.

Mehmet Berk Yaltırık: “Bir köle hikâyesini, eski İstanbul folkloru ve yeraltı hikâyeleriyle bütünleştirince romanın ana çizgisi ortaya çıktı.”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Geçtiğimiz günlerde yeni romanı Karanlığın Şahidesi yayımlanan Mehmet Berk Yaltırık, arka planında yoğun tarihi mücadelelerin yattığı “korku dolu” bir evrenle okurun karşısına çıkıyor. Korku türünü Doğu’ya ait özelliklerle yeniden inşa eden ve yerel unsurları da bu evrensel yapının bir parçası hâline getiren Yaltırık, öte taraftan anlatısını bu topraklara ait kimi kadim sorun ve problematiklerle de işliyor.

Abdullah Ezik, Mehmet Berk Yaltırık ile Karanlığın Şahidesi, korku türünde kalem oynatmanın zorlukları ve türün onun için ifade ettiği anlam üzerine konuştu.

Yeni romanınız Karanlığın Şahidesi geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Roman, 1800’lü yılların başındaki İstanbul’da geçiyor. Öncelikle roman için neden özellikle 1800’lü yılların İstanbul’unu tercih ettiniz? Bu dönemi/yüzyılı sizin için özel kılan bir neden var mı?

Tarihte araştırmayı sevdiğim, hatıratları okurken özellikle dikkatimi çeken konuların başında kabadayılar, külhanbeyleri ve sair baldırı çıplaklar gibi marjinaller, alt-kültür grupları geliyor. Kurgularımda da onları, eşkıyaları, akıncıları, casusları, falcıları, yani hep alacakaranlık kuşağında yaşayan, çifte yaşamları olan, sürekli gölgelerde gezinen, normal yaşayışın dışındaki kimseleri yazmayı seviyorum. Araştırmalarım ve okuduğum eserler de bu konular etrafında oluyor genellikle. Eski İstanbul’da, bir konak cariyesinin başından geçen “cin musallatı”nı anlatmak istediğimde, 1800’lerin başındaki İstanbul’da geçmesini istedim. Yeniçeri zorbalarının, kalyoncu neferlerinin ve çıplaklarının, Boğaz yamaklarının şehri kasıp kavurduğu Üçüncü Selim dönemini bu yüzden seçtim.

Karanlığın Şahidesi, İthaki Yayınları’nın “Pangea Kitaplığı” dizisi çerçevesinde okurla buluştu. Bu kitaplık, ana hatlarıyla Türkçe bilimkurgu, fantastik, polisiye ve korku edebiyatlarını birleştiren özel bir dizi. Romanlarınızın bu dizi içerisinde yayınlanması ve söz konusu bu türlerle kurduğu ilişki/diyalog üzerine ne söylersiniz?

Düzenli olarak yazmadığım dönemlerde dahi yazmak istediğim, öyküleştirdiğim hayallerim genelde korku veya fantastik türlerindeydi. 2000’lerin başlarında İthaki Yayınları’nın çevirilerinin tedrisatından geçtiğimi söyleyebilirim. Okuduğum her yeni eser bende farklı ilham kıvılcımlarına yol açıyordu. Bir yandan da aşinası olduğum tarihi konuları işleyen, folkloru kullanan eserler okumak istiyordum, daha kendi kültürümden ürünler görmek istiyordum. Romanlarımın ve katıldığım birçok öykü seçkisinin İthaki Yayınları’ndan çıkmasının bu anlamda özel bir anlamı var. Fantastik, korku, bilimkurgu eserleriyle müsemma olmuş bir yayınevinin, ülkemizin bu türlerdeki edebi eserlerine yönelik “Pangea Kitaplığı”, Burak Albayrak’ın 2019’da başlattığı güzel bir adım. Okur nezdinde hem yayınevinin hem de serinin bir bilinirliği var, ben de bu seri çerçevesinde kitaplarımın çıktığını duyurduğumda okurlar serinin diğer kitaplarını da merak ediyor, yahut tam tersi başka bir eseri okurken beni, başka kalemleri keşfedebiliyor. Bu alanda böylesine tanınmayı ve kitaplarımın da bu dizi çerçevesinde okura ulaşmasını hayli özel buluyorum.

