Melike Sönmezer
Sabahattin Kudret Aksal Gazoz Ağacı öykü kitabı ile 1955 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmıştır. 1954’te yayımlanan Gazoz Ağacı, 10 farklı öyküden oluşmaktadır. Bütün öykülerin ortak noktasının bir duygu olduğunu söylemem yanlış olmaz. Duygusuz insan ya da eser mi olur diyebilirsiniz, haklısınız. Fakat Aksal’ın öyküleri, duygu derinliğini bambaşka yollarla yapılan yolculukların neticesinde bulunmuş gibi. Arada kalanları anlatıyor öyküleri boyunca. Ötekini, yanımızdan geçip gidenleri, mahalle arasında sabahın kör ayazında yürüyenleri, banka kuyruklarında önümüzde bekleyeni, emekliliği gelen sanki hep o gri takım elbiseyle yaşayan memuru…
Zaman, mekân değişse de hatta çağlar açılıp kapansa da hep var olacakları.
“Sonra neydi sevgi? İki insanın birbirinden hoşlanması, birbirini beğenmesi, görmeden olmaması değil mi? Bir zaman sonra da geçer gider, ardından bir şey bırakmazdı. Çok kere de bir pişmanlık, bir kin kalırdı geriye. Birbirini uzun zaman sevdiklerini sandıktan sonra da görünce ya hiç aldırmadan geçilir ya da o insanla geçirilen, boş yere harcanan zamana acınır, belli belirsiz ama içten bir kin duyulur. Dostluk çok daha güzel bir kelimeydi.” (Gazoz Ağacı, Bir Dostluk öyküsü, sf. 22)
Teyzesi Sabriye Hanım ve eniştesi Kudret Bey’in, Aksal 13 yaşındayken İstanbul Beşiktaş’ta bir eve taşınıp yeğenlerini yanlarına almalarıyla Aksal’ın hayatında yeni bir dönem başlar. O, bu eve taşındığı günden itibaren kendine ait odasında şiirler, öyküler kaleme alacak, -tıpkı Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı gibi- edebiyat dünyamıza kendi dil değerlerinden oluşan bir lezzet şöleni oluşturacaktır. Bu şölen zaman ve mekândan bağımsız okuyucuda bambaşka hisler uyandırırken, Aksal’a bu başarılarının bir göstergesi olarak sayısız edebiyat ödülü kazandırır. Gazoz Ağacı ile ilk defa düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Haldun Taner ile paylaşır.
Bu kitabın içerisinde yer alan Bir Dostluk öyküsü, ilk kez 1952 yılında Varlık dergisinde yayımlanır. Geçen bunca zaman, öykünün yaratmış olduğu duyguların dehlizlerine düşmemize mâni değildir. Öykü, adlarını bilmediğimiz bir kadın ve bir erkeğin buluşma çabaları ile başlar. Herkesten gizledikleri bu buluşma mekânına yan yana değil ayrı ayrı yürüyerek varırlar. Bu esrarengiz yolculuk zihinlerimizde yasak bir aşk öyküsü mü okuyacağız gibi bir soru işareti oluşturur. Aksal, ahşap, eski ve gıcırdayan tahta merdivenli o evde kadın ile erkeği buluşturur. Bu evi öyle tasvir etmiştir ki satırları okurken o havasız, camı diğer apartmanı gören rutubetli evin kokusu burnumuza gelir. Kadın ve adamın yakın bir zamanda tanıştıkları fakat aralarındaki ilişkinin boyutunun cinsel bir çekimden ziyade dünyanın tüm seslerinden uzaklaşarak bir dostluk temelli diyalog olduğu, öykünün en vurucu fikridir. Çünkü şunu açıkça ifade eder: Bir gün birbirilerini görmek istemeyeceklerini, bir daha buluşmalarına gerek olmayacağını ama tüm bunların yanı sıra dostluğun süreceği fikri. Duygular, ilişkilerin dinamizmi ile değişir aynı kalamaz ama dostluk temelli kurulan ilişki süreklilik getirir.
