.

Zindan Karanlığını Aydınlatıp Tel Örgüleri Aşan Ses: Ateş Hırsızları Söylencesi

emırhan-oguz-ates-hırsızları-soylencesı-sıır

Aytuğ Tolu

“Şu ak kâğıt şu kara kalem

unutmaz belleği, yaşadığımız tanıklığın

yazıtsız gömü taşı, bir pusula, bir teşhis tutanağı

yazılmamış şeyler vardır/ ben

acıyla eğildim yüzünüze

                                                                                               susmayın!” (Oğuz, 1998: 59).

Emirhan Oğuz’un Ateş Hırsızları Söylencesi adlı şiir kitabı numaralandırılmış şekilde bin adet olarak 30. yıl özel baskısıyla 2018’de Ayrıntı Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. İçinde kitapla aynı adı taşıyan bölüm dahil olmak üzere dört bölüm bulunuyor: “Derin Akışlı Su”, “Ateş Hırsızları Söylencesi”, “Bir Akşam Kente Dönmek”, “Ay Sürgünü”. 171 sayfadan oluşan kitapta 32 şiir mevcut. Yılmaz Aysan’ın çizimleri şiirlerin izleklerine uygun şekilde kitaba yerleştirilmiş. Emirhan Oğuz’un şiirleri 12 Eylül darbesinin toplumsal sonuçları ve yansımaları üzerine kurulu olup cezaevinde yazılmış şiirlerdir. Şiirlerinin altında yer ve zaman bilgisi bulunur.

“Bu kitapta sen varsın” ithafı okuyucuyla bütünleşme amacını taşıyarak şiirlerin geneline yayılan özne inşasının temelini oluşturur. “Ben” anlatıcı olan şair, “biz” öznesine doğru söylemlerini genişleterek şiirini toplumsalın üzerine kurar. Bu, parçadan bütüne ulaşma çabası bireyi toplumsal şartlarından bağımsız bir özne olarak ele almayışın yansımasıdır. Bu kavrayış biçiminde bireyi; aile, dostlar, arkadaşlar, işçi sınıfı bütünler; birey onların bir parçasıdır. Analarımız şiirinde, 12 Eylül döneminde, İstanbul cezaevlerine çocuklarının görüşü için gelen kadınlar betimlenir. Yılları bulan görüşe gelme eylemi tutsak annelerinin saçlarına ak düşmesine ve göz altlarının kararmasına neden olur. 12 Eylül’ün yarattığı bir tahribat da aile bütünlüğünün parçalanmasına yol açmasıdır. Şairin “analarımız” diyerek tüm tutsak annelerini sahiplenmesi, onların yüzlerini “güzel” diye betimleyerek yüceltmesi dikkat çekicidir.

“Saçlarına ak düşmüş, kararmış göz altları

kaç yıl var ki alemdağ metris sağmalcılar

                                   analarımız

kim inkâr edebilir: güzelim yüzlerine her salı

kanat düşürür de rüzgâr… kuş olup uçsa oğulları” (Oğuz, 2018: 41)

Bir sonraki sayfada yer alan Babalar şiirinde ise tutsak babalarının durumundan bahseder. En sert kışta ve en kavurucu sıcakta görüşe gelen babaların oğul hasreti ve aydınlık bir ülke düşü vardır. Kışın sertliğine, yazın kavurucu sıcağına rağmen babaların görüşe gelmesi oğullar için hayatın en zorlu koşullarını göze aldıklarına işarettir, hayatın zorlu koşulları şiire tezat kavramlar aracılığıyla girer. Babaların sadece oğulları değil, onların mücadelesini ve ideolojisini de sahiplenmesi şair tarafından cezaevinin içi ve dışı arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır ve ideoloji, mekân engelini aşar. Oğulların düşüncelerinin babaları tarafından sahiplenilmesi şiirin öznesine motivasyon kaynağı olur.

