebilir bir sembolizmle ortaya çıkar. “Ben bu eve Muc’un ucuz evi diyorum. Yokluğunda böyle oldum. Mucize öldükten sonra, buraya taşındım. Ve inan Muc bu evi bana ucuza verdi,”derken olduğu gibi.
Şiirindeki bilinçdışı izleri takip edebilmeyi en çok arzu ettiğim şairlerin başında Didem Madak gelir. Elbette analitik çalışma iki bilinçdışının ortak çalışmasıdır ve şairin kendi çağrışımları olmadan yapılacak bir çalışma sadece bir tahmin etme çabası olabilir. Yine de onu anlamak ve tanımak arzusuna yenik düşerek bu yazıya şiirlerindeki sembolizmi takip ederek devam etmek istiyorum.
Didem Madak şiirlerinde çocuksu, masalsı ve kadınsı bir dile tutunan ve derdini, iç sıkıntısını, anne özlemini, kadın olmayı ve yitirdiklerini anlatmaya yazgılı bir şair. Kısa yaşamına sığdırdığı büyülü şiirlerinde bazı kelimeleri tekrar tekrar kullanır. Bu kelimeler onun şiirine çocuksu, içten ve masalsı bir tını verir. Ona ait kelimelerdir bunlar ve bir şiirde karşılaştığınızda, onun şiiri olduğunu anlamanızı sağlarlar. Ormanda kaybolmamak için yola serptiği ekmek kırıntılarıdır bu kelimeler adeta ve bir dizesinde şöyle der, “gözlerim, ormanda kaybolmuş çocuk gözü renginde”. Kaybolmak ve bulunmak arzusu birbirine ne denli yakındır oysa. Çocuk psikanalisti Donald Winnicott, “saklanmak keyiflidir ancak bulunmamak felaket” derken bu dizelerden, annesel bakıma muhtaç küçük çocuktan, bulunmak arzusundan ve görülmek arzusundan bahsederken, sanki bu çocuk ruhlu şairin de bulunmak arzusundan bahsetmektedir. Madak bir röportajında ise şöyle der: “Şiirimin gizli öznesi değilim, orada beni bulmak çok kolay”, bu düşünce onu “kendine mesafesiz” bir şiir üretmeye götürmektedir: Şair oradadır, sadece bulunmayı beklemektedir.
Madak’ın şiirlerinde çocuklar ve düşler vardır…”hani her çocuk zaman zaman kendini mor bir zambağın içinde düşler ya…” derken çocukluğun düşleri beliriverir. Çocukluğun korkutucu ama yine de özlenen düşlerinden izler taşır bu dizeler.
“Mutsuza kim bakacak” derken yine çocukluğuna yönelir , “iki sigaram kaldı bu gece için, yüz yıl yetecek çocukluğum…”. Özler Didem Madak belki de, “dünya artık bir daha hiç, bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?” diye sorar. Çocukluğu ve belki ergenliği özleyen şiirler yazar. Büyümek korkutur sanki onu ve ergenliğindeki travma şiirine aktarılır, acısını şiire döker: “On dört yaşındaydı ruhum bayım, bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı…”

Ergenlik ikinci bireyleşmedir der Blos. Bu aynı zamanda ayrılıklar anlamına gelir, ergenlik dönemi yeni kavuşmaların ve eski aşklardan, eski nesnelerden ayrılık zamanıdır. Madak ise asla hazır olunamayacak ayrılıkların şairi olacaktır. Şiirinde hep biraz hüzün, yağmur ve ayrılık sezilir, “sonra gittin, beyaz bir küf büyüdü evde, tersten yağan kar gibi, keşke dünya toz şekeri ile kaplı olsaydı. Çocuk oldum sonra ağladım, yağmur bile beni ayıpladı. Söz dedim, söz verdim, yüzüme bir daha çiçekli masa örtüleri sermeyeceğim, sokakta kuş ölüsü bulmuş çocuk gibi ağladım…” . Giden bir sevgilinin ardından yazılan bir şiir olabileceği gibi, geçmişteki tüm ayrılıkların da ardından söylenen dizelerdir belki bunlar da.
Ergenlikteki en yoğun duygulanımlardan olan sıkıntıyı ise şöyle anlatır, “Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, içim sıkılmasa o kadar, tek bir satır bile okumazdım…” Sıkıntısı belki de onu şair yapmıştır. Yaşamının sonlarına doğru, hastalığı nedeniyle artık şiir yazamadığı zamanlarda ise şöyle demektedir küçük kızına: “canım kızım annesizlikten şair oldum, sen sakın olma…”.