Arka plandaki şehrin sesleri bir film akışı gibidir; yoğurtçusu, turşucusu, kulaklarımızda birer ses bırakırken mevsimler geçer. Yasak aşk tadında eski bir evin odasında gizlenmeye imtina ederek buluşmaları, kadının daha dün akşam evlilik sohbeti yaptığı memura evet ya da hayır diyememenin verdiği sıkışmışlığı hatırlaması ve gizliden buluştuğu erkeğin “yarın buluşalım mı” sorusuna cevap vermeden buluşmayı yerine getirmesi, “sinemaya gidelim”, “yarın kahverengi mantonu giy”, “saçlarının bu hâli” demesiyle saçlarını hep bu hâlde yapması… Verilen her direktifi soru sormadan yerine getirmesi nesnelleşen bir kadın karakterle mi karşılaşıyoruz diye düşündürür.
Öykü boyunca verilen ileti, modern dünya içerisinde sıkışmış insan modelinin, duygularının duru bir şekilde farkında olmayışı; değişen hislerin, biten duyguların dönüşümünün ilişkilere olan yansımalarıdır. Duygular bitince ilişkiler de biter, birebirleri ile karşılaşanınca tanımamazlıktan gelinir ama dostluk temelli kurulan diyalog varlığını korumaya devam eder.
“Sabaha karşı olan ölümlere bütün ölümlerden beter üzülürüm. Daha bir dokunur bana. Demek derim, her şey gibi, bir ağaç, bir iskemle, bir bina, ne bileyim, bir vapur, bir telgraf direği, daha ne aklınıza gelirse düşünün hepsini, her şey gibi o da savaşmış, gecenin karanlığı ile, yeni gelen günde, aydınlık içindeki yerini almak istemiş, ama gücü kesilmiş sabaha karşı. Yenilmiş.” (Gazoz Ağacı, Hayriye Hanım Öyküsü, sf. 26)
Hayriye Hanım öyküsü 1953 yılında Vatan gazetesinde yayımlanmıştır. Biz Hayriye Hanım’ın hikâyesini 3. tekil şahsın anlatımıyla, Hayriye Hanım’la aynı büroda çalışan arkadaşından dinliyoruz.
1953 yılından günümüze çok şey değişti. Neler ayını kaldı onu bile tahmin etmek zor fakat Hayriye Hanımlar hep hayatımızın içinde bir yerdeler. Gittiğimiz bankada arkamızdaki sıralarda, bir devlet dairesinde memur ya da yazın aile çay bahçelerinde soluklanmak için oturan bir kadın. Her birimizin gündelik yaşamımıza bir fon gibi dahil olan Hayriyeler.
Hayriye Hanım 55 yaşlarında, lacivert eteği, seyrek saçları, kemikli burnu, esmer teniyle çalıştığı büroda dikkat çekmeyen bir kadındı. Belki yıllarca çalıştığı ofiste öldüğü gün kadar anılmamıştı. Bürodaki masalardan, sandalyeden hiçbir farkı yoktu Hayriye Hanım’ın. Ölüm haberinin geldiği o yaz günü tüm ofis Hayriye Hanım’a dair birkaç anılarını hatırlamak için belleklerini zorladılar fakat nafile. Herkeste üç aşağı beş yukarı aynı tasvir canlandı.
Cenazesi öğle namazının ardından defnedilecekti. Cenaze namazını bekleyen küçük kalabalıktı herkes birbirini tanıyordu. Çünkü Hayriye Hanım’ın öyle kalabalık bir çevresi ve hayatta olan aile bireyleri yoktu. Hayriye Hanım’ın gençken bir evlilik yaptığını 7-8 yıl evli kaldıktan sonra ayrıldığını herkes biliyordu. Bu biten evliliğin sebebi merak ediliyor, aralarında konuşuluyor ama Hayriye Hanım’ın kendisinden biten evliliğine dair hiçbir şey duyulmamıştı.
