
Menekşe Toprak
Bazı insanlar hayata tutunabilmek için yazmaya başlarlar. Hem o hayattan kaçabilmek ama hem de ona direnmek için edebiyatın saklı ama özgür dünyasına sığınırlar. Tanıklıklarına keskin bir bakış ve özgün bir dil bulabildikleri oranda da büyürler. Herta Müller bu yazarlardan. Ben yaşadıklarımla ne yapacağımı bilmezken yazı gelip buldu beni. Böylece bir örtünün altında nefes alabilmeyi öğrendim,[1]” der Müller kendisiyle yapılan bir söyleşide. Nasıl yazar oldunuz sorusuna verilen cevaptır bu ve Müller bunu bir makalesinde şu sözlerle tamamlar: “Konuşamıyorsa insan, yazarak anlatabilir. Çünkü yazmak, doğrudan beyinden ele doğru giden sessiz bir eylemdir. Bu yolla ağzı aldatmak mümkündür… Ben ölüm korkusuyla yaşama açlığına sarıldım. Kelimelerin açlığıydı bu. Sadece kelimeler karmaşası durumuma bir açıklık kazandırabilirdi. Ağzın diyemediklerini kelimeler anaforu heceleyebilirdi.[2]” Sert bir aile ortamına ve kimliğini korumaya güdümlü bir azınlık toplumunun içine doğmuş, diktatörlük rejimi altında yaşamak zorunda kalmış bir kadının zorunlu seçimidir bu. Ama bunlarla yüzleşmeyi yeğlemiş bir yazarın sözleridir bunlar her şeyden önce.
Herta Müller Romanya’da Suebyalı (Schwaben) Alman azınlığa mensup bir ailenin kızı olarak Banat yöresinde bir köyde 1953 yılında dünyaya gelir. Ağır hikâyelerin o henüz doğmadan yaşanmış olduğu, başka yeni ağır hikâyelere gebe bir dünyadır bu. Babası İkinci Dünya Savaşı sırasında bu yöredeki Alman azınlığa mensup diğer pek çok erkek gibi Hitler’in ordusuna katılmış, annesi ise Sovyetler Birliği’ndeki çalışma kamplarında beş yıl esir işçi olarak kalmıştır. Çok sevilen babanın bu Nazi geçmişi, sevgisini gösteremeyen annenin katılığı, doğup büyüdüğü köyün Alman kimliğini ve dilini korumaya güdümlü katı cemaat kuralları yazarın pek çok metninde sorunsallaştırılmış olarak yansırlar. Onun çocuğu olup ölüme karşı büyümek zorunda kaldım, der Tek Bacaklı Yolcu romanındaki İrene. Tıslayarak konuştular benimle. Ellerime vurup sonra şimşek hızıyla yüzüme baktılar. Ama kimse bana, kendi evimde olmaktansa korkular içinde hangi evde, nerede yaşamak, hangi masada yemek yemek, hangi yatakta uyumak ve hangi ülkede yürümek ya da birini sevmek istediğimi sormadı hiç.[3] Çağlar Tanyeri tarafından Türkçeye kazandırılan Yürekteki Hayvan[4] adlı kitabında ise kökeniyle olan sorununu romanın ana figürüne şöyle söyletir yazar: Suebyalı bir gülümseme seçme şansım olmayan babam gibiydi. Benim olmasını istemediğim annem gibi.
Müller’in Suebyalı annesi terzilik mesleğini yakıştırır kızına ancak o kendisi için önceden seçilmiş bu yolu reddedip okumaya karar verir. On beş yaşında büyükşehirde bir Alman lisesine kaydolur, köyden ve ailesinden ayrılır. Böylece ilk kez hem Rumence’yle hem de Romanya’da Almanca konuşan ve yazan, aralarında sonradan evleneceği yazar Richard Wagner’in de bulunduğu insanlarla tanışır. En önemlisi de edebiyatla tanışır. Köydeki evlerinde kitap okunmamaktadır, çünkü bedensel iş yapmayı nesilden nesle gelenekselleştirmiş olan aile için kitap okumak tembellik yapmaktan başka bir şey değildir.