Korku, bir genre olarak dünyada da, ama bilhassa Türkiye’de kalem oynatması özellikle zor bir tür bana kalırsa. Okuyucuyu bir anda çarpmak, onda büyük bir dalgalanmaya yol açmak sağlaması zor bir durum. Siz ise Yedikuleli Mansur ile 2017’de başlayan bu süreçte oldukça özgün ve devamlılık içeren bir yol çizdiniz. En başa dönecek olursak, neden özellikle korku hikâyeleri kaleme almak istediniz?

Birkaç yıl önce Kayıp Rıhtım sitesinde Neil Gaiman ve Kazuo Ishiguro’nun bir söyleşini okumuştum. Orada Gaiman, Borders Kitabevi’nde korku kısmının tümden kapandığını, mealen farklı türlerin korkuyla harmanlanarak yazıldığını söylemişti. Batıda muhtemelen durum böyle ancak Edgar Allan Poe, Lovecraft gibi eskilerden, Stephen King ve Peter Straub gibi, Dean Kontz gibi modern isimlere korkunun seyri düşünüldüğünde böyle söylenebilir. Bununla birlikte ülkemizde korku edebiyatının henüz 22 yıllık bir geçmişi var. Selim Nüzhet’in Canvermezler Tekkesi ve Ali Rıza Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda’sı gibi adaptasyon romanlar, Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi gibi romanlar yazılmış, Kenan Hulusi Koray tekinsiz öyküler kaleme almış ama hep ferdi ve tek seferlik denemeler olmuş. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nezihe Muhiddin, Suat Derviş gibi kalemi gotiğe aşırı yatkın kalemler varsa da doğaüstü anlatıları, korkuyu sadece dekor olarak kullandıklarını, asıl olarak bu türlerde kalem oynatmadıklarını görüyoruz. Ticari açıdan yazılmaları söz konusu ki çeviri korku romanlarını da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bizde uzun yıllar bilim kurgu, fantastik ve korku gibi türler edebiyat dışı yahut “alt tür” olarak görüldüğünden hasbelkader uğraşanlar olmuşsa da asıl kıpırtısını 2000’lerde internet atılımıyla gösterebilmiş. Bilhassa korku edebiyatımız için bunu söyleyebiliyorum, 22 yıllık periyotta, belki fanzinlerde bile şöyle böyle varlık gösterebilmiş korku öyküleri, internet sitelerinde asıl mecrasını buluyor, sonra da 2000’lerin sonuna doğru “Anadolu Korku Öyküleri” gibi atılımlarla basılı mecraya geçmeye başlıyor. Günümüzde artık “bu tür eserler bizde yazılmaz” önyargısının esamesi okumuyor, yeni kalemler çıkıyor, yeni eserler basılıyor. Ben bu süreçte birkaç kere vazgeçsem de korkudan hiç kopamadım. 2009’da blog açarak başladığım amatör yazarlık sürecinde denemeler de kaleme aldım ama yazdıklarım hep korkuya kaydı. Doksanlarda televizyondaki korku filmi kuşakları ve paranormal tv şovlarının, Casper dergisindeki çeşitli kültürlerden derlenme kısa hayalet hikâyelerinin, anneannemin dedemin anlattığı eski ve ürpertici hikayelerin etkisinde kaldığımı söyleyebilirim ama her şeyden öte, kitapçıya gittiğimde korku kitabı ararken sadece belli isimlere ve çevirilere denk gelmek bir şeyleri tetiklemiş olmalı.