“Hem karakışta, hem sıcağında temmuzun

ocakta ateş cılız, ağaç da gölge vermez

                                   babalarımız

nedir ki donduran ayaz, kavuran güneş nedir

elleri oğul hasretinde… düşleri kar çiçeği bir ülke” (Oğuz, 2018: 42)

Tütün I. Cilt şiirinde mücadele yolunda söylenen türküler aydınlık ülke düşünün kavramlarıyla örtüşerek “berrak” ve “yalın” diye nitelenir. Şiirin öznesi mücadele arkadaşlarına vasiyet bırakır, sahiplenilmeyi ister. Yazdığı şiirlerden her gece birinin okunmasını, kendisinden bir ses kalması için vasiyet eder. Sesin sahiplenilmesi, yaşamın ölümle sona ermeyerek öznenin bırakacağı eser vasıtasıyla hayata yüklenin anlamın sürmesini sağlar. Bu da varoluşu anlamlı kılmanın bir yoludur. Vasiyet bıraktığı arkadaşlarına “kardeşler” diye hitap etmesi ideolojik çevrenin büyük/geniş aileye doğru evrilmesidir. Kitaba adına veren ve nehir şiir özelliği taşıyan bölümde “ateş hırsızları” dediği açlık grevi yapan tutsakları “kardeşim” diye sahiplenmesi yine parça-bütün ilişkisinin diyalektik kavrayışla genişletilmesidir.

“kardeşler

dönsem de dönmesem de

bir ses kalır benden

koruyun onu

çoğaltın” (Oğuz, 2018: 44)

Emirhan Oğuz’un şiirlerindeki bir başka genişleme de önce cezaevinden şehre, sonra şehirden ülkeye ve ülkeden yeryüzü halklarına doğrudur. Parçadan bütüne ulaşma cezaevinden taşan türkülerin inşaat işçilerine ulaşması ve inşaat işçilerinin sesleriyle buluşmasıdır. Bu noktada inşaat işçilerinin çalışma hayatı sahnelenerek onların çalışma hayatlarındaki bir günü canlandırılır. Cezaevi duvarının diplerinden yürüyerek inşaata gidişleri, tere batan gömleklerinin düğmelerini çözmeleri, çalışma biçimleri öyküleyici anlatımla aktarılır. “Güzel” olduğu koyu puntolarla yazılarak eller üzerinden emek yüceltilir. Orhan Hançerlioğlu’nun (1995) belirttiği gibi insanın evrim sürecinde el-dil-beyin birlikteliği gelişmesi, düşünceden eyleme eller aracılığıyla geçilerek üretim kapasitesinin artmasını sağlar. Üretim sürecine ve ortaya çıkarılan ürüne de dil aracılığıyla ad verilir. Türkçede ellerle ilgili çok sayıda deyim ve atasözü bulunması emeğe işarettir. Elleri/emeği yüceltilen işçilerin sıla türküleri söylediğine değinilerek işçilerin kırdan kente göçü vurgulanır. İşçi gurbettedir, emek ise üvey evlattır. Köyünü bırakıp kente gelenlerin emeği sömürülür, geldikleri kentler ise “eylül kentleri” olarak adlandırılır, taşı toprağı altın (İstanbul) olan kentte emek ve iş gücü “ucuzdur”, 12 Eylül darbesi emek mücadelesini baskıladığından işçi emekçilerin hak arama yolları da kapanır.

“hani kuş uçmaz kervan geçmez bir ince tezek dumanı olan sılamızı

Hani bırakmışız da sırtlayıp alın yazımızı

Göçmüş gelmişiz şu taşı toprağı altın

                                   Şu emeğimiz haraç mezat eylül kentlerine” (Oğuz, 2018: 82)

Şalteri indiren işçinin de onlar için mücadele eden haziran ateşçilerinin de yolları tanklarla kesilip mücadele alanları/meydanlar kapatılır. Bu engel ve baskı ortamı ise sıkıyönetim ve 12 Eylül’ün ürünüdür.