Böylece yazıdaki kendi sesiyle tanışma, edebiyat aracılığıyla anlatma imkânlarını öğrenme yılları başlar. İlk metinleri Romanya’da Almanca basılan gazete ve dergilerde yayımlanır. İlk öykülerinin toplandığı Niederungen[5] adlı kitabı Romanya’da 1982 yılında sansürlenerek, iki yıl sonra da Almanya’da sansürlenen kısımları eklenerek yayımlanır. Niederungen ova anlamına geldiği gibi aşağılık ya da sıradan ve bayağı işler anlamlarına da geliyor ki Müller de en çok böylesi sıradan hayatlara odaklanır öykülerinde. Geniş çapta Banat bölgesindeki bir köyde, çoğunlukla bir çocuğun gözüyle anlatılan, hazmı ve okunması kolay olmayan metinlerdir bunlar. Kitaba adını veren uzun öykü bir çocuğun taşradaki büyümesiyle ilgilidir. Canlıyı cansızdan ayırt etmeden oyuna dahil eden, kırıp parçalayan çocuğun vahşi dünyası ile çocuğa rehberlik eden yetişkinlerin evrenine gideriz böylece. Sert, gerçekçi imgeleriyle ürkütücü ama sonraki metinlerinde daha da belirginleşen, adeta “çarpıp geçen” tasarruflu dil seçimiyle korkusuz ve hesapsız bir yazarın metinleridir bunlar. Çocuk, oyunlarında kedi yavrusuna elbise giydirir, sineklerin başına toplu iğne batırır, ince damarlı lahana kelebekleri avlar ve ama kırlangıçları hayatta bırakmalı, çünkü yararlı hayvanlardır onlar der çocuğun büyük babası. Biz kentli, modern okura en acımasız, en bayağı gelen davranışlar duygusal hiçbir saptama yapılmadan soğukkanlılıkla anlatılır.
Bu öyküdeki dede, çocuk, aile, dış dünyadan yalıtılmış gibi görünen sert ve yoksul taşra yaşamı ilerde yazarın diğer metinlerinde de görülecektir. Yine bu ilk kitapta yer alan Schwäbische Bad (Suebya Banyosu) adlı öyküde, torundan nineye aynı suyla yıkanan aile bireylerinin derilerinden çıkan kir, koyu tel makarnalar şeklinde anlatılır. Alman aile yıkanıp temizlendikten sonra akşam televizyon karşısına oturmuş, cumartesi filminin başlamasını beklerken çocuğun gözünde annenin, babanın, büyükanne ve büyükbabanın tel makarnaları kanalizasyon suyunun üzerinde dönmektedir.


Kitap ilk defa Romanya’da, iki yıl sonra ise Almanya’da yayımlandığında büyük ilgi görür, özgün dili nedeniyle övgüler alır ama yazar Romanya’daki köylüleri tarafından adeta aforoz edilir. Öyküler hakkında çıkan eleştirilerden birinde Herta Müller’in Romanya’daki Alman azınlığa hakaret ettiği, Almanlığı çürümüş olarak gören Romanya gizli servisinin ajanı olduğu iddia edilir. Hatta makalede daha da ileri gidilerek yazarın idamı dilenir: “Bunları Romanyalılar hakkında yazıyor olsaydı, sonu asılmak suretiyle ölüm olurdu.”
Herta Müller böylece, ülkeyi komünist dikta rejimiyle (1968 ile 1989 yılları arasında) yöneten Çavuşesku’nun elemanı olarak suçlanır. Oysa yazar tam o sıralarda rejim karşısında hayat mücadelesi veriyordur. Romanya gizli servisiyle işbirliği yapmadığı için bir fabrikadaki çevirmenlik işinden atılmış, tehdit ve sorgulamalar karşısında “örtünün altında kendisine nefes olan” edebiyata sığınmıştır. Çavuşesku rejimi altındaki bu hayatı ise doğrudan Herztier (Yürekteki Hayvan)[6] adlı kitabında işleyecektir.
Herztier Romence inima (Herz yani kalp) ile animal (Tier yani hayvan) sözcüklerinden türetilmiş bir kavram olup her insanın yüreğinde bir hayvan taşıdığını ve bunun o insanın karakterini, bütün bir ruhunu yani kimliğini oluşturduğunu anlatır. Yürekteki Hayvan romanı da tam bu ruhun direnmesine odaklanır. Bireyi denetim altında tutan baskıcı bir rejimde kendileri olmaya çalışan, baskılara karşı şiir yazarak direnen dört arkadaşın hikâyesidir bu. Romanın başında önce dikdörtgen adı verilen beş kişilik bir yurt odasını ve bu odayı ben anlatıcı kadınla paylaşan Lola’yı tanırız. Rus edebiyatı bölümünde okuyan Lola üniversiteli bir erkekle evlenmeyi hayal etmektedir. Çünkü üniversite eğitimi alan bir erkeğin, diye yazıyor Lola, tırnakları temiz olur. Dört yılın sonunda da gelir benimle, çünkü köyde efendi olacağını bilir. Berberin onun evine kadar gelip kapının önünde ayakkabılarını çıkaracağını da bilir.
