.

Suat Derviş’in Gotik Öyküleri

Saadet Özen Dalkaya

18.yy’da İngiltere’de ilk olarak Horace Walpole’un The Castle of Otranto (Otranto Şatosu) (1764) romanıyla ortaya çıkan Gotik akımının Türkiye’deki hibrit örnekleri 1920’lerden itibaren Suat Derviş’in kaleminden yayınlanır. Hiç kuşkusuz, Alemdar gazetesinde 1920’de yayınlanan Suat Derviş’in “Hezeyan” adlı ilk kısa öyküsü arkasından gelecek diğer gotik öykü ve hikâyelerin habercisi niteliğindedir.

İlk bakışta, okuyucunun, bir genç kızın günlüğünün sayfalarına içtenlikle duygularını yazmasıyla oluştuğuna hükmettiği “Hezeyan”, ilerledikce ergen psikolojisiyle toplumun değer yargılarını anlamaya, yorumlamaya çalışan genç bir kızın içinde kaybolduğu varoluş bilmecesi ile makaleden beklenmeyen felsefi ve sosyolojik derinliğe ulaşır. Bir genç kızın karamsar duygularını ve korkularını ele aldığı, yalnızlık, aşk, yaşam, ölüm ve ilahi aşk temalarını kendi öyküsü içinde sorguladığı bu hikaye ile basının ve edebiyat dünyasının kapıları Suat Derviş’e uzun süre ardına kadar açılacaktır. 

“Hezeyan”da anlatılan bu ruh halinin, başta yazarın gotik öyküleri olmak üzere tüm  anlatılarındaki kadın kahramanlarının temel karakteristik özelliği olarak kalıplaştığını görürüz. Sevgisizlik içinde, akıntıya karşı boğulmadan hayatta kalma mücadelesi veren kadın kahramanlar, kâh Kara Kitap’taki (1921) Şadan, kâh Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923) romanında Zeliha, Buhran Gecesi’nde (1923) Zehra, ya da Fatma’nın Günahı (1924) hikayesinde Zeynep ile Fatma kimliği altında okuyucuyla buluşur.

Ne Bir Ses Ne Bir Nefes kitabının 1923 baskısının ilk sayfası

Suat Derviş’in gotik hikâyelerinin bu mağdur ve kurban kadın kahramanları, kendilerinden onlarca yıllar önce yazılmış, yayınlanmış Fransız “Roman Noir”larından fırlamış gibi yılların birikmiş acısını, dehşetini ve vahşetini birbirlerine aktarır gibidir.Hepsi hayatta yalnız kalmış, kimi hastalıklı, kimi kıskanç, kimi itaatkar, hepsi kapalı kapılar ardında yaşamaya mahkum, Guy de Maupassant’ın Un Vie ou l’humble vérité (Hayat ya da Sıradan Gerçeklik) (1883) romanındaki kadın kahramanı Jeanne gibi kendi mutluluklarını unutmuş kadınlardır.

Suat Derviş’in gotik öykülerinin kahramanları, gotik kurgunun olmazsa olmazı popüler kültürün bir parçası sayılan şiddet, kin, zulüm ve intikam duygularıyla hareket ederler. Ne Bir Ses Ne Bir Nefes’in Zeliha’sı kocası Osman’ı tasvir ederken “…Siyah ve sarkık bıyıklarıyla büsbütün ürkünç olan bu çehrede ne esrarengiz bir muammanın gölgeleri var. Kocamın iri gövdesinin üstünde bu muammalı başına, daim yüreğimde korkuya benzeyen bir hisle bakarım…”[1] der.

“Hasan sobanın karşısında ayakta duruyor. Kısacık boyu, arkasındaki kocaman kamburuyla bir tek mumun titrek ışığında ne kadar korkunç gözüküyor…”[2] derken Kara Kitap’ta, Şadan aynı korkuyu Hasan için tasvir eder.