Avludakilerin aklına birden Hayriye Hanım’ın tek başına geçirdiği uzun kış geceleri düşüverdi. Acaba tek başına sobasını nasıl yakmıştı, uzun upuzun geceleri tek başına nasıl geçirebilmişti? Ya yemek? Tek başına her akşam yemek yemek… İhtiyar bir insan için zor olsa gerekti.
Hayriye Hanım öğretmen okulundan, müzik öğretmenliği mezunuydu. Eşiyle sofra kurduğu akşamlar belki bir iki şarkılar mırıldanır, udunu çalardı, aşık gözlerle eşine bakardı. Kim bilir…
Avlu ’da tabuta yaklaşan küçücük sevimli bir adam özenle tabutu beş on adım taşıdı. Sonra tabutun arkasından gözünde buğuyla bakakaldı. Herkesten farklı olan bu adam, Hayriye Hanım’ın kalp atışlarını arttıran, bir ömür geçirmek istediği adam bu buydu? Doğrusu avludaki herkes bunun böyle olduğunu biliyordu, doğrusu herkes bunun böyle yarım kalmış bir aşk olduğuna inanmak istiyordu.
“Yıllar yılı sanki, kendisinden günün hava raporunu öğrenmek için akşamı sabırsızlıkla bekliyormuş gibi kocasından her akşam kapıda, gününe göre, mevsimine göre değişik olmakla beraber, aynı anlama gelen, biraz da sadece bir şey söylenen bu karşılığı almıştı.” (sf. 31)
Geceye Doğru öyküsünde Refik Bey yıllardır evine giden yokuşları aynı tempo ile çıkar, aynı camların önünde dinlenerek evine varmanın telaşı ile hızlı adımlar atardı. Onu her akşam karşılayan eşi Nazime’ye bir hava durumu raporcusu gibi hava durumuna dair havadisler verirdi. O akşam da aynısı oldu. Refik Bey çok konuşan biri değildi o gece daha da sessizdi.
Birlikte üst kata çıktılar. Oldukça düşünceli hâldeki Refik Bey, Nazime Hanım’dan bir kahve istedi, odasının kapısını kilitleyip uzun uzun yaşamını düşündü. Kızı Nurten hakkında çıkan evli yaşlı bir adamla görüştüğünü, oğlu Yılmaz’ın futbol maçlarına gidiyorum diye kötü kadınlara gittiğini, evlendikten hemen sonra dünyaya gelen ilk bebekleri Mukaddes’i düşündü. Ne sevinmişlerdi Mukaddes doğunca. Mukaddesin ölümü onları derinden etkilemişti. Mukaddes’in ölümünde 2 yıl sonra Nurten, onun doğumunun üstünden 5 yıl geçince Yılmaz dünyaya gelmişti.
Memurdu Refik Bey. Hepimizin bildiği sıradan basit bir yaşamı vardı. Aynı yüzleri gördüğü camları, akşam evde otururken burnuna gelen patlıcan kızarması, gökle denizin maviliği bile yıllardır aynıydı.
Yıllar önce bir temmuz ayı Göksu deresinde çoluk çocuk gittikleri pikniği hatırladı. O piknikte yaptığı kısa bir şekerlemede, çalıştığı dairede karşı masasında oturan Handanı gördü. Handan ile kayıkla açıldığı bir rüyaydı bu. Rüyadan uyanır uyanmaz çok utandı Refik Bey. Evli barklı, çoluklu çocuklu bir adamdı. Karısının yanında böyle bir rüyayı nasıl görebilirdi?
İşte her gün işe gidip geldiği, ay sonunu zor getirdiği her iş dönüşü istinasız ilk cümlesi hava durumunu raporlamak olan Refik Bey’in utanacağı tek anısı buydu. Şimdi ise emekliliğini hak etmişti. Bunu Nazime Hanım’a nasıl söyleyecekti? Alacağı emekli maaşı nasıl yeterdi 4 boğaza? Üstelik her sabah giyinip günün aydınlanması ile işe gitmeyecek evde oturacaktı öyle mi? Bu düşünceler çok yordu Refik Bey’i. Tam o sırada Nazime Hanım’ın kapıya vuruşu ile düşünceleri dağıldı, kalktı yerinden kapının kilidini açtı.