“ve düşünüyorum da şimdi siz birlikte harç kardığınız o yerlerden

somunlarınızda zeytin çekirdeği tabakanızda küflü tütün

tere batıyor ensenizdeki mendil

siste bir yankı gibi geçiyorsunuz duvar diplerinden…

duyuluyor, bir işçi düğmelerini çözüyor ağarmış gömleğinin

çengel iğneyle iliştirilmiş, fanilasının omzunda alaca muskası

gün boyu ellerini tükürüklüyor beton döküyor kalıplara

ve sonra kampana çalınıyor, öylece bırakılıyor mala ve çekül, şantiyede akşam oluyor…

(…)

sizin elleriniz ne güzel eller, damaklarınızda sızlıyor acı tütün

sıla türküleri söylüyorsunuz

ve koşup geliyor soluğunuz

tecritlerden taşan sesine türkümüzün” (Oğuz, 2018: 84)

Emirhan Oğuz’un şiirlerinde zaman ve mekân algısı kapitalist üretim biçiminin sömürüsü tarafından şekillenir. Zaman; güneşin fabrika duvarlarına düşmesiyle günün başlangıcı, inşaat işçilerinin çalan kampanayla işini bitirmesi gün bitimini şeklindedir. Lewis Mumford’un belirttiği gibi zemberekli saatlerin icadıyla kapitalizmin seyri arasında ilişki bulunur: “Modern endüstriyel devirde anahtar rolü oynayan makine buharlı motor değil, saattir. Saat, gelişiminin her aşamasında hem makinenin en çok göze çarpan gerçeği hem de tipik sembolü olmuştur. Bugün bile diğer hiçbir makine onun olduğu kadar baskın bir şekilde dünyada var olmamaktadır.” (Mumford, 2017: 26).

1950 sonrasında tarımda makineleşmenin etkisiyle kırdan kente göç akını başlar. Kentte tutunmaya çalışan insanlar kent merkezine uzak bölgelerde gecekondu semtleri kurar. Kentin düzenlenişi gelir düzeylerine göre şekillenir. Gecekondu mahalleleri ve yaşamları kısa bir sürede sosyolojide ve edebiyatta işlenmeye başlar. “çamurlu bir gecekondu semtinde bu kentin” (Oğuz, 2018: 30) dizesi gecekondu semtlerini şiire taşır. Fabrika yolları, gecekondular ve çıkarılan yıkım kararları kentin sınıfsal açıdan düzensiz yapısını yansıtır. Portakal Kabukları şiirinde bu durum koyu puntolarla yazılan ve fabrika çıkış düdüğü anlamına gelen “suena la sirena” şeklindeki nakaratla temsil edilir. Fabrika çıkış düdüğünden sonra işçilerin yorgun ayaklarının izleri kentin uzak sokaklarında akşam karanlığına karışır.

suena la sirena

kar yağıyor kar

kentin uzak

uzak sokaklarına

suena la sirena

yorgun ayak izleri

dağılıyor günün

akşam telâşına

(…)

suena la sirena

bir işçi elinde yiyecek filesi

savuruyor sigara izmaritini

kaldırımdaki kar tabakasına” (Oğuz, 2018: 133-134)

Gecekonduların yıkım tehdidi karşısındaki durumu Mayıs Mahallesi’nde Sabah Şarkısı şiirinde tasvir edilir. Evlerin sıvası döküktür, gecekonduların yapıldığı günler mahallelinin belleğinde anı olarak kalır, fabrika kızları otobüs durağındadır. Kurumuş dere yatağında hışırdayan kavaklar ve şiirin öznesinin kalbinin eylül ölülerinin alnında kuruyan kan lekesi olduğunu dile getiren dizeler, yıkımlar karşısında tutsakların mahalleliye yardım eli uzatamadığını ve bunun da nedeninin 12 Eylül darbesi olduğuna gönderme yapar. Öznenin, yanında olması gereken yerin, işçilerin yaşadığı gecekondu semtleri olduğu açık hâle gelir. Sınıfsal bir duruşla, tekil özneden toplumsala geçiş söz konusudur.

