
Bilge Sönmez
Haldun Taner’in (1915-1986) “On İkiye Bir Var” öykü kitabı 1954 yılında Varlık Yayınları’ndan çıkmış, 1955’te Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülmüştür. Ödülü alan ilk kitap olması hasebiyle ayrı bir yeri ve önemi vardır. İçerisinde On İkiye Bir Var, Ayak, İznikli Leylek, Bayanlar 00, 45 Marka Seksapil, Sahib-i Seyf ü Kalem, Arttırma olmak üzere 7 ayrı öykü bulunur, ilk öykü aynı zamanda kitaba adını vermiştir.
Haldun Taner, üzerinde durduğu meselelere ince bir alaycılıkla yaklaşmış; kişilerine söylettirdiği sözleri sade bir üslupla ifade etmeyi tercih etmiştir. Sıradan insanların hayatlarını çok yakından kameraya alır gibi, durumların absürtlüğünün de farkında olarak olayları okurlarına aktarmıştır.
Kitaba adını veren On İkiye Bir Var hikâyesinde anlatıcı kişi, sıradan insanların karşılaşmadıkları bir durumla karşı karşıyadır. Anlatıcı, dokuz yaşındayken saatin kaç olduğunu bakmadan bilir. Başta tesadüf olduğu düşünülse de sonraları herkes bu duruma şaşırır. Bazı geceler saati sayıklayarak uyanır. Önceleri sadece akreple yelkovanı bilirken sonra saniyeye kadar bilmeye başlar. Anlatıcı, kendisini zamanla o kadar bütünleştirir ki evi çeşit çeşit saatle dolar. Dünyevi sıkıntılarından sıyrılmak için günde iki saat bu saatlerin ayarlanması ve bakımıyla ilgilenir. Yaşı ilerledikçe, saati bilmek konusunda tecrübelenir. İçinde saatin tik taklarını hissetmediği tek bir an bile yoktur. Diğer insanların, içinde yaşayıp durdukları zamana karşı bu kadar kayıtsız kalmaları anlatıcıyı çok şaşırtır. Saatin belli bir ritimle metronom şeklinde ilerlemesini sevdiği için klasik müziği de sever ve düzenli tekrar etmeyen her sesten nefret eder. Anlatıcının zaman konusundaki duyarlı hâli, takıntıya dönüşmüştür. Hatta içindeki tik taklar durduğunda öldüğünü zannedecek; ona ölmediğini söyleyen doktora da inanmayacaktır. Kişinin çocukluğunda içinde beliren, gelişen saat neden durmuştur? Belki de yazar, yaşamın başlangıcından ölüme kadarki zamanı bu tik taklarla göstermek istemiştir.
Haldun Taner bu öyküsünde anlatıcının zamana karşı bu kadar duyarlı olup zihninin bütünüyle zamanla dolup taşmasını, bu durumun abartılı hâlini mi alaya alır yoksa diğer insanların zaman konusundaki kayıtsızlığını mı eleştirir bilinmez fakat gerçek şudur ki insan, zamanı yalnızca eski bir yılı kapatıp yeni yılı açarken beş dakikalığına değil, hakikaten de ömrünün her anında bütününde gözetmesi ve sindirerek yaşaması gerekir.

Prof. Dr. Bülent Tarcan’a ithaf ettiği Ayak hikâyesinde yazar; öğretmen, doktor, polis, savcı, diğer hastane çalışanları gibi devletin memurlarını ve halkı; çocukların sokakta buldukları bir ayak dolayısıyla görülen bir soruşturma etrafında toplar. Soruşturma hikâyenin başından sonuna kadar devam eder; bu süreçte ise okur olarak bizler, devletin memurlarına karşı halkın ne şekilde davrandığını, devlet memurlarının birbirlerine bakış açılarını ve en sonunda ayağını kaybetmiş bir insanın geçmişe özlemini ve yasını okuruz.
Yazar, toplumu o kadar iyi tanır ki, betimlemeleri sayesinde, kalabalık kişi kadrosuna rağmen hikâyedeki her bir kişinin duygularını hissetmemize ve anlamamıza olanak sağlar. Üstelik toplumumuzun, sokak hayvanlarıyla iç içe yaşadığını olağan hâliyle göstermeyi unutmamıştır. Buradaki kahvehane anlatısıyla yazar aynı zamanda sokağın bir görüntüsünü de vermiş olur.