Çiğdem Pala Mull, Gotik Romanın Kıtalararası Serüveni adlı kitabında korku ve dehşetin tekinsizliği nasıl somutlaştırdığını şöyle açıklar “Fantastik yazının ‘Ben’ izlekleri, insanın kendi içinde dışarıya kapanmasını, yabancılaşmasını gerektirir. ‘Sen’ izleklerinde ise dışarıdan bir kişiye karşı hastalıklı bir istek vardır. Gotik romanlarda sık sık ben ve sen birbirine karışır. Her iki izlekte de insanın kendi içinde var olan, ona tanıdık olan korkunun ve dehşetin, tekinsiz bir şekilde – beklenmedik ve bilinmedik bir şekilde- somutlaştığını görürüz.”[3]

Suat Derviş’in kadın ve erkek kahramanları gotik edebiyatın en önemli simgesi düaliteyi karşıt eylemleri ve karakterleriyle oluştururlar; Güzellik ve çirkinlik, iyi ve kötü, inanç ve güvensizlik, beden ve ruh, tüm bu karşıtlıkların buluşmasıyla meydana gelen estetik okuyucuda “Süblime” yani Tanrı’ya yaklaşma hissi uyandırır. Öyle ki Gotik edebiyatın iyi ve kötünün ebedi mücadelesiyle ortaya çıkan tekinsizlik Kara Kitap’ın Hasan-Şadan’ı ile Ne Bir Ses Ne Bir Nefes’in Osman-Zeliha’sının kişiliğinde vücut bulur.

Suat Derviş’in Hasan karakteri bazı fiziksel, ruhsal özellikleriyle Victor Hugo’nun 1831’de yazıp yayınlattığı Le bossu de Notre-Dame, adlı romantik romanın kahramanı Quasimodo’yla özdeşleşir. Toplum tarafından reddedilen Hasan da tıpkı Notre-Dame’ın kamburu Quasimodo gibi derinden hissettiği karşılıksız aşkı yüzünden acı çeker. Bu roman, 1875’te Azize Hanım tarafından Notre-Dame’ın Kamburu adıyla Osmanlıcaya çevrilerek okuyucunun beğenisine sunulmuştur.

18.yy’ın İngiliz gotik edebiyatının ürünleri roman ve öykülerde, dönemin karanlığı orta çağdan kalmış şato, dehlizlerle ve o döneme ait mitolojik semboller kullanılırken, Suat Derviş Osmanlı İmparatorluğunun yıkılma döneminde, İstanbul işgal altındayken yazdığı gotik öykülerinde mekân olarak doğanın içinde, şehirden uzak, bakımsız, kasvetli, aynı zamanda gizemli kır evlerini ve köşkleri seçer. Adeta İstanbul’un ve İstanbullunun içinde yaşadığı kaosu kentin uzaklarındaki kullanılmayan ya da nadiren kullanılan heybetini kaybetmiş konaklara taşır. Bu eski konaklar tüm “Kasvetliyle” yazarın gotik öykülerinin merkezine yerleşirken, etraflarını saran doğa tüm renk, koku ve huzur veren etkisiyle okuyucuyu pitoresk estetiğin büyüsüne davet eder.

Suat Derviş’in gotik hikâyelerinde kullandığı eski meskenler, aynı zamanda ailelerin hafızasını korudukları ve sakladıkları yerlerdir. Ancak bu eski konaklar sakinlerinin en zayıflarını ya kabusla ya da rüyayla incitmiş, tehdit etmiş ve içine hapsetmiştir. Suat Derviş’in kadın kahramanları bu bakımsız kasvetli labirent gibi çok odalı sarayların, konakların, köşklerin içinde tutsak gibi yaşarlar. Freud’a göre, işlevi ne olursa olsun ev, her şeyden önce tarihi bir mekandır ve “Unhemlich” yani “Tekinsizlik” duygusunun merkezidir.

Derviş’in, Anadolu’da yaygın mitolojik inanç ve yaratıklarla ustalıkla harmanladığı Buhran Gecesi’nde korku, kıskançlık gibi aşırı duyguların neden olduğu tekinsiz olay örgüsüyle, öykünün kurgusu doğadışı ve olağanüstü detayları birleşerek okuyucuda merak ve ilgi artırarak “Süblime” yani “Yücelik” duygusunu uyandırır. Suat Derviş Buhran Gecesi’nde iblis tarafından kandırılarak kocasını öldüren Zehra’nın intihar etmesi üzerine gelişen olayları Zehra’nın kuzeni Nedim’in anlatımıyla okuyucuya aktarır. Arafta tutsak kalan Zehra’yı çok sevdiği eşiyle buluşturacak tek kişi, Zehra’nın ruhunu görüp, hikayesini dinleyen Nedim’dir.