“erik dalı

erik dalı

değdi sıvası dökülmüş

duvarına gecekondunun

(…)

anı çınıltısı

anı çınıltısı

alnını cama dayadı, üç dam

kondu mu yapmıştık dedi

çamur çırpı harç kararak

yıkım sabahı yıkım sabahı

(…)

kalbim, kuruyan kan lekesi

eylül ölülerinin alnında

(…)

otobüs durağında fabrika kızları” (Oğuz, 2018: 135-136)

12 Eylül döneminin gözaltı koşulları işkencenin şiirle kayda geçirilmesine kapı aralar. Elektrik verilerek gözaltında “konuşturma” yöntemini şiirin öznesi öyküleyici anlatımla aktarır. Giz şiirindeki özne kendisinden istenilen bilgiyi sır olarak saklayarak işkenceye dayanır. Kendisinden istenen bilgiyi/kişi adını “karagül” diye simgeleştirerek işkencede şairliğinden gelen dil kullanımı devreye koyar. Öznenin iç konuşmaları paranteze alınarak aktarılır. Parantezde kalan zihindekidir. Şiirin sonunda şairin ve sorgucunun dili arasında ayrım yapılarak ironiye başvurulur. Bu bağlamda Todavia Cantamos şiirinde işkenceciler “onlar işkenceyi sunuyor/ tuzu ve kirlenmiş irini/ pası ve sasımış kanı” (Oğuz, 2018: 55) dizeleriyle tanıtılır. Bu noktada her iki şiirde de “biz” ve “onlar” net şekilde ayrışmış karşıt öznelerdir, diyalektik bir sürecin sonucu olarak karşıtlar savaşım hâlindedir. “Biz” şair olan, kitap okuyan, aydınlığı savunan, şarkı söyleyen, güzelliği isteyen; “onlar” ise “biz” öznesinin savunduklarının karşısında konumlanan, kötüyü ve çirkini isteyenlerdir. Giz şiirinde işkencenin şiir öznesi üzerindeki etkisi şu şekilde aktarılır:

“O’na

karagül gül diyorsunuz

            dedi adam

o’na karagül diyoruz

            dedim

Neden… diye sordu biri

karanlığın içinden

sustum

ateşten bir ırmak gibi etlerimden

damarlarıma akıyordu elektrik

(…)

Sen bilmiyorsan

bilen birini söyle

            dedi adam

Hücrelerim dikenli tel yumakları gibi

savruluyordu kasıklarımla beynim arasında

(o’na karagül diyenler

Her çiçeğe yeni bir ad yaraştıranlardır

… diye düşündüm)

(…)

Rüzgâra söylemiştim, rüzgâr biliyor

                                   dedim

Koştular, rüzgârı yakalamaya gittiler

zincir

kelepçe

tüfek

şair değildi hiçbiri

elleri boş döndüler” (Oğuz, 2018: 47-48)

12 Eylül döneminin ağır işkencelerinin başka bir boyutu da medya üzerinden halka yansıtılanlardır. Emirhan Oğuz, bu durumu şiiri aracılığıyla kayda geçirir. İşkencede çözülen kişilere değinir. İşkenceye direnenleri de işkencede çözülenleri de medyanın, gözaltında/sorguda politik insanların birbirini ele verdiği şeklinde haber yapmasına değinir. Uzun süren işkence süreci, medyanın haber dili, gözaltındakilerin tutumu ve durumu onun şiirinde birleşir.

“boy boy asmışlar beyaz cama doksan gün enkazı çehremi

çok sayıda yasaklanmış yayın ve dürbün ve matara ve parka ve zahire

etin zayıflığındandır kim bilir uzun gecelerin kararsız bir vaktinde

türkümüzü unutanlar olmuştur damarları kanırtan cereyan cehenneminde

direncimi dipsiz kuyulara attılar allahsız ve kimliksiz ve yoldaşsız bir ceset olarak

ve fakat çoğu birbirini ele vermek sûretiyle

            diye okudular zayıflığımı bültenlerde” (Oğuz, 2018: 76).