Ayak bulunup soruşturma başlayacağı sırada Terlikçi İhsan, tuttuğu partiye zeval geleceğinden endişelenir ve bu soruşturmayı engellemek için yazarın tabiriyle “yırtınır”. Politik çıkarlarına ters düşen her olay, İhsan gibiler için üstü kapatılması gereken bir şeydir. Kendileriyle en ilgisiz olaylar bile tuttukları partiye bağlanabilir.
“Kazanmakta olduğu partinin güme gitmesinden korkan Terlikçi İhsan; ‘Canım ayaksa ayak’ dedi. ‘Nerede bulunmuşsa bulunmuş. Bize mi düştü tasası?” (sf. 22)
Sorguya çekilen halk polisten, öğretmenden çekinmektedir; hastanedeki asistan, kendisi çağırıldığında yanlış ameliyat yaptığını zannedip bir suç işlediğini düşünür, hiçbiri bir suç işlemese bile, hepsi kendisini suçlu hisseder. Öyle ki ayağı bulan çocuğun ablası, kardeşinin suçunu hafifletmek için öğretmenin istediği yağlı kâğıdı ne yapıp edip bulur. Hikâyedeki devlet memurlarına karşı çekingenlik ve suçluluk, günümüzde bazı yerlerde hâlâ görülebilmektedir.
Bu kısacık öyküde devlet memurlarının kendilerine özgü hobilerini, yapmayı sevdikleri şeyleri öğreniriz. Nöbetçi başasistan divan edebiyatına meraklıdır, konuşmaları da terkiplidir; başasistan ise Churchill okumayı sever, röntgen asistanının ve doktorun hobisi fotoğrafçılıktır. Mesleki konumları itibarıyla birbirleri arasında kıskançlık ve rekabet vardır. Aldıkları eğitim, birbirleri için hiçbir önem arz etmez; hatta biri, diğerinin başarıyı hakkıyla elde ettiğini bile düşünmez.
“Başasistan hoşlanmadığı, kızdığı insanlara ‘Bay’ demekle onlardan bir çeşit öç aldığına inanırdı. Ayıp değil ya, mizaç meselesi, Bay İskender İskit’ten hoşlanmıyordu. İyi ki herif bir punduna getirip sekiz ay Londra’da staj yapmıştı. Artık kurumundan geçilmiyor, kendini doçentlerden, profesörlerden üstün sanıyordu.” (sf. 29)
Hikâyede öne çıkan üç tane kadın karakter vardır, birisi kardeşinin suçunu hafifletmeye çalışan abla, diğeri hemşire Saima Hanım ve en sonuncusu balayındaki doktorun karısıdır. Başhemşire Saima Hanım üzerinden, mutsuz evlilik yapmış aldatılan kadınların agresif tavırlarına gönderme yapan yazar, bu tip kadınları Saima Hanım üzerinden tek bir tipmiş gibi gösterir. Yazar, birçok insanın hâlâ bu şekilde varsaydığı tek tipleştirilmiş kadın fikrini alaya almaktadır.
“Ayıp değil ya, isterik bir kadındı. Gençliğinde bir muhasebeci ile evlenmiş, adam komşusunun baldızı ile işi pişirip evden firar edince bütün erkek milletine garez olmuştu. Hıncını şimdi hastalardan, bir de hademelerden alıyordu.” (sf. 40)
Haldun Taner, bir tiyatro yazarı olarak Ayak hikâyesinde ve diğer bütün hikâyelerinde sahneyi dolduran her noktayı titiz bir biçimde ele almış, tek tek bütün karakterlerin kafasından geçenleri bilmemize olanak sağlamıştır. Hikâyeyi zihnimizde hiçbir boşluk oluşmadan canlandırabiliriz. Bu da Haldun Taner’in yüksek gözlem gücü sayesindedir.
