.

Eksilti: Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya (Oğuz Atay)

Tüm anlatıların bir özü, çatısı, bel kemiği hatta röntgeni vardır ya da var olduğu sanılır. Eksilti bunları aramanın, sorgulamanın bir ürünüdür. Bu sorgulamada metinlerin özgün hallerine sadık kalınmış, metin olay örgüsü, üslubu, anlatım tekniği ve sonu değişmeksizin eksiltilmiştir.

Bu sütunun ilham kaynağı şu alıntıdır: “Anlamını koruyarak anlatının en fazla ne kadarını çıkarabiliriz? Bu anlayış ya da onun eksikliği, yazabilenleri gerçekten yazabilenlerden ayırır. Çehov olay örgüsünü kaldırdı. Pinter incelikle işleyerek tarihi ve anlatıyı söküp attı. Beckett karakterizasyonu çıkardı. Ama onları yine de duyabildik. Eksiltme bir yaratım biçimidir.” (David Shields, Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto, s. 173)

Seval Şahin

sevals@gmail.com

“Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasında, bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeciydik. İstasyon binasına bitişik yanyana üç kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikâye satıcılığı yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek uğruyordu.  Öğleden sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşamüzeri ilham geliyordu ve gecenin geç saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bazı geceler, yemeği bile unutarak elle yazdığımız hikâyeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize çekiyorduk.

İstasyon şefi gülerek, “memur hikâyeciler” diyordu bize. Aslında ben memur ya da esnaf olarak nitelendirilmek istemiyordum; biz sanatçıydık. Genellikle geceleri çalıştığımız için çok acıkıyorduk. Hikâyeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor, geceleri satmaya çalışıyorduk. Bazen neşeli olduğumuz zamanlar, yani satışlar iyi gitmişse, yiyecek satıcılarına hikâyelerimi okurdum. (Genç kadın buna karşıydı.) İstasyon şefinin de yazdıklarıma aldırdığı yoktu; fakat nedense, her hikâyemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerektiriyormuş. 

Genç Yahudi gittikçe zayıflıyordu. Bence gizli bir hastalığı vardı. Üzüntüler içindeydim, üstelik âşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede oturan genç kadın âşık olmuştum. İkimiz –genç kadınla ben- gece soğuğunda birbirimize sarılmıştık. Bizi bu kasabaya hangi rüzgâr atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu. Bu şartlar altında bizden ne beklenebilirdi? O gece genç kadınla, ümitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve rayların arasında sıkışıp kalmış kulübemde yazmış olduğum bir günlük hikâyelerimin ucuz duyarlığına kapılmış olmaktan korkuyorum. 

Genç yahudinin hastalığı ilerlemişti.  Son günlerde onun hikâyelerini de ben yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu. 

Düşüncemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim de gittikçe zayıflıyordu. Bu arada birçok şeyi hatırlamıyordum. Her gün yazmak zorunda olduğum hikâyelerin dışında kalan kelimeleri hatırladığımdan da kuşkuluydum. Genç yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. 

Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Genç yahudi yoktu; bir süre önce ölmüştü. Yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi bildirmek için… neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç kadın bir süre önce gitmişti. 

Birçok şeyi unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Oysa, pek alıcı bulamamakla birlikte, daha iyi hikâyeler yazdığımı sanıyordum. 

Bu, son yazdığım hikâyelerden biri. Bu hikâyemi, ekspres ya da posta treni artık –belki de sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak okuyucularıma –artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum.”

Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya”, İletişim Yay., İstanbul, 2005, s. 185-196.