Emirhan Oğuz’un şiirlerinde yerelle evrensel, sınıf mücadelesi ve ezilenlerin tarihi, ortak bir zeminde buluşturulur. Parçadan bütüne doğru ilerleyen genişleme hattında önce Anadolu tarihi, sonra diğer ulusların tarihi devreye girer. Bu aşamada ortak kökten, mücadele tarihinden ve onun tarihi kişiliklerinden ve tarihe damgasını vuran olaylardan beslenme söz konusudur. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Demirci Kava, Nesimi, Hasan Tahsin, Mustafa Suphi ve Maria gibi mücadeleci karakterler; 6 Mayıs idamları, Nevruz alanları, işçi direnişleri, işkenceyle özdeşleşen Sansaryan Han, 1 Mayıs 1977 işçi katliamı, Anadolu halkının bağımsızlık mücadelesi ile şiirin öznesinin politik mücadelesi birbirinin ardılı olarak yansıtılır. Kendi politik mücadelesini kendinden önceki kuşakların ve geçmiş çağların mücadelesine eklemler. Mücadeleyi tarih içinde bir döneme yerleştirdikten sonra ikinci genişleme coğrafi düzlemde gerçekleşir. Vietnam Savaşı ve Vietnamlıların yurt mücadelesi Ho Amca’nın Şiirleri’nde işlenir. Latin Amerika halklarının anti emperyalist mücadelesi Che ve onun ölümü üzerinden anılır. Filistin’in sürgünlüğü ve Beyrut direnişleri, gözaltına alınarak ve kaçırılarak çocukları kaybedilen Arjantinli annelerin Plaza De Mayo mücadelesi Emirhan Oğuz’un şiirinin yayıldığı coğrafi alanlardır. Şairin söylemleştirdiği politik mücadelenin ezilen ve sömürülen halkların atlası içinde yer bulması bu gerçeklerin şiire taşınmasıyla tamamlanır. Ateş hırsızlarının verdiği mücadelenin tarihte ve coğrafyada yer edinmesinin nedeni de şair tarafından “haklı kavgalar” söyleminden kaynaklanır. Farklı tarihlerde ve coğrafyalarda ezilenlerin ve sömürülenlerin verdiği mücadeleyle ateş hırsızlarının verdiği mücadele “haklı kavganın” eseridir. Bu haklı kavgada Vietnamlı kız çocukları ve savaşın ortasında büyüyen Filistinli çocuklar da anılır.

Tarihe ve coğrafyaya yerleşen “ateş hırsızlarının söylencesi” nehir şiir olarak kitabın ikinci bölümünde kayda geçirilir. 12 Eylül darbesinin gözaltı, işkence ve cezaevlerindeki baskı süreci betimlenir. Uzun sorgulama süreçleri, idamlar, “vur emriyle” arananlar, cezaevi görüşlerine getirilen yasaklar ve kısıtlamalar, cezaevlerindeki yaşam koşulları temel izleklerdir. Tarihsel bir gerçek olarak döneme damgasını vuran gelişmelerden biri de politik mahkumlara “tek tip elbise” giydirileceğinin gündeme gelmesidir. 1984’te İstanbul cezaevlerindeki siyasi tutsaklar bu uygulamaya karşı çıkmak için çeşitli eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerden biri de süresiz açlık grevleridir. Tek tip elbise uygulaması karşısında diyalektik bir süreç olan karşıtların birliği ve mücadelesi devreye girer. Açlık grevleri, süresiz açlık grevlerine dönüştürülünce bu eylem, dört kişinin ölümüyle sonuçlanır. Kitaba adını veren “Ateş Hırsızları Söylencesi”nde açlık grevleri anlatılır. Şiirin öznesi grevlerin içinde yer alan bir tutsaktır. Aynı yıllarda İrlanda cezaevlerinde siyasi tutsakların gerçekleştirdiği açlık grevleriyle ateş hırsızlarının mücadelesi şair tarafından kurulan dizlerde buluşturulur. Cezaevi öncesi militan yaşam, “vur emriyle” aranma süreçleri, sorgu ve işkence günleri, cezaevindeki yaşam koşullarına değinildikten sonra açlık grevi epik üslupla kayda geçirilir. “Uzun açlıkların ortasındayım” nakaratıyla zorlu geçen açlık günleri, ölüme yaklaşma anlarındaki psikolojik durum şu şekilde betimlenir:

“uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden

Hep aynı çınıltıyla açılıyor mazgal, açlığımı soruyorlar apoletlerinin içinden

Ekmek kokusu sarmış koridoru ekmeğin mayası tuz kabuğu kül

Sürükleyerek taşıyor gardiyan, hışırtısı midemi deliyor” (Oğuz, 2018: 79)

Uzun açlıkların ortasında geçen ve ölüme yaklaşılan günler “uzun ölümlerin şafak vaktiyim benim yıldızım hangisi” dizesiyle sorgulanır. Yıldız kaydığında, bir insanın ölümünün gerçekleştiğine dair halk inancından yararlanılır. Bu bağlamda şair kendi yıldızının hangisi olduğunu merak eder çünkü ölüm sınırına yaklaşmıştır. Uzun yollardan gelinip ölümcül açlıkların ortasında kalınması bir tür yeni bir yol ayrımına gelindiğini belirtir. Yaşamın ve mücadelenin bir yolculuk olduğu vurgulanıp bu yolculuğun hesaplaşmaları da içerdiği şu şekilde öyküleştirilir:

“çığlığın çığlığa çarparak büyüdüğü çağlardan gelmişim

gece silah sesleriyle kopmuş da geceden, gece afişlerinin kıyısında durup bakmışım

genç ölüler görmüşüm yaralarına yağmur sızan güzelim ölüler

çocukların oyun taşını kavurmuş toplu kırımların rüzgârı

pencereye çakılı gözlerini görmüşüm oğul yitirmiş anaların, iki buz yumağı

ve çığlığımızdan nasiplenen yol yorgunlarını görmüşüm

ışıltılı imgeleri korkuya adamışlar, mırıldanmışlar kendi sarsak acılarını

ben delifişek umutlarla yürümüşüm kırık çitli avlulardan haziran sabahına

(…)

gecede ölüm mahyası var bize vaat edildi işkence (Oğuz, 2018: 74)

Uzun ölümlerin şafak vaktinde olduğunu söyleyen özne “karanfil tarlasından üç yıldız” kaydığını dizeleştirir. Şiirin öznesinden önce ölüme yaklaşan hatta ölüm sınırını geçen başka açlık grevcisi tutsaklar vardır. Kendi yıldızının hangisi olduğunu soran özne, diğer yıldızların kaymasına tanıklık eder. Açlık grevinin 63. gününde ilk ölüm tarihe geçer. Hem içeride hem dışarıda yaşanan ölümlere uğurlama töreni yapamamak özne için kedere yol açar. Bu ölümün cezaevi yönetimince karşılanması şu şekildedir:

“yağmur çiseliyor usul, korkuyla açtılar hücre kapısını ben gördüm

diş fırçası, kalem ve havlu ve masada açık bırakılmış kitap

topladılar ondan geriye kalanı ve aynı korkuyla çıkıp gittiler

ve hiçbiri görmedi altmış üçüncü sayfasında kitabın

bir şiir notu vardı ay ışığının sarkacından usulca sağılıyordu gece” (Oğuz, 2018: 109)