İznikli Leylek, kanadı kırık olduğu için üç senedir İznik’teki bir hanın içinde yaşayan leyleğin hikâyesidir. Bir grup sanat öğrencisi ve akademisyenler, konakladıkları handa kanadı kırık leyleği görür ve onunla ilgili yorumlar yaparlar. Hikâyenin anlatıcısı bu öğrencilerden birisidir, gezi rotasına katılmak yerine bu leyleğin hikâyesini yazmak istemektedir.
Yazar, hikâyede Yunan mitolojisine ve Baudelaire’in “Albatros” şiirine gönderme yapmıştır. Hephaistos-maden ve ateş tanrısı-, Zeus tarafından Olimpos dağından atılınca topal kalmıştır, tıpkı İznikli leyleğin annesi onu yuvadan atınca kanadının kırılması gibi. Baudelaire’in “Albatros” şiirinde bahsettiği ise, tayfaların yakalamaları üzerine uçmakta zorlanan deniz kuşlarıdır. Haldun Taner, şiirdeki tayfaların deniz kuşunu yakalayıp eğlenmeleri ile handaki insanların leyleği yakalamaya çalışmaları arasında bir benzerlik kurar.
“Sen ey kanatlı yolcu, bir zaman ne güzeldin / Bak gaganı dürtüyor hoyrat tayfanın biri” (Baudelaire, Albatros)
İznikli leylek, yine de gururundan ödün vermez, uçamayacağını bile bile kendisini göklere çıkarmaya çabalar. Fakat kahveci, leyleğin bu çabasını art niyetli bulur ve düşüncelerini şu şekilde ifade eder:
“Hep böyle yapar bu namussuz… Uçamayacağını bilmediğinden mi? Burada kalabalık gördü ya, sırf kendini acındırmak için. Bak, nasıl bütün yiyeceklerini veriyor kızlar. Evveli bu, böyle değildi. Esnafla düşe kalka hinoğlu hinleşti.” (sf. 45)
Kahveci, insanları da hep böyle art niyetli mi görmektedir yoksa gururlu bir leyleğin çabasını, insanların kötülüğüyle benzeştirecek kadar mı hayvanları da insanlar gibi sanmaktadır? Yazarın, kendi fikrini şu cümle ile açıklamış olduğunu düşünebiliriz:
“… biz insanlar, bazen hayvanları bile kendimiz kadar aşağılık ve kötü niyetli yapabiliyoruz.” (sf. 46)
Yazar, insanların dini, siyasi gruplara bölündüğü gibi; hayvanlara ve diğer canlılara da kendi kutsallarını atfetmelerini eleştirir. Güneyden geldikleri için “hacı leyleği” olarak bilinen bu kuş türleri, hâlbuki dünyanın her yerindeki ibadethanelerin tepesinde bulunabilirler.
Yazar bu hikâyede, farklı metinlerdeki kahramanları referans alarak insanın kendi sınırlarını bilmesine rağmen yine de çabalamasını, tüm çabalara rağmen tekrar takrar denemesini, her daim hayal kırıklıklarının yaşanacağını fakat hayatın yine de ilerlediğini anlatmak ister gibidir. Hikâyenin anlatıcısı öğrenci ise, yaşadığı bu andan yola çıkarak kötümser bir hikâye yazacağını fakat yazmadığını söyler. Aynı zamanda onun “hikâye yazma fikrinin anlatıldığı” bir hikâyedir bu.

Bayanlar 00 hikâyesi, işini hakkıyla yapmaya çalışan tuvalet görevlisi Kevser Hanım’ı anlatıyor. Bu işi utanarak yapan diğer insanların aksine Kevser Hanım’ın –tüm zorluklara ve aksiliklere rağmen- işini sevdiği bile söylenebilir. Hikâye boyunca, Kevser Hanım’ın kendi tabiri ile “san numara”da neler yaşayıp neler düşündüğünü, hangi tip insanlarla karşılaştığını okuruz. Ortak ihtiyaç dolayısıyla farklı sosyal sınıftaki insanları bir araya getiren “tuvalet”in hikâyenin ana mekânı olmasını, Haldun Taner’in mizah anlayışı ile ilişkilendirebiliriz.