Suat Derviş, öykülerinde gerek kullanılan mekânın karanlık atmosferiyle, gerek kar, rüzgâr, fırtına gibi coğrafi olaylarla, gerekse kahramanlarının engellerle dolu hayat hikâyeleriyle korku ve endişeye elverişli ortamlar yaratır. Kahramanlarındaki korkuyla birlikte yılgınlık ve umutsuzluğun nedenlerini anlamak için alegorik okumaya teşvik eder. Suat Derviş, gotik öykülerinde yarattığı Hasan, Osman, Zehra, Kemal, Zeliha ve Şadan karakterleriyle, toplumun “yabancı” ile kurduğu soğuk ve dışlayıcı ilişkiden kaynaklanan yıkımı, farklılığı şeytanlaştırarak gösterir. Suat Derviş’in gotik eserlerinde Türk-İslam kültürünün bir parçası olan “Kader” sıklıkla vurgulanır. Şehir ve kır hayatı, pozitif ve gerçekçi bilgiye karşı ezoterik bilgi, iyi ve kötü, eski ve yeni, hatta modernizm ve muhafazakarlık gibi karşıtlıklar öykülerinin öne çıkan simgeleridir.

Yazar romanlarında hasta, sakat, ya karşı cinsle sıkıntılar yaşayan, ya da cinselliğini kaybetmiş, psikolojik problemli, toplum tarafından dışlanmış karakterleri öne çıkararak insanın karanlık ve hastalıklı iç dünyasını, bilinçaltını irdeler. “Süblime” ya da “Yüce”nin estetiğini yaratmak için anlatı boyunca doğanın tüm güzel, sonsuz, dinlendirici sakin yanını hem de fırtınalı, kasıp kavuran, yok eden karanlık ve uğursuz yanını eserlerinde çok iyi yansıtır.

Tzvetan Todorov, Introduction à la littérature fantastique, (Fantastik Edebiyata Giriş) adlı kitabında “Fantastiğin gerçekle hayal arasında okuyucuyu kuşkuya düşürecek yeni bir türünden,”[4] bahseder. Kara Kitap’ta Hasan’ın hayaleti tarafından öldürülen Şadan’la Ne Bir Ses Ne Bir Nefes’te rüyasında çocukluğundan beri görmediği oğlu tarafından öldürüleceğini gören Osman’ın kıskançlığı ve kuşkuları aklının önüne çıktığında, oğlu Kemal’i onun hediye ettiği bıçakla öldüren Osman’la ya da Buhran Gecesi’nde kocasını deliler gibi seven Zehra’nın kılık değiştiren iblisin yalanlarına kanarak kıskançlıkla kalbini sökerek öldüğü kocasının ardından Arafta kalmasıyla Suat Derviş, tüm gotik anlatılarında hayalle gerçek arasında kalan okuruna öyküsünde olabilecek diğer olasılıkları sorgulattırır.

Arkaik, hurafe ve hayaletleri nedeniyle pozitif bilimin ışığında ilerlemek isteyen bir uygarlığın önünde engel olarak görülen Gotik edebiyat, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet mekanizması tarafından belirlenen kanonun dışına itilmiş, yerini milli, gerçekçi edebiyata bırakmıştır. Erken Cumhuriyet yıllarında, Suat Derviş’in eserlerinin yayımlanmasından sonra, Türk yazarlar çok sayıda eleştiriye rağmen gotik eserler üretmeye devam etmiştir. Gotik eserleriyle, popüler kültür içinde ihtiyacı olanlara bir çıkış kapısı açma çabasıyla toplumun kargaşası ve bu kargaşanın içinde yaşayan kahramanları anlatan Suat Derviş, günümüzde de öyküleri ve romanlarıyla, vizyonunun genişliği, bireysel ve kolektif psikoloji bilgisinin derinliği ile okuyucularına dokunmaya, diğer dünyaların kapılarını açmaya devam etmektedir. Yazımızı Suat Derviş’le bitirelim: “Ne olur, yirminci asırda olalım. Hiçbir şey! Ne mantık, ne akıl, ne muhakeme… Bir hastalık kâbusunda bana zavallı kadının söylediği sözlerin, anlattığı hikâyelerin yaptığı tesiri izale edemiyor.. ne mantığım ne fen… Hiçbir şey!”[5]


[1] DERVİŞ, Suat, Kara Kitap, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014, s.19.

[2] idem, s.118.

[3] PALA MULL, Çiğdem, Gotik Romanın Kıtalararası Serüveni, Ürün Yayınevi, Ankara, 2008, s. 30.

[4] TODOROV, Tzvetan, Introduction à la littérature fantastique, Seuil Yayınları, Paris, 1970, s. 41.

[5] DERVİŞ, Suat, Kara Kitap, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014, s. 202.