“Ateş Hırsızları Söylencesi” bölümündeki her uzun şiirin sonunda ve ayrı bir sayfada bağımsız bir dize bulunur. Bu dize “ateşi çalmaya gittim” diye başlar ve sonu farklı bir ifadeyle tamamlanır çünkü temel eylem ateşi çalma yolculuğudur. Yunan mitolojisine göre tanrılardan ateşi çalan Prometheus, onu insanlara verir. Bu eylemi karşılık bir dağın tepesinde bağlanarak ciğeri kartallara yedirilir ve karaciğer olduğu için her gün eksilen parçası bir sonraki güne kadar yenilenir. Bu işkence döngüsü, karaciğer kendini yeniledikçe sürer. Ateş; bilginin, tekniğin, ilerlemenin simgesi olarak kabul edilse de bu konuda farklı görüşler vardır. Şair de haziran ateşçileri kabul ettiği siyasi tutsakları modern Prometheus olarak şiirin merkezine yerleştirir, “biz” öznesinin bileşenleridir. Anti kapitalist, anti faşist, anti emperyalist hattı örmeye çalışan ateş hırsızları sınıf mücadelesi verir. Çalınan ateş ise işçi emekçi sınıflara verilen sınıf bilincidir. Bunun karşılığında cezaevlerine kapatılarak mahkum edilirler. Prometheus anlatısı modern bir söylence olarak yeniden üretilir. Prometheus bir dağın tepesinde ciğeri kartallara yedirilerek, haziran ateşçileri ise cezaevlerine kapatılıp işkence yapılarak cezalandırılır. Yunan mitolojisinden 12 Eylül darbesine uzanan süreç coğrafya ortaklığında ve sınıflar mücadelesinde anlam kazanır: “ve helen yurdu ve sınıf uzlaşmazlığı ve anadolu ve evrensel kardeşlik” (Oğuz, 2018: 92). Prometheus’tan Anadolu isyan ve direniş tarihine, haziran ateşçilerine uzanan soy diğer halkların mücadelesiyle birleşerek evrensel bir aşamaya geçer. Tüm ezilen, sömürülen ve işgal edilen halkların öfkesi, öznesinin adalet savaşçısına dönüşmesine neden olur; “biz” adına hesap sormaya evlilen bir süreç yaşanır: “ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş gazabı olarak” (Oğuz, 2018: 103). Bu bağlamda haziran ateşçileri Prometheus’tan Nemesis aşamasına geçiş yapar. Ateş artık emekçi halkların kurtuluşu için çalınmaktadır ve onların uğradıkları haksızlığın neden olduğu sınıf kiniyle bu eylem gerçekleştirilmektedir. Tarihten ve coğrafyadan sonra ideolojinin kapsam alanı da genişler. Ateşi çalmaya gitme eylemi çetin bir yolculuğu içerir. Prometheus’un dağlara zincirli bileklerinden ateş çalınacaktır fakat zorlu bir mücadeledir. İkarus’un yanık kanatları Ahi Evran’ın çeliğiyle onarılır, Spartaküs kılıç ışıltısı ve Bedrettin’in ağaca asılı bedeni yolculuğa eşlik eder fakat bu mücadele geri çekilme eylemini de beraberinde getirir. Getirilecek olan sınıfsız ve sömürüsüz düzen mücadelesinde yenilgi de geri çekilme de zafer de kaçınılmazdır: “ateşi çalmaya gittim/ ve yenildim, ricat yollarından geri çekiliyorum bayraklarımı toplayarak” (Oğuz, 2018: 65). Yaşamın yolculuk ve ideolojik mücadelenin savaş olduğuna yönelik metaforik algı işler ve buna bağlı şu kavramlar devreye girer: yenilgi, kılıç ışıltısı, geri çekilme, bayrakların toplanması ve psikolojik/moral üstünlük. Her türlü zor aygıtının devreye koyularak baskının, sömürünün ve işkencenin hayata geçirilmesine rağmen umut diri tutulur: “bahara hükümlüdür kış/ kar yağar tipi boran/ gizlice kar altında/ kardelenler büyür” (Oğuz, 2018: 30). Umut, ideolojik (medya) ve baskı (cezaevi, yasal şiddet kullanımı, mahkeme) aygıtlarının tahakkümüne karşı diri tutulur. Bu aygıtlara umutla karşı koyuşun meşruiyeti “haklı savaşlar” verildiğine yönelik inanç ve kararlılıktan gelir.