Kevser Hanım farklı kurumların tuvaletlerinde çalışmış, bu sebeple birçok farklı insan görmüş, tanımıştır. Yine çalıştığı birçok tuvaleti de çekip çevirmiş, titiz davranmıştır.
“Hangi san numarayı devralmışsa, çok değil, iki hafta içinde oraya titiz şahsiyetinin damgasını vurmuş, onu benzerlerinin en temizi, en bakımlısı haline sokuvermişti.” (sf. 52)
Yazar, insanların buldukları her fırsatta kendilerini ifade etme isteğiyle alay eder. Kullandığı kimi ifadelerle de bu alayı görebiliriz. Tuvalet duvarlarına çizilen uygunsuz resimler, yazılan şiirler Kevser Hanım’a göre terbiyesizliktir.
“San numara demek oluyor ki, bazı insanların resim dehasını körükleyen bir yerdi.” (sf. 52)
Kevser Hanım, daha önce çalıştığı sinema tuvaletinden gözlemlerini de bizlere aktarır. Burada, sinema tuvaletinden çıkan kadınların hâllerine dikkat çeker. Hikâyenin bu kısmında kadınlar cinsel bir araç olarak görülmektedir. Yazar, kadınların hâllerini Kevser Hanım’ın gözlemleriyle aktararak –başka bir kadının gözünden eleştiriyle-, toplumdaki yozlaşma ve ahlaksızlığa dikkat çeker.
“Sonra ne hikmetse buraya gelen genç kızların, kadınların çoğunun eteği sökülmüş, kopçası kopmuş, bluzu veya kombinezonu yırtılmış oluyordu. Halbuki pahalı sinema olduğundan öyle girip çıkarken itişilip kakışılacak kadar tıkışıklık da olmazdı.” (sf. 53)
Kevser Hanım, yazarın biz okurlara aktarmak istediği ahlaksızlığın farkında değildir, o sadece gözlemini yapmıştır. Yazar yalnızca Kevser Hanım’ın gözlemlerini bize aktararak bile, kullandığı kelimelerle ve cümleleri kuruş şekliyle neyi eleştirip eleştirmediğini de açıkça belli eder.
Hikâyede eleştirilen bir başka nokta ise, politikanın büyük küçük her alanda yer alması, siyasi görüşü mevcut iktidardan farklı olan insanların her an fişlenip işinden olma ihtimalidir.
“Kevser Hanım’ın çok memnun olduğu Yalova kaplıcaları helasından yürütülmesini, Halk Partisi taraftarı oluşuna yoranlar var.” (sf.53)
Hikâyenin 1953 yılında yazıldığı düşünüldüğünde, Kevser Hanım’ın Halk Partili olmasından dolayı işten sürülmesi makul bir tahmindir. Fakat yine de Kevser Hanım, çalıştığı tuvalete bir vekil karısı yahut milletvekili kadın gelmesini, onlara yalvararak meclis tuvaletine terfi ettirilmeyi bekler; geçmişte haksızlığa uğrasa bile yine de hükümetin insan kayırmacılığından faydalanmak istemektedir.
Yazar; basit ve önemsiz görülen umumi tuvaletleri dahi toplumun genel vaziyetini anlatacak kadar gözlemlemiş, durumları olduğu gibi anlatmış ve eleştiriyi biz okurlara bırakmıştır.
45 Marka Seksapil hikâyesi cinsellik ve kadın-erkek ilişkileri üzerine kuruludur. Yazar; hislerini cinsellik üzerine inşa eden erkekleri, güç ve paraya değer veren kadınları eleştirir. Aynı pansiyonda yaşayan Türk ile Polonyalı -Danzigli- erkek öğrencilerin, yine aynı pansiyonda kalan tıp öğrencisi genç bir kız ile -Gerda- ilişkilerinin anlatıldığı bu hikâyede, genç kızı elde etmek için edilen rekabet söz konusudur.
Daha ilk cümleden hikâyenin gidişatını Hitler ve Alman ordusunun yön vereceği bellidir. Çünkü pansiyon sahibinin bir Nazi sempatizanı olduğunu, dışarıyla pek sıkı fıkı olmak istemediğini öğreniriz. Dolayısıyla dışarıdan gelecek tek kişi bir Nazi sempatizanı olmalıdır.