Üniversiteye gitmek için küçük bir köyden şehre gelen ve buradaki baskıcı ortamdan başka bir dünyanın içine kaçmaya çalışan Lola, parklarda fabrika işçileriyle birlikte olur, okuldaki spor hocası da bu erkeklere eklenir sonradan. Ama içine kaçtığı, nefes alabileceği dünya bu değildir; çok geçmeden de intihar eder Lola. Cesedi yatakhanenin dolabında asılı bulunur, cenazesinin kaldırıldığı sırada Lola komünist parti üyeliğinden ihraç edilir. Ben anlatıcı kadının yakından tanıklık edeceği cesetlerden ve ihraçlardan biridir bu. Kaçışı edebiyatta bulan ben anlatıcı ise Edgar, Kurt ve Georg adlı üç arkadaşıyla birlikte yazdıkları rejim karşıtı şiirleri yazlık evde saklar. Her defasında rejimin koruyucusu Yüzbaşı Pjele tarafından takip edilerek, sorguya çekilerek, işkenceyle tehdit edilerek. Sonunda üniversite bittiğinde üç arkadaşın yolları ayrılır ama devletin eli üzerlerinden hiç çekilmez. Şehirde nehir suyu ülkeden kaçmaya çalışanların cesetlerini vurur kıyıya, en yakın arkadaşları bile devletin ajanı olarak hayatlarının üzerine çöreklenir. Öyle ki ben anlatıcı kadın Almanya’ya yerleştiğinde bile devlet tarafından gözetlenmeye devam edilir.
Yürekteki Hayvan romanıyla birlikte Herta Müller’in metinlerine Almanya, özelde de henüz duvarla ikiye bölünmüş bir şehir olan Batı Berlin de girmeye başlar. Çünkü çeşitli zamanlarda Almanya’ya kitap tanıtımı için giden yazar, 1987 yılında eşi yazar Richard Wagner’le birlikte Romanya’ya geri dönmeyip Batı Berlin’de yaşamayı seçer. Ülkesi Romanya’da anadilini korumaya çalışan, azınlığın ve başkaldırının yazarıyken şimdi bir göçmendir, anadilinin yurdunda bir yabancı.
Yabancılık Reisende auf einem Bein (Tek Bacaklı Yolcu) romanının da konusudur ama başka okumalara da açık bir metindir bu. Köksüzlük, kapitalizmin beyhudelik hissini körükleyen tüketim kışkırtıcılığı, Batı’nın Doğu Avrupalı kadına bakışı ve böylesi bir ortamda sanatta soluklanmaya çalışan romanın ana figürü İrene’nin huzursuzluğu: Bazen, dedi İrene, yanımdan geçen insanların keyfinin yerinde olduğunu görüyorum. Hedefleri yok, sadece duyusal adımlar sürüklüyor onları, sokakları geçerken. Adımları adımlara bulaşıyor. Hava yüzümü yalayarak bana çarpıyor. Bütün ağaçların yaprakları uyluklarımın arasında uğulduyor gibi geliyor. Güvenim gidiyor. Keyfim yerinde olsa, ne hale düşeceğim kim bilir.