Sıradan, basit “küçük” insanın hikayesi gibi görünen bu hikâye bizden biri, Refik Bey’in hikâyesidir.
“Hiçbir işim yok. Böyle olduğu için de bir yere gitmeye vaktim yok, desem yeri. Belli bir işte olanlar iş saatlerinin dışında ne kadar özgür oluyorlar. İstediklerini başıboş gezenlerden daha büyük rahatlıkla yaparlar. İstedikleri yere giderler. Belli bir işi olmayanlar için olay hiç de öyle değil. Her an bir iş çıkabilir, bir avare için.”
Büyükannemin Ölümüöyküsü, büyükannesi gözünden ameliyat olan bir torunun iki gününü anlatıyor. Bu iki gün içerisinde aylakça dolaşan torun ikinci günün sonunda ev kapısını açan yengesinden büyükannesini kaybettiğini öğreniyor.
Kadıköy, Burgazada, İstanbul’un gürültüsü. Yazar hepsinin seslerini kulaklarımıza bırakıyor.
Aylaklık yapan bu torunun iç sesi ile bir yaz günü uyanışı, bakkaldan sigara alışı, mahalleyi turlayışı gibi sıradan olayları öyküleme tekniği ile okuyoruz. Fakat ortada büyük bir teknik daha var. Okuduğumuz her satırların kokusu burnumuza geliyor. Hastanenin kokusu, mahallelinin kokusu evlerin kokusu, bakkalın kokusu, sokakların kokusu… Kararan günün kokusu…
Öykünün kokusu olur mu demeyin. Öykü, okuduğum andan itibaren benim rahmetli ananemin ahşap karyolasının kokusunu burnuma getirdi. Kanaviçeden yorgan, yastık kılıfları, onu hastaneden çıkarmaya gittiğimiz gün, kaybetmemiz. Bunların hepsi öykünün akışına karıştı bir yumak oldu. Öyküde büyükanne zatürreye tutulup hayatını kaybetmişti. Büyük karyola onun için hazırlanmış, hastaneden evine gelmesi bekleniyordu.
Bizim hikâye de tam olarak öyleydi. O duyguları öyküyü okudukça tekrardan hissettim.
“Dünyayı tanımak kadar eşsiz bir yolculuk yok muhakkak. Çocuğun eliyle, diliyle masaları, iskemleleri, pencereleri, ateşi, suyu, şekeri, tuzu öğrendiği üç beş yaşlarının çok güzel döneminden sonra, ikinci bir dünyayı tanımak çağı on altı, on yedi yaşlarında başlar bence. Bu da sokakları, yıldızları, uykusuzluğu, kadınları, konuşmayı bulduğumuz, bir başka deyimle öğrendiğimiz zamanlar olsa gerek.”
18 Ekim 1953 yılındaVatan gazetesinde yayımlanan Bizim Olan Sokaklaradlıöykü, 15-16 yaşlarında dünyayı ve kendilerini keşfetmeye hazır iki gencin öyküsü.
Yaz aylarında mahallenin yokuşlarını tırmanarak kuytu köşelerde sigara içip büyüdüklerini sandıkları, mahallenin kahvesinde bir kahve içince olgunluğa erişildiğini sanan yaşları anlatıyor Aksal.
İki gencin, öykü boyunca isimlerini bilmiyoruz. İki yakın arkadaş ve okulların kapanmasının ardından uzun yaz akşamlarını mahallelerinde dolaşarak geçiriyorlar. Bu dolaşma alelade değil elbette. Mahalledeki evlerden birinde oturan pembe elbiseli kızla göz göze gelmek içindi. Pembe elbiseli kız elini çenesine dayamış ona bakıyordu. Göz göze geldiler bu an öyle bir şeydi ki… Hayal kurmak, mutluluk, heyecan, telaş… Kimseye yakalanmadan sigara içmek, balkonda oturan 40 yaşlarında aslında güzel olmayan ama onlar için çekici olan kadının sigara içişini izlemek; yaz akşamlarını dolduran aktiviteleri bunlardan ibaretti.