“Frau Keller de, tıpkı Führeri gibi ithalat düşmanı idi. Bu bakımdan pansiyonumuzda III. Reich’in otarşi politikası hüküm sürüyordu.” (sf. 57)
Hikâye, tam da pansiyon sahibinin memnun kalacağı biçimde, sadece orada yaşayan insanlar arasında geçer, dışarıdan gelip giden de olmaz. Gerda, her iki erkekle de ilişki yaşar. Erkekler bunu bilmelerine rağmen dillendirmezler, durumdan memnundurlar. Fakat daha sonra pansiyona bir teğmenin yerleşmesiyle ikisinin de Gerda ile olan ilişkisi sona erer. Bu defa iki erkek, Nazi subayına karşı bir olup onu kıskanırlar. Haldun Taner’in alay edercesine ele aldığı bu kısa hikâyede kadın-erkek ilişkilerinin ne derece sığ olduğunu, genç kızı elde etmek için atılan taklaları görürüz. Anlaşıldığı üzere bu ilişkiler duygusal bir zeminde yaşanmadığı için herkes hâlinden memnundur. Hatta Nazi teğmeni geldikten sonra kız ile ilişkilerinin bitmesi üzerine, her iki erkek de kızın aslında üç erkeğe birden yetebileceğini düşünecek kadar duruma cinsel odaklı yaklaşmaktadır.
“Eskiden için için birbirimizi kıskanırken, şimdi ortaklaşa düşmana karşı birlik oluvermiştik. Danzigli komşum, ikiye taksim edilen bir nesnenin pekâlâ üçe de taksim edilebileceğini söylüyor, onun bütün boş vakitlerini dolduramayacağı besbelli olan bu tüysüz oğlana böyle nikahlıymışçasına bağlılık göstermesini saçma buluyordu.” (sf. 58)
Savaşın ve siyasi olayların insanların özel hayatlarını ne kadar etkilediği, genç erkeklerin cinsel yaşamlarının siyasi bir olayla sekteye uğradığı yazar tarafından alaya alınmıştır.
Gerda’nın teğmeni tercih etmesinin sebebi, bu iki gence göre bir çift asker çizmesidir. Çizmeler, diğer adamın asker olması ve gücüyle bağdaştırılır. Hatta iki genç, çizmedeki ter ve ayak kokusunun iğrençliğine rağmen kızın bunu tercih etmesini Freud’un fikirleriyle desteklerler.
“Gerçi bazı kokuların cinsi yakınlaşmayı kolaylaştırdığını orada burada okumuştum. Ama ayak teriyle karışmış çizme kokusu?” (sf. 59)
Hikâyede iki genç, Gerda’ya tamamen cinsî hislerle yaklaşmış, onu yalnızca kendilerini tatmin edecek bir nesne olarak görmüş, Gerda’nın teğmenden sonra kendileriyle bir daha ilişki kurmamasındaki duygusal sebepleri dahi idrak edememişlerdir. Onu tekrar elde edebilmek için birer çift çizme alsalar da en sonunda Gerda teğmen ile evlenip Münih’e yerleşmiştir.
Burada iki gencin birer çift çizme edinmesi, yalnızca cinsel ihtiyaçlarını tatmin edebilmek içindir. Yazar onların bu çabasıyla epey alay etse de aynı zamanda Alman kızlarının güce, Türk kızlarının paraya ilgi duymasını ulus fark etmeksizin eleştirmiş, insan ilişkilerinin yalnızca maddiyattan ibaret olduğuna dikkat çekmiştir.
