
Melike Sönmezer
Okumaya başladıktan hemen sonra çeşitleri ayırt etmeden her türü okuyup kendi içinde kategorize ederiz. Benim için o kategorilerin içerisindeki can yeleği öykülerdir. Uzun zamandır okumadığımda ya da hayatımın içerisinde çok yoğun ve stresli bir dönemden geçiyorsam mutlaka bir öykü okurum. Öykülerde şifalanırım. Bu nedenle yeni çıkan öykülere mutlaka göz atarım.
Böyle bir günde her kitapçıda Melisa Kesmez’e rastlıyor fakat bir türlü tanışamıyorduk. İlk tanışmamız son çıkan kitabı Küçük Yuvarlak Taşlar ile oldu. O kitabı gerçekten tek oturuşta bitirip boğazımda bir yumru ile kalkınca hemen diğer öykü kitaplarını okumak üzere listeme ekledim. Aralarına farklı kitaplar koydum ki tadı çabucak bitmesin, etkileri baki.
Nohut Oda Melisa Kesmez’in 2019 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı almış öykü kitabı. İletişim yayınlarından çıkıyor.
Gaston Bachelard’ın çok sevdiğim bir sözü ile başlıyor: “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.” Oldukça derin ve vurucu bir cümle. Zaman zaman yaşadığım olayların ardından kabuklarım değişiyor diye betimlerim. Bu öyküler tam da insanın kabuğunu değiştiren bir yerde. İçerisinde beş farklı öykü var.
İlk öykü Kalanlar. Tam da günümüzün elle tutulmayan bir sarmaşık gibi hayatımızı saran bir konu. Hepimizin hayatında farklı şehirlere, yok yapamıyorum deyip bambaşka kıtalara evleri olsun diye yola koyulan arkadaşlarımız vardır. -Kim bilir belki bu kişi sizsinizdir- gitmekle kalmak arasında kalmış, en yakın dostunun yepyeni hayatına yolcu oluşunu anlatıyor bu öykü bize. Tam olarak her gün gördüğümüz birinin hikâyesi. Derme toplama bir evi, sonradan hayatına katılan bir kedi. O kadar sade o kadar yalın alelade bir hayat. Ama bu sade hikâyeyi öyle güzel ilmeklerle işliyor ki Kesmez, gözlerim o yalnızlığın melodisi ile doluveriyor. Bunu sadece sözcüklerle yapması bambaşka bir meziyet.
İkinci öykü, Son Bir Çay. Başlığı zaten oldukça yarım kalan bir şeyleri birleştirmeye yönelik bir hareket. Biz toplumca çayı severiz, çay içerek çözemeyeceğiz herhangi bir durum bilemiyorum. Aşkı yarım kalmış bir kadın ve erkeğin hikayesi. Annesini kaybeden erkeğin annesini kaybettiği o geceyi yalnız geçirmemesi için eski sevgilisi ile geçirdiği bir gece. Duyguları o kadar yoğun ki…
Eski mobilyaların arasında, yıkanmamış bulaşıkların eşliğinde bir ilişkinin hesaplaşması.
Üçüncü öykü, Annemin Çadırı. Bu öyküyü okurken, olayların yazarın bizzat başından geçtiğine inanıyorum. Sonra bir dakika diyorum kendime, kurmaca, okuduğun gerçek olabilir ya da tamamen kurgu da olabilir. 1999 depreminde evine giremeyen bir aileyi anlatıyor. Anne, baba ve bir kız çocuğu. Klasik bir çekirdek aile. Hikâyedeki en vurucu kısım, herkesin depremin ardından kendini sokağa attığı zaman annenin baba ve çocuktan önce dışarıda bir parkta olması. Üstelik üzerinin can havliyle değil de baya ayakkabılı hırkalı çıkması. Herkes depremin ardından uzun bir süre evlere girememiş, parkta kurdukları çadırda konaklamış. Buraya kadar bilmediğimiz bir olay yok. Kış gelip herkes evine ya da başka bir yere geçip konaklayınca bizim baba ve kızı da evlerine geçiyorlar. Anne depremi bahane ederek çadırda yaşamaya devam ediyor. Öyle ki yandaki marketten elektrik alıyor, çadırın önüne masa, sandalye onun üzerine çiçekler koyuyor. Resmen kendine bir ev yaratıyor. Hepimizin okuduğu, izlediği kadın figürünün dışında bir kadını anlatıyor bize. Dışarıdan bakılınca toplumsal normlara çok uygun, fakat bulunduğu evde mutlu olmayan bir kadının sessiz isyanını anlatıyor.

Dördüncü öykü, Görüşürüz.
Görüşürüz, bence yarım kalan durumları çağrıştıran bir kelime. Görüşürüz, zaman belirsiz, hikâye devam ediyor belli.
Bu öykünün teması başka bir kadına âşık olup ailesini bırakan bir baba ile kızının hikayesi. Öyle alışılmış acıklı bir yerden anlatmıyor ama Melisa Kesmez. Kış sabahının keskin bir soğuğunun yanağına değdiği gibi bir sızı bırakıyor. 9 yıl önce bir misafir gibi ablasının düğününde babasını gören yetişkin bir kadının babasını rüyasında görmesini anlatıyor, babanın taksiye binip aleladede verdiği bir sözün evlatların hayatına nasıl etki ettiğini, “görüşürüz.” Ölümlü bir canlının belki de tutmayacağı bir söz. Verdiğimiz sözlere dikkat etmeliyiz, hele de geride bıraktığımız çocuklarımızsa, çok dikkat etmemiz lazım.
Beşinci ve son öykü Kız Kardeşim Handan. Bu öyküyü okurken mola verdiğimi belirtmem lazım. Kitap, adını tahminimce bu öyküden alıyor. Çünkü nohut oda kadar bir evin, o evdeki hayatın hikayesi. Annesini ve babasını kaybeden iki taşralı kız kardeşin hikayesi. Küçük kardeş bir şekilde kabuğunu kırıp kasabada kuaförlük yaparak hayata tutunmayı tercih ediyor. Fakat ablası Handan, bildiği ilk ve tek rol modeli annesinin izinden gidiyor. Annesi bedenen öldüğü andan itibaren Handan da ruhunu öldürüp fiziken, ruhen annesinin yerine geçiyor. Yıllarca annesinin elbiselerini giyiyor, saçlarını annesi gibi kestiriyor, o evden çıkmadan yıllarını dolduruyor. Handan aslında hepimizden birer parça taşıyor. Kendini bulmak zor bir yolculuktur. Bazen hepimiz en yakınımızdaki doğru(?) insan olduğunu düşündüklerimizi taklit ederiz. Bu bizde örtük ya da açıkça bir benzerlik güdüsü yaratır. Handan’ı anlamaya çalışırsak, kendimizi kime benzetmeye çalıştığımızı fark ederiz.
Öykü kitabının içindeki tüm öykülerin ortak noktasının, içimizi kanırtan, düşünmekten korktuğumuz duyguları gayet yalın bir dil ve gündelik hayattan aldığı olaylar zincirlerinden oluştuğunu söyleyebilirim. Okuduklarımı bir arkadaşım anlatıyor gibi inanıyorum, hatta bazen yazar yanımda olsa da “Bu kişiler gerçek mi?” diye sorsam dediğim çok anlarım oldu.
Kalemi akıcı, gözlemi güçlü bu öyküler okunası, hisler yolcuğuna çıkılası bir yol arkadaşı.