Sizin edebiyatınızın en önemli alamet-i farikalarından birisi de Doğu’ya, Doğu kültürüne ait korku unsurlarıyla işlenmiş metinlerden meydana gelmesi. Cinler, periler, gulyabaniler bu edebiyatın önemli yapı taşları. Burada doğrudan kültürel bir eğilimden mi söz etmek gerek? Bu durum/karar okur ile mi yoksa yazar ile mi ilgili? (Elbette her ikisi de olabilir.)

Ağırlıklı olarak etkilendiğim kaynaklarla alakalı. Aslında doğu kaynakları kadar Batı kaynaklarından da ilham almışımdır. Mesela 2000 yazında eski halk hikâyelerinin 70’lerde basılan versiyonlarından olan Tam Seyfizülyezen Hikâyesi’ni okumuşken, birkaç ay sonra da Ravenloft serisinden Sislerin Vampiri’ni okuyarak “high fantasy” türüne yahut diyar fantazyalarına ilk adımımı attım. 2001 yazında Yüzüklerin Efendisi’nin ilk cildini okuduktan sonra Firdevsi’nin Şahnamesi’ni okumuştum. Kitap raflarına baktığımda daha fazla “doğu fantastiği” görmek istemem yazmaya sevk etti biraz da. Halk ağzındaki eski hikayelerin, cin anlatılarının hoşuma gitmesi, bunları yazıya geçirmek hep hayalimdi. İnternette Türkçe öykü siteleri açılmaya başladıkça cesaret buldum açıkçası. Düzenli yazmaya 2009’da blog açarak başladığımda, yazdıklarımın tür olarak benden başka kimsenin ilgisini çekmeyeceğini düşünüyordum. Fakat okurunu bulmaya başladı. Burada hem benim hem de okurların beğenileri, ortak beğenilerimiz kalemimi şekillendirdi zannediyorum.

Gerek Karanlığın Şahidesi’ni gerekse diğer romanlarınızı hem birer “dönem romanı” hem de buna paralel şekilde “korku romanı” olarak okumak/görmek mümkün. Bir anlamda kendi genre’nızı yarattığınızı söyleyebiliriz. Tarih ile korkuyu siz nasıl bir konsept etrafında bir araya getiriyorsunuz? Korku hikâyelerinizin arka planında tarihsel bir zemin taşımasının anlamı nedir?

Benden önce Deli Gücük öyküleri ve çizgi romanları, özellikle bu damardan yürüyen Murat Başekim’in yazdığı korku öykülerinden bahsedebilirim. “Şark gotiği” olarak nitelendirilen bu öykülerden hareketle ben de yazdıkça “tarihi-korku” dediğim türde öyküler, romanlar üzerinde çalışmaya ağırlık verdim. Bazı amatör kalemlerden güzel girişimler olmakla birlikte usta kalemlerden de bu türde eserler var Erol Çelik’in Cellatlar Kahvesi yahut Şafak Güçlü’nün Kan Fermanı gibi. Tek fark ben daha yoğun olarak bu türde yazıyorum. Tür dışı yazdıklarım bile muhakkak dönem kurgusu oluyor ve bir miktar korku içeriyor. Televizyonda izlediğim sayısız tarihi-fantastik yapımla bağlantılı olarak yerli muadilini aradığım, daha önce de söylediğim üzere raflarda bizden korku ürünleri görmek istediğim için bu iki konsepti bir araya getirdim. Aslında hep olan bir tür ve başka yazanlar da var ama eserlerim bu türle öyle müsemma hale geldi ki edebiyatımızda “tarihi-korku” ile özdeş hale geldiğini düşünüyorum. Tarihi ve folklorik zemini olan kurguları gerçekçilik açısından okurun daha ürkütücü bulduğu kanaatindeyim. Galiba ben de yazarken farkında olmadan bu ürpertinin cazibesine kapılıyorum.

Sizin için bir hikâyenin temelinde ne yatar? Kurgunun bu kadar önemli olan bir türde kalem oynatırken hikâyeyi metni yazarken mi oluşturursunuz yoksa başlangıçta her şey planlı mıdır?