“… ben Almanya’da kaldığım sürece, bu çizmelerin çok faydasını gördüm. Hatta üç yıl sonra İstanbul’a dönerken bavulumda yer olmadığı hâlde ne yaptım yaptım, onları da beraberimde getirdim. Fakat yurdumun açıkgöz kızları, çizme kokusuna pabuç bırakmıyorlardı. Onların başını döndüren başka, bir bambaşka koku vardı: Hususi otomobillerin, maroken deri ile karışık, mayhoş benzin kokusu…” (sf. 60)

Sahib-i Seyf ü Kalem, asker emeklisi Miralay Bey’i hayata döndürmek için verilen uğraşların hikâyesidir. Geçmişte asker olduğu için olacak, Haldun Taner bu kahramanına muzipçe Miralay ismini vermiştir. Hikâyenin ismi ise, olaylar ilerledikçe anlam bulmaktadır. Sahib-i seyf ü kalem, hem kılıç hem kalem sahibi olan insanlara denir, genelde şair padişahlar için kullanılmaktadır.
Anlatıcı, Almanca öğretmeni bir adamdır. Hikâye, daha ilk cümlelerden erkeklik pazarlayan Miralay Bey’in abartılı cümleleriyle, erkeklik meselesiyle başlar. Miralay Bey, askerlikle erkekliği bir tutan, geri kalan tüm meslekleri küçümseyen, erkekliğe yakıştırmayan bir adamdır.
“Yok bankacılıkmış, hariciye memurluğu imiş, mühendislik veya avukatlıkmış, boş verirdi Miralay Bey böyle ıvır zıvır işlere… Onun kanaatince erkek dediğin ille asker olacaktı. Askerlik gibi bir meslek dururken benim de akla hizmet edip de Almanca muallimliğini seçtiğime şaşıp şaşıp kalıyordu.” (sf. 61)
Miralay Bey geçmişte birçok savaşa katılmış, esirlikten kurtulmuş, vatan için mücadeleler etmiş, hatta Enver Paşa’ya kafa tutmuştur. Zamanla yaşlanıp güçten düşmüş, kimsesiz kalmışsa da hafızası yerli yerindedir. Fakat yaşlılığın getirdiği hislerle artık ölmek istediğini dile getirir.
Almanca öğretmeni anlatıcı ve onun kardeşi Necla, aynı evin farklı odalarında kiracı olarak yaşadıkları Miralay Bey’i neredeyse her akşam ziyaret ederler ve yaşlılığının getirdiği hüznü, tükenmişliği azaltmaya çalışırlar. Konu ne zaman ölüme gelse öğretmen, Miralay Bey’e geçmiş anılarını anlattırarak onu ölüm fikrinden uzaklaştırmaya çalışır fakat bu anıların ardı arkası kesilmez. Bir gün ona bu anıları yazmasını ve kitap olarak bastırmasını tavsiye ettiklerinde Miralay Bey bu fikri ciddiye alır ve birkaç ay içinde “Hayat-ı Askeriyem” ismini verdiği kitabını tamamlar. Kitap basılır, kitabın yayıncısı Miralay Bey’in gönlünü yapmak için kitabın oldukça ilgi gördüğünü söyler. Oysa kitap, öğretmenin cebinden çıkan parayla basılmıştır.
Bu hikâyede Haldun Taner yaşlılık hâllerini, düşkünlüğün getirdiği ölüm fikrini melankolik denilebilecek bir üslupla anlatsa da Miralay Bey’in çocukça hevesi mizahi bir dille aktarılmıştır. Hayatta bir amacının kalmamasının, insanı ölüm fikrine daha da yaklaştırdığı söylenebilir. Kitabı basılıp yeni bir kitap yazma fikriyle heyecanlanan asker emeklisinin yeni bir hedefi olunca düşkünlüğü gitmiş, dinçleşmiştir.
“Miralay Bey o gece Necla’nın tahmini hilafına sevinçten ölmedi. Hatta ölmek şöyle dursun, ertesi sabah her zamankinden daha da dinç kalktı. … Buraya kadar hepsi iyi hoş… Lakin tadını aldı ya bir kere hazret, haftasına varmadan tutturmaz mı ille bu sefer de ‘Bir tarih-i harp kaleme alacağım’ diye…” (sf. 66)
Onun eski bir Osmanlı askeri olması dolayısıyla yazar, hikâyede bol bol eski kelime ve tamlamalara yer vermiştir. Yaşlılığın yanı sıra insanların çıkarcılığından da bahsetmek gerekir. Miralay Bey’i aydan aya ziyaret eden, asker aylığının yarısını çarpıp giden kızı; babasının kitabının olmayan gelirinden de pay almak ister.