O çocuklardan birinin evine yaz tatili için gelen uzunca bir zaman misafir olan kızla beraber sinemaya gittiler. Kız perdeye bakmaktan çok oğlana bakıyordu. Yan yana otururken kolları birbirine değiyor kız kolunu çekme eyleminde bulunmuyordu. Çocuk, kızın da ondan hoşlandığı düşüncesi ile sinema dönüşü ağaçlı yolda kızın koluna girmek istemişti. Çocuğun, kızın koluna girmesiyle kızın kolunu çekmesi aynı anda gerçekleşmişti. Neden böyle olmuştu? Kaba bir davranış mıydı? Kız hoşlanmamış mıydı çocuktan? Halbuki bir daha sinemaya gidelim diye konuşmamışlar mıydı?
Gözleri filmden çok oğlandaydı. Sonra kolları birbirine değince de geri çekmemişti. Anlayamadı oğlan. Akşam olunca arkadaşı ile buluştu. Sinemada olanları tek tek anlattı. Her ihtimali değerlendirdiler. Kahvenin taraçasının öbür tarafına tek başına 30-35 yaşlarında biri oturuyordu. Bir kadın. Kumraldı, güzeldi ve caddeye bakıyordu.
Kadın on ikiye doğru kalktı. Garsonu aradı, tam o anda ağzında sigara kibrit arıyor bir hali vardı. İki gencin masasının önünde durdu. Kibriti verdiler, bu bir ahbaplık oluşturdu aralarında sohbet ettiler. İki genç kadından etkilenmişlerdi. Beraber kahveden ayrılıp limonata içmeye gittiler. Vakit gece yarısını geçince üçü yürürken, kadını hep gördüklerini güzel bulduklarını ifade ettiler. Kadın ise 3 gün için İstanbul’a geldiğini ve evine yaklaştığını, onlardan ayrılmak zorunda olduğunu söyleyince gençlerin yüzü düştü. Oysa onlar ahbaplıklarının süreceğini ve hatta kadının onları evine davet edeceğini beklemişlerdi. Öyle olmadı. Kadın onların her sorusuna “kim bilir”, “belki de gibi yuvarlak cevaplar veriyordu. Sonra kadın onların göremeyeceği bir hâl ile apartmanlardan birine girip gözden kaybolmuştu. Kadının ardından çocukların zihninde ne karşı evdeki pembe elbiseli kız ne de evlerine konuk gelen sinemaya gidilen kız kalmıştı.
İkisi de uzun yıllar o kadını çok farklı tasvirlerle düşündüler. İçlerinden biri İstanbul’dan taşındı, yetişkin oldular, yolda zaman zaman başka kadınların suratlarında o akşam limonata içtikleri kadını aradılar. Belki yıllar yılı farklı suretlerde o kadının aranması, yaşlandığını düşünüp hayal etmelerinin tek sebebi vardı: Gizem. İnsan bilmediğini merak eder. Kadının o gecede yalnız oturuşuyla, evinin adresini saklamasıyla o dönemin ergen gençlerinin hayatlarına birçok merak unsurunu sıralamıştı.
Ergenlik döneminde duygusal bağlarının zirve yaptığı ve deyim yerindeyse herkesin hayatına giren bir Fahriye abla figürünü Sabahattin Kudret Aksal, iki ergen gencin gündelik olağan akışına öyle kurgulamış ki, sıradan, yalın, hepimizin hayatımızın bir döneminde yaşadığı hayranlık ve duygusal bazı dürtülerin fark ediş evresini sıradanlaştırmış. Tıpkı yaz aylarında akşamları buluşup yürüyen gençler gibi.