İçerden ve dışarıdan geleni ayırmakta zorlanmadığını gösteren şiirlerdir bunlar aynı zamanda. İç sesini dile getiren şiirler.
Ah’lar Ağacı’ndaki “iç ses”le şair kendi içi ile bir mücadeleye girişir,
“iç ses diye söylendim, Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:Tanrım bana hiç erimeyen, Kırmızı bir bonbon şekeri yolla…” Herkesin derdi daha çok içiyle değil midir? Psikanaliz bizi önce kendi içimize sonra da ötekini anlamaya götürmez mi?
Bir çocukluk arzusunu anlatmak ise ne kolaydır Madak için…acıları, şekere çevirmektir ustalaştığı belki de. Onun şiirinde oyun oynayan çocuklar, şekerlemeler ve anılar, çağrışımsal bir anlatımla ortaya çıkar. Bir çocuk masalı kahramanı olmayı arzu eden bir şairin dizeleridir bunlar.
“Saçlarım düşler görüyor, Rengârenk uçan balonlar havalanıyor her telinden, Saçlarımda kiraz bahçeleri, Salıncak kuruyor dallarına çocuklar
Hep ben düşüyorum, hep ben…”

Pollyanna’ya mektuplar da yazar ve “Ah Pollyanna, içimde sanki hep aynı şarkıyı çalan bir laterna: Cancağızım basma perdeme bir çiçek de sen olsaydın, kaçarken yangın merdivenlerine, keşke grapon kağıtları assaydın.” Çocuk masalları sığınaktır, bizi acıdan ve gerçeklikten uzak tutan. Masal karakterleri beliriverir şiirlerinde sık sık. Pippi Uzunçorap, Alice, Pollyanna, Çizmeli Kedi, prensesler-prensler, çocuk masalları, kardanadamlar, ninniler, elma şekeri, beyaz balina ve camdan pabuçlar, adeta bir oyun bahçesine götürürler okuyanı ve kendi çocukluğuna… Nasıl ki çocukluktan bahsedilmeyen bir analiz olmayacaksa, Madak’ın şiirinde de çocukluğu her köşeden el sallayıp durur.
Aşktan da söz eder şiirinde Didem Madak, biraz öfkeli, biraz sitemkâr: “Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım?” diye sorar, “havı dökülmüş yerlerine yüzümün, büyük bir aşk yamadım… Aşk diyorsunuz ya, işte orda durun bayım, ıslak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım kendimin ucunda, öyle ıslak, öyle kötü kokan, yırtık ve perişan…” Ayrılıktan, terk edilmekten, çaresizlikten, yalnızlıktan ve sefaletten de gocunmaz hiçbir zaman ve “ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen, yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?” diye sorar. Yoksunluk, eksiklik yansır dizelerden ve onlarla eğlenir sanki.
Sigmund Freud, kişinin bilinçdışında kendi ölümüne dair bir tasarımın bulunmadığını bu nedenle buna yönelik bir kaydın olamayacağını söyler. Madak ise ölüme ve hatta kendi ölümüne dair o kadar çok yazar ki, sanki erken ölümüne dair acı bir kehanette bulunur gibi, “ölü mavi bir kelebeğim, kuruttum kanatlarımı, mavi bir bilyenin göbeğini öptüm, her dehlize girdim, her sırra erdim, çocuklar gibi ölmeyi bilmeden öldüm…” diyecektir. Belki de erken bir kayıp nedeniyle ruhunun ölü parçacıklarından söz eder bu sayede. “Müsveddeler’de ise, “anlatarak bitiriyorum hayatımı, bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat…” demektedir. Freud’a yanıt verdiğini ise şu dizelerde duyar gibi oluruz belki de “muhabbet kuşumuz öldü, arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak,Biliyorsun ölüm, mavi boş bir kafestir kimi zaman,Acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur Pollyanna…”
En hüzünlü şiirlerinde bile çocuksu bir isyan ve neşeyi aynı anda hissettirebilmek sanırım ancak şairlere özgü bir çoğul anlam yetisiyle mümkün olabilir. Didem Madak ise bunu şiirinde çok iyi yapar. Bu yazıya yakışan gibi bir son yazmak sanırım yine Didem Madak’ın Grapon Kâğıtları’ndaki son sözüyle olacak: “Bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alakaları tamdır. Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır. Kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları…hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. Şiirden hazzetmeyenler, Grapon Kâğıtları’nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler.”
Süper bir analiz. Bayıldım. Aynı zamanda içim çok acıdı o derece gerçek.