Yazar, insanların ne kadar kurnaz ve aç gözlü olabileceğini, bu kısa hikâyede oldukça tanıdık bir biçimde işler.

Artırma hikâyesi, sergilere meraklı bir adamın, açık artırmada yaşadığı olayları anlatır. Anlatıcı okurla konuşur gibidir, dolayısıyla onun fikir ve düşüncelerinin muhatabı doğrudan okurlardır.
Anlatıcı, öncelikle, artırmalara olan merakından ve buralardaki eşyaların en çok kendisi tarafından kıymetinin bilineceğinden bahseder. Başta nazlanıp almak istemediği eşyaların daha sonra bir başkası tarafından alındığını gördüğünde ise içten içe bir kıskançlık hisseder. Anlatıcı buradaki kıskançlığının, tam olarak bizim anladığımız şekilde olmadığını ısrarla vurguladıktan sonra onun bu hislerini anlayabilmemiz için bizlere bir hikâye anlatır. Çünkü kendisi de aslında ne demek istediğini tam olarak anlayamamaktadır. İnsanın bir şeylere sahip olma içgüdülerinin ne şekilde perçinlendiğini de bu yolla görmüş oluruz.
“Elimi uzatsam benim olacak bir vazoya sırt çevirip başkasına kaptırınca, onu benden çalınmış saymak neden?.. Kendi densizliğimden…” (sf. 69)
Anlatıcı, yaşadıklarını anlatırken bir yandan kendisini keşfeder, bu yolda bizim de onu tanımamıza olanak sağlar. Gittiği artırmada, eski sevgilisinin de kızı ve kocasıyla birlikte oraya geldiğini görür. Hikâyenin bazı yerlerinde “Gözlerle konuşma” şeklinde eski sevgilisi Fahrünnisa ile kendi içinde yaptığı konuşmalara yer verir. Bu kısımlarda aslında elde etmek istediği, isteyip istemediğini kendisinin de bilmediği, sahip olma sorumluluğunu alamadığı şeyin Fahrünnisa olduğunu alttan alta anlarız. Çünkü anlatıcı, hayatta her şeyi artırdığını fakat hiçbir şeye sahip olmadığını dile getirir. Tıpkı sevgilisini elinde tutamadığı gibi diğer her şey de elinin ucuyla tutmuş, tam manasıyla sahip olamamıştır.
“Ben arttırmacılık oynayan bir adamım. Şimdiye kadar neyi tuttumsa hep iğreti, parmaklarımın ucuyla, hemen, kolayca bırakabilmek için tuttum. Hürlüğümü korumak için bağlanmaktan korkup hep kopmaya kopabilmeye baktım.” (sf. 82-83)
Anlatıcı, artırmada kendisini oraya, o insanların yanına yakıştıramadığı gibi hayatta da bir yere ve bir şeye ait hissedememiştir. Artırmada da ne istediğini bilmediği gibi hayatta ne istediğini bilmez.
Bu hikâye; hür yaşamayı seven, kişilere ve eşyalara bağlanmaktan korkan, hayatta hiçbir şeye sahip olamayan bir insanın; bir artırmada kendisini keşfetmesini anlatmaktadır. Bir yandan anlatıcı kendi hikâyesini anlatırken diğer yandan yazar, anlatıcının gözlemleri vasıtasıyla oradaki çeşit çeşit insanları, görgüsüzlükleri ve görgü anlayışlarını mizahi bir dille bizlere aktarır.
Bahsettiğim bu öykülerin tamamı mizahi ve alaycı bir dille yazılmış olsa da hepsi birbirinden farklı insanların bildiğimiz, gördüğümüz ve belki de aynısını yaşadığımız hayatlarından kesitler sunar. Cinsellik, kadın-erkek ilişkileri, bürokratik ilişkiler, geçmişe duyulan özlem, yaşlılık hâli, politikanın yaşamımıza etkisi ve zaman algılarının yer aldığı bu hikâyeler, hayata başka başka pencerelerden bakmamızı sağlar.
Tüm alıntılar: Haldun Taner, On İkiye Bir Var, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2023, İstanbul