Tek Bacaklı Yolcu’daki İrene’nin hikâyesini pek çok yönden yazarın alt egosu olarak okumak mümkün. Çünkü İrene de tıpkı yazarı gibi bir dikta rejimiyle yönetilen Romanya’dan Berlin’e göç etmiş bir sanatçıdır. Bir sahil kasabasında tanıştığı Franz’a duyduğu aşkla yerleşmek için Berlin yolunu tutan İrene, karşısında Franz yerine onun arkadaşı Stefan’ı bulur, çünkü Franz şehir dışındadır. İrene ilk andan itibaren tek bacağıyla varmıştır şehre. Franz’a yolladığı bir kartta şöyle der: “Tek başıma yola çıkmıştım, iki kişi olarak varmak istiyordum. Her şey tersine gelişti. İki kişi olarak yola çıkmıştım. Vardığımda tek başımaydım.” İrene’nin Franz’ın arkadaşı Stefan, sonradan tanışacağı eşcinsel Thomas dışında kimsesi yoktur, onlarla da ilişkisi sınırlıdır zaten. Yabancısı olduğu gri bir şehirle baş başadır. Sokaklarda dolaşır, vitrinlere bakar, barlara girer ama dokunduğu, gördüğü hiçbir mekâna isim veremez. Bu haliyle de adeta tek bacağıyla yürür, mekanlarına isim veremediği, insanlarıyla ilişki kuramadığı şehirde sadece bir izleyici olarak kalır. İçsel olarak da oturabilse bir yerde, dokunduklarına isim verebilse yerleşecek şehre belki de. Ama İrene aynı zamanda bir sanatçıdır. Huzursuz bir sanatçı. Yersiz ve yurtsuzluğunu unutturacak tek şey aşktır ama o da tavsayıp köksüzlüğünü derinleştirmekten öteye gitmez. Bu köksüzlük ve hayata adeta tek bacakla katılma hali kurmacanın biçemine de yansır. Belli duraklarda seke seke ilerleyen bir metindir çünkü Tek Bacaklı Yolcu.
Köksüzlük, Romanya’da azınlıkta bir Alman, Almanya’da küçümsenen Romanyalı olmak, ailenin hikâyesi sonraki metinlerinin temel meseleleri olmayı sürdürür. Nitekim Atemschaukel adlı kapsamlı romanında bir kez daha geriye döner yazar ve annesinin de beş yıl tutuklu kaldığı Rus çalışma kamplarındaki hayatı yazmaya karar verir. Bunun için de bir araştırma bursuyla bugün Ukrayna sınırlarında bulunan kamp yerlerine gider. Roman 2009 yılında yayımlanır ve aynı yıl Frankfurt Kitap Fuarı’nın Alman Kitap Ödülü’ne aday gösterilir ama hiç beklenmedik başka bir ödülün haberi gelir: Nobel Edebiyat Ödülü. Nobel komitesi ödül gerekçesinde, Herta Müller’in doğup büyüdüğü Romanya topraklarındaki insan dramını, “şiirin yoğunluğunu, nesrin açıklığını kullanarak yersiz yurtsuz kalanların dünyalarını tasvir ettiği için” ödüle layık görüldüğünü yazar.
Herta Müller komünizm rejimi altındaki Çavuşesku dönemiyle yüzleştiği için de Batı tarafından sevilip desteklendiğini, Nobel Edebiyat Ödülü’ne de bu yüzden değer görüldüğünü ileri sürenler oldu. Bunu ileri sürenlerin görmediği bir şey vardı ki o da Müller’in metinlerinde Batı’ya da aynı çuvaldız iğnesini batırdığı. Bağımsız bir ruhla yazabilen, tanıklıklarını sansürsüz ve korkusuzca dillendiren Müller, Almanya’ya, Almanya’nın göçmenle olan ilişkisine de aynı sansürsüz gözle bakar çünkü. Gücünü ve estetiğini de bu korkusuz ve doğrudan anlatımdan alır. İster Almanya’nın göçmene bakışını ister Romanya’daki sert taşra yaşamını isterse de bir diktatörlüğü anlatsın, içine dalıp gideceğiniz masal ve tragedyayı değil, hazmı ve okunması zor gerçekliklerin yazarı olarak kalır Herta Müller.
[1] Herta Müller, Warum schreiben Sie? Söyleşi: Ursula von Arx, 01.12.2000, Neuer Zürcher Zeitung.
[2] Immer derselbe Schnee und immer derselbe Onkel (Hep aynı Kar ve Hep Aynı Amca), Hanser Verlag, 2011.
[3] Tek Bacaklı Yolcu, Herta Müller, Çeviri: Çağlar Tanyeri, Siren Yayınları 2013
[4] Yürekteki Hayvan, Herta Müller, Çeviri: Çağlar Tanyeri, Siren Yayınları 2022
[5] Niederungen, Herta Müller, Hanser Verlag (yeniden baskı) 2011
[6] Yürekteki Hayvan, Herta Müller. Çeviri: Çağlar Tanyeri, Siren Yayınları 2022