Bir-iki cümle ile özetleyebiliyorsam, daha doğrusu söylendiği, okunduğu anda zihinde bir hayal, tasavvur oluşturuyorsa o hikâyenin üzerine gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hikâyenin, anlatının temelinde yatan şey bu heyecan ve hayal kıvılcımı bence. Hikâyenin başı sonu belli olsa da yazılırken bu taslağa kısmen riayet edebiliyoruz çünkü kurgunun özelliği burada devreye giriyor, istediğimiz gibi kesip biçebiliyoruz. Hikâyeyi işliyoruz, o hayalin asıl değerini ortaya çıkarıyoruz. Bazen hikâye içinde hikaye de doğabiliyor, başka bir dosyanın mevzusu haline geliyor. İlham genellikle yeni bir ilhamı doğuruyor.

Karanlığın Şahidesi’nde seçtiğiniz konu ile dönemin oldukça uyumlu olduğunu düşünüyorum, zira bir yanda oldukça kaotik bir imparatorluk başkenti var, diğer yanda şehre dalga dalga yayılan ürkütücü masallar. Kaybedilen savaşlar, Yeniçeri zorbaları, isyan hareketleri… Romandaki cin-peri masallarının, bu dönemin/imparatorluğun kaotik ruhu ile de bir ilgisi olabilir mi?

Cemal Kafadar, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ndeki meşhur “Ama bu obur [vampir] derdi hakikat taun-ı ekberden [büyük vebadan) üstedir” sözlerine atıfla İngilizce olarak kaleme aldığı, “Vampire Trouble Is More Serious Than the Mighty Plague” adlı makalesinde vampir söylencelerinin artışını Balkanlardaki yoğun sınır değişikliklerine ve aidiyet çatışmalarına bağlıyordu. Folklor her zaman oradadır, her zaman hikayeler anlatılır, inanışlar, kabuller uygulanagelir. Ama bazı zamanlar bunlar histeri boyutuna ulaşabilir. Mehmet Halit Bayrı’nın İstanbul Folkloru’ndaki cin memoratlarına -doğaüstü varlık veya olay anlatısı- baktığımızda en eskisinin II. Mahmud dönemine dek ulaştığı görülüyor. Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi kalemlerin vurguladığı üzere belli açılardan eğitim yoksunluğu söz konusu. İmparatorluğun yenileşme, çağdaşlaşma hamlelerinin, eğitimi yaygınlaştırma çalışmalarının hemen öncesindeki devirde geçiyor Karanlığın Şahidesi. İstanbul sokaklarındaki dehşet, anlattığım metafizik dehşetini aratmıyor. İnsanların gece çökünce kim vurduya gidebileceği korkusu, dedelerin ninelerin mangal başında anlattığı korkunç hikayelerle bütünleşiyor olmalı. Bence bir bağlantı kurabiliriz.

Cin teması, Karanlığın Şahidesi’nin (diğer metinlerinizde de olduğu gibi) temelinde yer alan bir konu. Cinlerin Doğu toplumlarının inanç sisteminde taşıdığı değer şüphesiz onu telif bir korku hikâyesi için daha da değerli kılıyor. Peki siz cin temasına çalışırken hangi kaynaklardan, nasıl beslendiniz; romanı cin hikâyelerinin klişelerine düşmekten nasıl kurtardınız?