“Yaşamanın güzelliği dedim de hatırladım. Yaşamanın güzelliğini her zaman duyabilir insan. Hatta şimdi gördüğünüz gibi, geciken bir vapur beklerken bile.”
Sabahattin Kudret Aksal, 5 Temmuz 1953’te Vatan gazetesinde yayımlanan Meydan öyküsünde, İstanbul’un sokaklarını arşınlarken aklından geçenleri yazıya aktarıyor. Sait Faik’in Burgazada’sı öykülerinde neyse Sabahattin Kudret Aksal’ın Meydan öyküsünde İstanbul odur.
İstanbul’u seven delice sever, sevmeyen bir nefret ile kaçmanın hayallerini kurar. Ben ilk sınıfın mensubuyum. Aksal’ın satırlarında vapuru, sokaktaki çocukları, İstanbul’un meydanlarındaki insanları gözleme oyununu okudukça, canı dondurma çeken bir çocuk gibi hızlı adımlarla İstanbul’u turlamak, Beşiktaş- Kadıköy vapur hattında gelecek vapuru bekleyip telaşlı insanlar ordusuna dahil olup boğazdaki martıların dans gösterilerine en ön sıradan bilet almaya can attım.
Aksal 1953 yılı İstanbul’unun gündelik, sıradan akışında karşılaştığı çocukların hikâyelerini, yüzlerine vapurda denk geldiği insanların yaşam öykülerini tahmin etme oyunundan zihnine yansıyanları bu öyküsüne aktarıyor. Bunu sade Türkçesi, etkileyici gözlem yeteneğinin yanı sıra İstanbul’a aşık bir yazar olarak yapıyor. Zamanın çok önemli ve elimizden yitip giden bir olgu olduğunu, başını kaldırıp denize, dükkanların vitrinlerine bakmayan insanların ne çok şey kaçırdıklarına dair bir serzenişte bulunuyor. Öykü boyunca İstanbul’un tüm kaosuna rağmen kendine has dinamizmini bir film akışı gibi yansıtıyor.
1954 yılında Vatan gazetesinde yayımlanan Sokakta Opera başlıklı öyküde, şubat, mart aylarından birinde Aksal’ın kafasının içine giriveriyoruz. Üzerimizde kalınca bir palto hava mevsiminin tam tersine sıcacık. Öylesine sıcak ki ağaçlar çiçek açmış, bahar etkisini kış mevsimine inat var etmenin derdinde. Önce bir vapur yolculuğu yapıyoruz. Yeşilköy’e ya da ada vapurundan birine bineceğiz, tamam diyor ada vapuru olsun. Gönülsüz bir seyahat olacak belli. Hiç sevmediği bir yazarın olduğu dergi var elinde. Başka okuyacak bir şey olmayınca can sıkıntısı biraz dergiye biraz denize bakıyor. Denize bakmak bile ona iyi gelmiyor. Karşında oturan bir kadına ona sesleniyor. Cevap vermeli mi vermemeli mi diye düşündüğü anda kadını bir daha görüp görmeyeceğini düşünüyor. Bunu kafasının içinde yapıyor, biz gerçekten bir kadın var mı yoksa yok mu diye düşünüyoruz. Bu belirsizlik yolculuğun isteksizliğine gölge düşüremiyor ama. Çok isteksiz, gelen bahardan mı acaba?
Sonra iniyoruz vapurdan. Karaya inmek de bir parça iyi gelmiyor. Yürüyoruz, yürürken bir sigara yakmayı planlıyor, sonra anında bu kararından vazgeçiyor. Birini aramayı düşünüyor, atla gel bir taksiye, dolmuşa. Hemen şimdi yanıma gel diyecek oluyor, ondan da vazgeçiyor. Yürüyor, yokuşu tırmanırken denizde ilerleyen gemiyi, parlayan güneşi ve çukurlara dolmuş su birikintilerini gerisinde bırakıyor.