Sonuç

Emirhan Oğuz’un Ateş Hırsızları Söylencesi kitabında yer alan dizeler şairin tanıklığı üzerine kuruludur. Bu tanıklık eylemsel bir düzlemde gerçekleşir. Yaşanılan tarih şair tarafından kayda geçirilir. Bu bağlamda şiire ideolojik bir işlev yüklenerek şiir araçsallaştırılır. Şiir, şair için hem sorguda hem de cezaevi koşullarında zorluklara karşı motivasyon kaynağına dönüşür. Emirhan Oğuz’un şiir yoluyla kayda aldığı olaylar, durumlar, kişiler hem kendinden önceki kuşakların hem de kendi kuşağının mücadelesini içerir. Bu yönüyle onun şiirleri tarihin, coğrafyanın, ideolojinin genişlemesi üzerine inşa edilmiştir. 12 Eylül sürecinden mitolojiye kadar uzanan tarih yolculuğu, Anadolu’dan diğer halkların yaşadığı ülkelere kadar uzanan rota, sınıf mücadelesinin evrensel niteliğine yapılan ideolojik vurgu tarih, coğrafya ve ideolojiye yönelik genişletme eyleminin sanat yoluyla işe koşulmasıdır. Belgesel şiir yeniden üretilir: 12 Eylül sonrası cezaevlerinin durumu basına ve halkın bilgisine kapalıyken Emirhan Oğuz yazdığı şiirlerle ifşa/teşhir eylemini gerçekleştirir. Onun için ideoloji belirli bir mekâna ve tarihe sıkıştırılamaz.

Anadolu kültüründen motifler ve türkülerden dizeler, dili farklı ulusların şarkılarından sözler, mitolojiler ve tarih şairin beslendiği kaynaklar arasındadır. Bu nedenle yerel ağızlara ve yabancı sözcüklere şiir dilinde yer verir. Biz öznesinin tepkisinin çoğaltılmasında “sesin sese çarpması” ifadesi gibi özgün sinestezik kullanımlar da şiir dilinde önemli bir yer tutar. Aynı şekilde ironi kullanımı da görülür. Şiirinin biçim özellikleriyle ilgili dikkat çeken diğer bir nokta da yapma destan formunun epik tarzda üretilerek uzun dizelere yer verilmesidir. Özellikle kitaba adını veren bölümde anlatıcı özne kahraman bakış açısıyla kendini gösterir, tahkiye kullanılarak şiir-anlatı sınırının izleri silik hâle getirilir. Şiirin öznesi “biz” öznesinin doğal parçası ve sözcüsüne dönüşen “tekil” bireydir. Bu noktada birinci tekil şahsın başından geçenler haziran ateşçilerinin öyküsüdür. Öykünün şiirin imkanlarından yararlanılarak kurulumu, Nazım Hikmet’ten beri süren toplumcu gerçekçi şiir geleneğinin bir ürünüdür. Kitabın adında “söylence” sözcüğü geçse de rivayet edilenler değil, tanıklık edilenler tanıklık edenin anlatımıyla kaleme alınmıştır, şairin de belirttiği gibi ak kağıda nakşedilen kara bir yazıyla. Şair, mücadelesini yürüttüğü halkın yüzüne acıyla eğilir; ondan beklediği ise susmamalarıdır. Bu yolculuk da şiir bir tepki aracıdır.

Kaynakça

Hançerlioğlu, Orhan. (1995). Düşünce Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Mumford, Lewis. (2017). Teknik ve Uygarlık. (Çev. Emre can Ercan). İstanbul: Açılımkitap Yayınları.

Oğuz, Emirhan. (2018). Ateş Hırsızları Söylencesi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.