Bu benim için hem zor hem kolay oldu. Kolay oldu çünkü kaynaklar, özellikle birincil kaynaklar elimin altındaydı: Kulaktan dolma anlatılar, hikayeler. Zor oldu, çünkü bu bilindik klişeyi ters yüz etmem gerekiyordu. Korku yazarken klişeleri dozunda kullanmak incelikli bir nokta, anlattığını insanlarda hem o bilindik ürperti hissini uyandırmalı, tanıdık gelmeli, hem de şaşırtmalı, sarsmalı. Bu yüzden Mehmet Halit Bayrı’nın İstanbul Folkloru başta olmak üzere Reşad Ekrem Koçu’dan Hüseyin Rahmi’ye, Sermet Muhtar’dan Ahmet Rasim’e tekinsiz İstanbul’un izini sürdüm ki bu esnada tuttuğum notları yazılaştırarak geçtiğimiz aylarda İSTanbul dergisinde yayımladım. Özkul Çobanoğlu’nun Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnanışları’ndan İmam-ı Şiblî’nin Cinlerin Esrarı’na hem güncel hem de eski inanışlara değinen eserleri de tekrar okudum. Özellikle sinemamızda görülen fizikî, daha Hollywoodvâri cinlerin aksine yerel anlatıları yansıtan ancak okura özgün dehşetler sunan cinler tasarladım. Okura hem tanıdık gelmesi hem de son cümleye kadar heyecanla okumaya sevk etmek için.

Hikâyenin merkezinde yer alan Kafkas asıllı Periveş üzerinden romana taşıdığınız “kölelik” müessesesi/konusu üzerinde de ayrıca durmak gerek. Romanın merkezine neden özellikle bir köle kızını yerleştirdiniz? Bu durum ile romanın bir intikam hikâyesi olması arasında bir bağ var mı?

Bu romanı kaleme alırken daha önce yazmadığım yahut çok yüzeysel bildiğim bir karakteri işlemek istedim. Kölelik tarihten ve edebiyatımızdan aşinası olduğum bir mefhumdu ancak hiç derinlemesine araştırmamıştım. Baş karakter olarak bir kölenin ve kadının hikâyesini anlatmak ilk başta gözüme zor göründü, sonrasında benim için bambaşka bir tecrübe ihtiva edeceğinden üzerine gittim. Hem cinlerin hem de insanların musallat olduğu, sahipleri tarafından öylece sokağa bırakılan, hep alınıp verilen bir kahramanın nihayetinde aldığı korkunç intikam için muazzam bir hikâye konusu teşkil ediyordu benim için. Yazarken bazen sanki Periveş diye bir köle gerçekten yaşamış da bana bu satırları yazdırıyormuş gibi hissettiğim de oldu. Galiba yaşanmış veya yaşanmış olabilecek bir köle hikâyesini, eski İstanbul folkloru ve yeraltı hikayeleriyle bütünleştirince, romanın ana çizgisi de kendiliğinden ortaya çıktı ve intikam temasını anlamlı kıldı.

Korku hikâyelerinin merkezinde çoğu zaman erkek kahramanlar yer alır. Siz ise bu romanda bütün olaylar silsilesini “esire kızı” Periveş ile Ecelyandı Ateş Behiye üzerine kuruyorsunuz. Neden özellikle kadın kahramanlar üzerinden gelişen bir hikâye seçtiniz? Periveş ile Behiye’yi bu denli iç içe geçiren, birbirine bağlayan temel nokta nedir?

Daha önceki roman ve öykülerimde kadın karakterlere yer vermiştim ama özellikle romanlarda baş karakteri kadın olarak yazmamıştım. Bu romanımda özellikle gözüme zor görünse de bir kadın karakterin gözünden yaşadıklarını anlatmak, belli kalıpların dışında bir karakter anlatmak istedim, bunun için çabaladım. Benzer temaları kullansam da nasıl ki hikâyeyi oluştururken klişeden kaçmayıp dönüştürerek kullanıyorsam, benzeri hikâyeleri farklı karakterlerin gözünden aktarmak istedim. Bu yüzden ana karakterlerin kadın olduğu bir hikâye kurguladım. İlk başta Behiye’nin öyküsünü romanlaştırmak istedim ama 1800’lerin başındaki İstanbul’a bağlayamayacaktım. Bu yüzden Behiye’yi de bir kenara bırakmaksızın Periveş adında bir konak cariyesini tasarlayarak ikisinin yollarının kesişmesi üzerinden bir hikâye kurdum.