Nereden gelmiş bu su birikintisi diye düşünürken bir ses duyuyor. Ezgili, çok tatlı, makamlı bir ses. Çocuk sesi. “Çelik çomak oynayalım mı?” Durup sesin gelişini dinliyor Aksal. Biraz zaman sonra aynı ses aynı tonuyla “Fe-ri-han” arkadaşına sesleniyor. Birden dönüp bakıyor Aksal, 7-8 yaşlarında bir çocuk kendi yaşına yakın bir kızı arya yaparak oyuna çağırıyor. Bu tonlama, bir türkü ezgisi gibi geliyor yazara.
Ruhunun sıkılgan yerleri bir anda çiçek açıyor, gözleri ışıldıyor, yenileniyor. Biraz ilerleyince kentin içine giriyor, açan çiçekler ona baharın geldiğini müjdeliyor. Bir çocuk sesi ile tazeleniyor Sabahattin Kudret Aksal, bir çocuk sesi ile tazeleniyor dünya.
Öykü kitabının ismini taşıyan beni de epey etkileyen Gazoz Ağacı öyküsü ilk olarak 1942 yılında Servetifünun dergisinde yayımlanmış Saim ve Melahat’ın hikâyesi. Kenar mahalle sayılabilecek bir semtin gençlerinden olan Saim, işsiz tüm zamanını kahvede kâğıt oyunları ile geçiren bir delikanlıdır. Hacı Emin’in kahvesinde oyun oynarken henüz adını dâhi bilmediği Melahat’ı sevmektedir. Melahat kahvenin karşındaki pembe boyalı evde oturmaktadır. Her gün üzerini değiştirip pencereden yoğurtçuya seslenişi, camdan dışarı bakması Saim’i görmek için yarattığı bahanelerden biridir. Saim bunu görebilmek için olağanca konsantrasyonu ile bekler. Hâl böyle iken her oyun yenilir ve oyundaki diğer arkadaşlarına gazoz ısmarlar. Bu durum o kadar uzun sürer ki Saim’in adı “gazoz ağacı”na çıkar. Saim’in gazozunu içmeyen kimse kalmamıştır.
Bir akşamüstü deniz kenarındaki boş arsalarda Saim ve Melahat karşılaşır. İlk konuşmalarını da burada gerçekleştirirler. Melahat annesinin unuttuğu sepeti alıp eve dönmenin telaşındadır. Ama her gün karşı kahvede gördüğü Saim bunu bırakmaz. İşi gücü olmadığını ama Melahat’ı bırakmayacağını açıkça söyler Saim. Oradan ikisi de evlerine değil yeni hayatlarına yelken açarlar.
Saim ve Melahat bir çatı katında yaşamaya başlamış, Saim bir un fabrikasında işe girmiştir. Her şey Yeşilçam filmleri kadar romantik ve huzurlu ilerlemektedir. Eski mahallerinden kimseyi görmeden, haberleşmeden yaşayıp gidiyorlardı. Melahat, Saim işe gittikten sonra yemeğini ocağa koyuyor, evini silip süpürüyor, geçiyor pencerenin karşısına Saim’i bekliyordu. Berberce yemek yiyip Beyoğlu’na sinemaya gidiyorlardı. Bu düzen çok sürmedi.
Bu düzen, birbirileri ile olan ilişki yetmemeye başladı. Saim’in bir akşam eski mahalleden bir arkadaşını görüp o gece eve gelmemesi aralarındaki ilişki dinamizmini sekteye uğratır. Melahatların alt katındaki bir terzinin 16-17 yaşlarındaki çırağının Melahat’a gösterdiği ilginin sonuncunda Melahat ve çırak çocuk beraber kaçarlar. Saim bitap halde eski mahallesine döner ve bir gün gittiği gazinoda Melahat’ı görür.
Bu hikâye aslında hepimizin okuduğu, izlediği hikayelere benzerlik göstermektedir. Fakat Gazoz Ağacı’nda kişilerin bu geçiş sürecinde yaşadığı psikolojik bunalımlar, arada kalmışlık hissi okuyucuya derinden verilmektedir.